Hiç görmediğimiz bir yere ilk gidişimizde bazen kuvvetli bir his orayı çok tanıdık bulur, o sokaklardan geçtiğini, kaldırım taşlarına kadar her şeyin çok tanıdık geldiği tuhaf bir his sarar insanı. “Burayı tanıyorum, ben burada yaşadım, buralarda dolaştım sanki” dersiniz.
Bazen de bu his bir insana karşı oluşur, iki dakika sohbetle bile yıllardır tanışıyormuşuz gibi yakınlaşırız, hiç yanımızdan ayrılmasın isteriz artık, kaybettiğimiz oyuncağımızı bulmuş gibi seviniriz. Ne tuhaftır adını koyamadığımız hislerimiz.
Bazen de çok ilgisiz bir diyalog, yaşamda küçük bir kesit durup düşünmemize neden olur. “Ben tam da bu kelimeleri böyle bir ortamda kurdum. Bu anı yaşadım.” Ürperirsiniz. İşte bu anı tekrar yaşama, hissetme olayına “Dejavu” deniyor.
Size hiç olmadı mı ?
Kendimi bildim bileli psişik, adı konulmayan olaylara, hiçbir bilim dalının evet öyledir diyemediği konulara çok merak duyarım. Kütüphanemin hatırı sayılır bir bölümü bu tip yayınlara ayrılmıştır.
Kendi adıma ruhun ölümsüz olduğuna inanıyorum. Yada buna inanmak kolay ve işime geliyor da denilebilir. Hayatın psişik haritasında sürekli seyahat ediyoruz. Maalesef ölüm ile yaşadığımız o hayatın sonunda bir sis perdesi ardında kalıyor her şey ve unutuyoruz.
Geçtiğimiz, yaşadığımız bir yere yolumuz düşerse birden o perdede kısacık bir aralanma oluyor ve çok puslu da olsa hatırlıyoruz. Çocuklar bilinç düzeyleri daha yüksek ve ruhları daha kirlenmediği için daha net hatırlayabiliyorlar.
Güney Fransa’ya hayatlarında ilk defa giden Fransız bir ailenin beş yaşındaki kızı aniden ben bu sokağı tanıyorum, buradan sola sapınca bir meydanda bir çeşme var. Ben de çeşmenin karşısındaki evde yaşıyorum gibi ailesini şoka sokan bir cümle kurabiliyor.
Sonra araştırılıyor ki, çocuğun bahsettiği evde bir aile yaşıyor ve bu aile çocuklarını kaybetmiş.
1990’ların başında Hintli bir erkek çocuk, bir kuyunun başına gidip öldürülüşünü, kuyuya nasıl atıldığını, iki çocuğu olduğunu isimleriyle anlatıyor. Araştırma ekipleri kuyudan bir kadın cesedi çıkarıyorlar. Yıllardır çözülmemiş bir cinayete ışık tutuluyor. Bu ve bunun gibi olayların sayısı çok fazla. İnanmamak, tesadüftür diyip geçmek oldukça zor.
Bazı insanların çok tanıdık gelmesi ise; bence hepimiz hep aynı ruh grubu ile yaşıyoruz. Bu 10, bilemediniz 20 kişilik çember hiç değişmiyor, roller değişebiliyor. Bir hayatımızda ki annemiz, bir başka hayatımız da görür görmez bağlandığımız can dostumuz olabiliyor.
Ben eşimin geçmiş hayatlarımda bu çemberin hep içinde olduğunu düşünüyorum. İlk tanıştığım andan itibaren ona; sadece ona, hayatımda hiç kimseye açık olmadığım kadar açık oldum. Onun yanında hep çok rahattım.
Her zaman kulak vermemiz gereken, üzerine eğildikçe bizimle daha çok konuşan rüyalarımızı da atlamayalım. Ruh dünyamızın, karanlık, bizim bile haberdar olmadığımız köşelerini aydınlatma konusunda rüyalarımız en önemli rehberlerimiz.
Benim hayatım boyunca unutamayacağım bir rüyam vardır. Rüyayı gördüğümde 20’li yaşlarımdayım, rüyamda ise 30-35 yaşlarında bir kadınım, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarda yürüyorum, gözümde gözlükler, başıma eşarp bağlamışım ve sürekli ağlıyorum. Labirent gibi dar sokaklarda epeyce dolaşıp, bizdeki yatırlar gibi bir kabire ulaşıyorum. Bu kabire mum dikiyorum ve istavroz çıkarıyorum ve yine ağlıyorum. Öyle etkilenerek uyandım ki bu rüyamdan, kalktığımda gidip aynaya bakma ihtiyacı duydum. Buradayım, kendi gerçekliğim de burayı aynada görmek istedim.
Bazen rüyada canınız yanar hissedersiniz, koku alırsınız ya, o kadını dışarıdan gözlerimle takip ediyorum. O benim. Sadece bedenlerimiz farklı. Peki ya o hüzün, kalbime külçelerle ağırlık koyan o üzüntü neydi, neyin yasını tutuyordum böyle?
Bu hayal gücü falan değildi. Yıllar sonra anladım. 92 senesini 93’e bağlayan sene, yeni yılı kutlamak için İtalya’ya gittim. 3 yaşında bile minnacık taburemle müzik setine yapışıp babamın Toto Cutugno plaklarını dinleyen ben, bu dile ve bu ülkeye olan merakımın sebebini hep merak ettim.
İtalya’ya gittiğimde içimde çok büyük bir sevinç ve heyecan vardı. Turdan kopup otobüse, metroya bindim. Amacım, şehirleri orada yaşayan bir insan gibi yakınen tanıyabilmekti.
Derken Napoli’de yine gruptan kopup kendi kendime dolaştığım bir an yüreğim gerçekten yerinden çıkacakmış gibi hızlı atmaya başladı. İtalyan’ların “öpücük” dedikleri sokakları var. Sokaklar o kadar dar ki, duvarlar birbirine kavuşacak, öpüşecekmiş gibi duruyor. Bu ismi almalarının sebebi bu.
Bu sokaklardan birinde dolaşıyorum. Her şey çok tanıdık, çok bildik gelmeye başladı. Sanki evimin yolunda yürüyormuşum gibi, içimde bilmediğim bir güç beni hızlı adımlarla sonbahar yaprağı gibi bir yere sürüklüyordu. Derken ayaklarıma demir ağırlıklar konmuş gibi yavaşladım, kalbim deli gibi çarpıyordu. Tam şu köşeyi döndüğümde karşılaşacağım şeyden neredeyse emindim. Rüyamda gördüğüm yatır karşımda duruyordu. İtalyan’lar buna yatır demiyordur eminim ama bir azizin mum dikilen, insanların ziyaret ettiği mezarı.
Aklım gerçekten başımdan gitti, orada ne kadar boş gözlerle bakarak kaldım bilmiyorum. Ya gerçekten rüyamda ruhum astral seyahat edip buralara gelmişti, yada sis perdesi arkasındaki geçmiş hayatlarımdan birinden bir kesit görmüştüm.
Bilmiyorum aranızda buna benzer bir deneyim yaşayanınız var mı? Ben uzun zaman etkisini üzerimden atamadım.
Evrende çözemediğimiz o kadar çok bilmece var ki. Gerçekten bir hayatımız mı var? Tüm kutsal kitaplarda yeniden bedenlenmeden bahseder. Bu insanoğlunun tek hayatı, ruhun ölümünü kabul edemeyişi de olabilir.
Bana göre yaşadığımız her hayat, çıktığımız bir seyahat. Bu seyahatlerden öğrendiklerimiz, sepetimize topladıklarımız tüm renklerimiz, ruhumuz, bir puzzle’ın parçaları gibi birleşip bizi biz yapıyor. Sizi bilmiyorum ben böyle düşünüyorum.
(ALINTIDIR)