Alına sürülen sandal ağacı macunu veya kırmızı renkli işaretlerden söz etmeden önce aktarmak istediğim iki olay var. Bunlar bazı şeyleri anlamanı kolaylaştıracaktır. İkisi de tarihi gerçeklere dayanırlar.
1888 yılında, Hindistan’ın güneyinde yaşayan yoksul bir ailenin Ramanuja adını verdikleri bir oğulları oldu. O ileride çok ünlü bir matematikçi olacaktı. Çok fazla okuyamamış olsa da eşsiz bir matematik dehasına sahipti. Çok iyi eğitim almış olan matematikçilerin çoğu yıllar boyunca onlara eğitim verip rehberlik eden hocaları sayesinde ün yapmışlardı. Oysa Ramanuja üniversiteye bile gitmemiş ve kimseden de eğitim veya yardım almamıştı. Yine de matematikten anlayanlar dünyaya onun gibi bir matematikçinin daha gelmemiş olduğunu söylerler.
Büyük güçlükler sonucunda bir memur olarak iş bulmuştu ancak kısa sürede inanılmaz bir matematik yeteneğine sahip olduğu etrafta duyulmaya başladı. Birisi ona Cambridge Üniversitesi’nden zamanın en ünlü matematikçisi olan Profesör Hardy’e mektup yazmasını önerdi. Ramanuja mektup yazmadı ama çözmüş olduğu iki geometri kuramını Prof. Hardy’e gönderdi. Hardy bu durum karşısında büyük bir hayrete düştü; bu kadar genç birisinin bu kuramları çözebileceğine inanamıyordu. Hemen Ramanuja’ya bir yanıt yollayıp onu İngiltere’ye çağırdı. İlk tanışmalarında Hardy matematik alanında kendisinin bile onun karşısında bir çocuk gibi kaldığını hissetti. Ramanuja’nın dehası ve kapasitesi öylesine büyüktü ki, bu zihinsel güçle ilgili olamazdı çünkü zihin yavaş işler, düşünmek zaman alırdı. Oysa Ramanuja sorduğu sorulara anında yanıt veriyordu. Soru tahtaya yazıldığı ya da ona sözel olarak aktarıldığı anda hiç durup düşünmeksizin yanıt vermeye başlıyordu. Zamanın en büyük matematikçisi bunun nasıl mümkün olabileceğini bir türlü anlayamıyordu. Bir yüksek matematikçinin altı saatte çözebileceği ve yine de kesin yanıtı elde edip etmediğinden emin olamayacağı bir problemi Ramanuja anında ve hatasızca çözebiliyordu.
Bu onun yanıtlarını zihin yoluyla elde etmediğini kanıtlıyordu. Fazla bir eğitimi yoktu, hatta üniversite sınavında başarısız olmuştu. Zihinsel yeteneği olduğuna dair başka bir işaret de olmadığı halde matematik konusunda insan ötesi bir yeteneğe sahipti. Burada insan zekasının ötesinde bir durum söz konusuydu.
Otuz altı yaşında tüberkülozdan öldü. Hastanede kalırken Hardy iki-üç matematikçiyi de beraberinde götürüp onu ziyarete gitti. Bir şekilde Hardy’nin arabasını park ettiği yer Ramanuja’nın görüş alanına giriyordu ve onun plaka numarasını okudu. Hardy odasına girdiğinde ona plakasının benzersiz bir numaraya sahip olduğunu söyledi: Bu dört özel unsura dayanıyordu. Ramanuja bunu söyledikten sonra öldü. Onun ne demek istediğini anlamak Hardy’nin altı ayını aldı. Yine de söz ettiği dört unsurdan üç tanesini çözebilmişti. Ramanuja, ölürken bu dördüncü unsurun keşfedilmesini sağlamak üzere bu rakamın araştırılmasını vasiyet etmişti. O dördüncü bir unsur olduğunu söylediğine göre, böyle bir unsur mevcut olmalıydı. Ölümünden yirmi iki yıl geçtikten sonra bu dördüncü unsur bulundu. Ramanuja haklıydı.
Ne zaman bir matematik problemine göz atsa, iki kaşı arasında yer alan bölgede bir şeyler olmaya başlıyordu. İki gözü o noktayı merkez olarak alacak şekilde yukarı doğru dönüyordu. Bu nokta yogada üçüncü göz olarak tanımlanır. Ona üçüncü göz denir çünkü bu göz etkin hale gelirse olay ve durumları farklı boyutlardan ve bütünlük içinde görebilmek mümkün olur. Bu, evinin içinde küçük bir delikten dışarıya bakarken birden kapının açılmasıyla gökyüzünü olduğu gibi görebilmeye benzer. İki kaşın arasında küçük bir aralık mevcuttur ve bu Ramanuja’nın durumunda olduğu gibi bazen açılır. O bir problemi çözerken gözleri üçüncü gözüne doğru yöneliyordu. Bu olguyu ne Hardy anlayabilmiştir ne de diğer Batılı matematikçiler. Yakın gelecekte anlayabileceklerdir.
Sana üçüncü gözle ilişkisini daha iyi anlayabilmen için alına sürülen kırmızı işaretle bağlantılı bir olay daha anlatacağım.
Edgar Cayce 1945 yılında öldü. Bundan kırk yıl önce yani 1905’te bilincini yitirip, üç gün boyunca komada kalmıştı. Doktorlar tamamen ümitsizdi ve onun bilincini nasıl geri getireceklerini bilemiyorlardı. Onlara göre öyle derin bir uykudaydı ki büyük olasılıkla asla uyanamayacaktı. Her türlü ilaç denenmiş olduğu halde bilincin geri döneceğine dair herhangi bir işaret belirmemişti.
Üçüncü günün akşamında doktorlar yapılacak bir şey kalmadığını ilan ettiler: Dört ila altı saatte ölecek, yaşamaya devam ederse de zaman geçtikçe hassas damar ve hücreler dağılmaya başladığı için beyni hasar görmüş olacaktı ki bu ölümden de beterdi. Ancak Cayce, komada olduğu halde aniden konuşmaya haşladı. Doktorlar gözlerine inanamıyorlardı: Cayce’in bedeni uykuda olduğu halde kendisi konuşuyordu! Bir ağaçtan düşüp omurgasını incittiğini ve bu yüzden bilincini yitirdiğini söylüyordu. Altı saat içinde tedavi edilmediği taktirde beyninin zarar görüp ölümüne yol açacağını da ekliyordu. İçmesi gereken bitkisel bir karışım olduğunu öne sürüyor ve onu içtiği taktirde on iki saat içinde iyileşeceğini iddia ediyordu.
Önerdiği otlar Edgar Cayce’in bilebileceği türden değildi ve bu karışım daha önce böyle bir vakayı tedavi etmek için kullanılmamış olduğundan doktorlar ilkin bu söylediklerinin beynin hasar görmüş olmasından kaynaklandığını düşündüler. Ancak Cayce özellikle bu otları saydığı için denemeleri gerektiğine karar verdiler. Bu maddeler bulunup Cayce’a verildi ve on iki saat içinde tamamen iyileşmesini sağladı.
Bilinci geri geldikten sonra kendisine bu olaydan söz edildiğinde Cayce böyle bir ilaç önermiş olduğunu hatırlamıyordu; bu otların ne isimlerini biliyor ne de kendilerini tanıyordu. Ancak Edgar Cayce’in hayatındaki bu olay çok az rastlanan bir durumun başlangıcı oldu. Tedavi edilemeyen hastalıklara çare bulma konusunda uzmanlaştı; hayatı boyunca yaklaşık otuz bin kişiyi iyileştirdi. Önerdiği reçete her zaman doğruydu; onun verdiği ilacı alan istisnasız her hasta iyileşiyordu. Ancak Cayce bu durumu açıklayamıyordu. Yalnızca ne zaman bir hastalığa çare aramak için gözlerini kapasa, iki gözünün de iki kaşının ortasına doğru çekiliyormuşçasına yukarı döndüklerini söylüyordu. Gözleri orada sabitleniyor ve her şeyi unutuyordu; yalnızca bir noktadan sonra çevresindeki her şeye karşı kayıtsız kaldığını ve o noktaya ulaşana kadar tedavi yöntemine erişemediğini hatırlıyordu. Harikulade ilaçlar bulmuştur ki bunlardan ikisi anlamaya değerdir.
Rothschild’lar Amerika’da yaşayan çok zengin bir aileydi. Bu ailenin bireylerinden bir kadın uzun zamandır hastaydı ve tedavilerden hiçbirine yanıt vermiyordu. Son olarak Edgar Cayce’a gitti ve Cayce ona bilincini yitirdiği duruma geçip bir ilaç önerdi. Biz bu durumu bilinç yitimi diye adlandırmak durumundayız; oysa bu gizemli oluşumu bilenler, onun o anda tamamen bilinçli olduğunu söyleyecektir. Gerçekte, bilme düzeyimiz üçüncü göz boyutuna erişene dek bilinçsizlik devam eder.
Rothschild bir trilyoner olduğundan bu ilacı bulabilmek İçin Amerika’nın altını üstüne getirecek parası vardı ama yine de bulamadı. Kimse gerçekte bu ilacın var olup olmadığını bile kestiremiyordu. İlaçla ilgili bilgi edinmek üzere uluslararası gazetelere ilanlar verildi. Neredeyse üç hafta sonra İsveç’ten bir adam bu isim altında bir ilacın var olmadığını, yirmi yıl önce babasının bu isim altında bir ilacın patentini aldığı halde asla üretimine geçmediğini yazdı. Aynı zamanda babası ölmüş olduğu halde bu ilacın formülünü gönderebileceğini de ekledi. Böylece ilaç hazırlandı ve kadına verilip iyileşmesi sağlandı. Cayce bu ilacı piyasada var olmadığı halde nasıl bilebilmişti?
Başka bir olayda yine bir hastaya belli bir ilacı önerdi; araştırmalar yapıldığı halde ilaç bulunamadı. Bir sene sonra gazetede bu ilaca ulaşılabileceğini duyuran bir ilan çıktı. Bir sene öncesinde laboratuarlarda test edilme aşamasındaydı ve henüz ismi verilmemişti ama Cayce bu ismi de bilmişti. Bu ilaç da o hastaya verildikten kısa bir süre sonra tamamen iyileşmesini sağladı.
Cayce bazen de bulunamayan ilaçlar öneriyor ve hastalar ölüyordu. Bu konuda kendisine soru sorulduğu zaman çaresiz olduğunu ve elinden bir şey gelmediğini söylüyordu. “Bu ilaçları kimin gördüğünü ve ben bilinçsizken kimin konuştuğunu bilemiyorum. O insanla hiçbir alakam yok.” Ama kesin olan bir şey varsa, o da ne zaman o durumda konuşmaya başlasa gözlerinin yukarı doğru çekildiğiydi.
Biz derin uykudayken gözlerimiz de uykunun derinliğine bağlı olarak yukarı doğru çekilir. Günümüzde psikologlar uykuyla ilgi birçok deneyler yapmaktalar. Uykun ne kadar derinse gözlerin de o kadar yukarıya çıkıyor; gözler ne kadar aşağıdaysa o kadar hareketli oluyorlar. Gözler gözkapağının altında hızla hareket ediyorsa bu çok hareketli bir rüya gördüğün anlamına geliyor. Artık derinlemesine yapılmış deneylerle bilimsel olarak kanıtlandığına göre hızlı göz hareketi (Rapid Eye Movement) yani REM hızla gelişen bir rüyanın göstergesi. Gözler ne kadar aşağıdaysa REM de o kadar büyük oluyor; gözler yukarı çıktıkça da REM düşüyor. REM sıfır seviyesine indiği zaman uyku da en derin noktasına ulaşmış oluyor. O noktada gözler sabit şekilde iki kaşın arasındaki noktada duruyor.
Yogaya göre derin uykudayken samadhi yani derin meditasyonla aynı duruma ulaşıyoruz. Gözlerin sabitlendiği yer samadhi’de olduğu gibi derin uykuda da aynıdır.
Sana bu iki tarihsel olayı yalnızca iki kaşının arasında dünyevi hayatın geri çekildiği ve diğer âlemin devreye girdiği bir nokta olduğuna işaret etmek için anlattım. O nokta bir kapıdır. Kapının bu tarafında bu dünya akıp giderken diğer yanındaysa bilinmeyen, doğaötesi bir dünya mevcuttur.
Tilak, yani alına sürülen kırmızı işaret ilkin o bilinmeyen dünyayı simgeleyen bir işaret olarak kullanılmaya başlanmıştı. Herhangi bir yere uygulanamaz ve yalnızca elini alnına koyup o noktanın nerede olduğunu bulabilecek olan kişi sana tilak’ı nereye uygulaman gerektiğini söyleyebilir. Tilak’ı herhangi bir yere koymanın faydası yoktur çünkü o nokta herkeste tam olarak aynı yerde değildir. Üçüncü göz herkeste aynı yerde bulunmaz; çoğu insanda iki kaş ortasının üzerinde yer alır. Eğer kişi geçmiş yaşamlarında uzun süre meditasyon yapmış ve küçük bir samadhi deneyimi yaşamışsa üçüncü gözü daha aşağıda yer alacaktır. Eğer hiç meditasyon yapılmamışsa alındaki nokta daha yukarılarda bulunur. Bu noktanın bulunduğu yere bakılarak geçmiş yaşamında meditasyonla ilişkin belirlenebilir; daha önceki yaşamlarında samadhi halinin başına gelip gelmediği anlaşılabilir. Eğer bu sıklıkla başına gelmişse nokta daha aşağı inmiştir; gözlerinle aynı seviyeye gelmiştir ki daha da aşağı inemez. Eğer bu nokta gözlerle aynı hizaya gelmişse kişi küçücük bir olayla samadhi’ye girebilir. Gerçekten bu olay öyle küçük bir şey olabilir ki önemsiz bile görünebilir. Ve çoğu zaman birisi görünür bir neden olmaksızın samadhi’ye kaydığında bu bizi şaşırtır.
Bir Zen rahibesiyle ilgili bir öykü vardır. Bir kuyudan su çektikten sonra başında bir çanak dolusu suyla geri dönüyormuş. Çanak bir şekilde düşmüş ve bununla birlikte kadın samadhi’ye ermiş, aydınlanmış. Olay hiç kayda değer görünmüyor. Çanak düşüp kırılıyor ve samadhi gerçekleşiyor. Görünürde iki olay arasında mantıklı bir bağlantı mevcut değil.
Böyle bir olay daha var, o da Lao Tzu’nun hayatında gerçekleşmiş. Sonbaharda bir ağacın altında oturuyormuş ve ağacın yaprakları dökülüyormuş. Lao Tzu bu yaprakları izlerken aydınlanmış.
Dökülen yapraklar ve aydınlanma arasında bir bağlantı yoktur ama böyle olaylar gerçekleştiğinde geçmiş yaşamlarda kat edilmiş olan yollar sayesinde manevi yolculuk neredeyse tamamlanmış olduğundan üçüncü göz aşağı doğru inmiş ve gözlerle aynı hizaya gelmiş durumdadır. Bu durumda en küçük bir olay bile teraziyi kıpırdatacaktır; bu herhangi bir şey olabilir.
Kırmızı işaret ve sandal ağacı macunu tam olarak doğru noktaya uygulandığında bu birkaç şeyin göstergesidir. Öncelikle ustan sana tilak’ı belli bir yere koyman gerektiğini söylerse orada bir takım şeyler hissetmeye başlarsın. Bunu daha önce düşünmemiş olabilirsin ama gözlerin kapalı bir şekilde otururken birisi yakından gözlerinin arasındaki noktayı parmağıyla gösterse, sanki birisi seni parmağıyla işaret ediyormuş gibi hissedersin. Bu üçüncü gözün algılamasıdır.
Tilak üçüncü gözünle aynı büyüklükteyse ve tam olarak doğru yere yerleştirildiyse yirmi dört saat boyunca o noktayı hatırlar ve bedeninin geri kalan kısmını unutursun. Bu hatırlama sonucunda tilak’ın daha fazla; bedenininse daha az farkında olursun. Daha sonra öyle bir an gelir ki beden hakkında tilak’tan başka hiçbir şey hatırlanmaz. Bu gerçekleştiğinde üçüncü gözünü açabilirsin. Bu egzersizde bedeni unutup yalnızca tilak’ı hatırlarken tüm bilincin kristal gibi berraklaşıp üçüncü göze odaklanır. Üçüncü gözü açan anahtar odaklanmış bilinçtir. Bu tıpkı bir mercek aracılığıyla güneş ışınlarını kâğıdın üzerinde odaklamaya benzer; bu yöntemle kâğıdı yakabilecek kadar ısı toplarsın. O ışınlar konsantre hale geldiğinde ateş oluşur. Bilinç tüm bedene dağılmış olarak kaldığında yalnızca yaşamayı sürdürme görevini yerine getirebilir. Ancak tümüyle üçüncü gözün üzerine odaklanıldığında üçüncü gözle görmeye mani olan engel yanıp gidecek ve içsel gökyüzünü görmene olanak sağlayan kapı açılacaktır.
Demek ki tilak’ın ilk görevi sana bedenindeki doğru noktayı gösterip yirmi dört saat boyunca orayı hatırlamanı sağlamaktır. Bir başka kullanım nedeni de gelişimini görebilmek için ustanın o noktayı elini alnına koymadan bulabilmesini sağlayıp işini kolaylaştırmaktır. Çünkü bu nokta aşağı indikçe sen de tilak’ı biraz daha aşağıya yerleştirirsin. Her gün o noktayı hissedip üçüncü gözün varlığını nerede hissediyorsan tilak’ı oraya doğru hareket ettirmen gerekir.
Ustanın binlerce öğrencisi olabilir: Öğrenci onun önünde eğilirken usta tilak’ın nerede durduğunu gözlemler ve öğrencinin gelişimiyle ilgili soru sormaya gerek duymaz. Öğrenci gelişme mi gösterdiği yoksa bir engele mi takılıp kaldı bu, tilak’a bakılarak anlaşılır. Öğrenci bu noktanın aşağı doğru indiğini hissedemiyorsa bu bilincini bütünüyle odaklayamadığı anlamına gelir. Ve eğer tilak’ı yanlış yere yerleştirmişse noktanın tam olarak nerede olduğunun bilincinde olmadığı anlaşılır.
Bu nokta aşağıya indikçe meditasyon yöntemleri de değiştirilmelidir. Bir doktor için hastanede yatan hastanın iyileşme grafiğini gösteren çizelgeler ne anlama geliyorsa, usta için de tilak aynı anlamı taşır. Doktorun hastanın durumunu öğrenmesi için, düzenli olarak hemşirenin hastanın ateşini, tansiyonunu, nabzını kaydettiği çizelgeye bakması gerekir. Aynı şekilde tilak da öğrencinin durumunu göstermek için büyük bir deneydi; ustanın hiçbir şey sormasına gerek kalmıyordu. Nasıl yardım edileceğini ya da neyin değiştirilmesini gerektiğini anlayabiliyordu. Tilak bu yüzden önemliydi; meditasyonda yapılması gereken değişikliklerin miktarını belirliyordu.
Bunu şöyle anlayalım. Hepimiz bir cinsellik merkezine sahibiz ve bu merkezi algılamak daha kolaydır çünkü hepimiz cinselliğimizin farkındayız. Oysa üçüncü göz çakramızın pek de farkında değiliz. Yaşamdaki tüm arzularımız bu cinsellik merkezinde doğar. Bu merkez etkin hale gelmeksizin cinsel arzu duymayız. Oysa her çocuk cinsel kapasiteyle ve cinsel arzuyu tatmin etmeye yönelik bütün bir mekanizmayla doğar.
Kadınların üretken süreleri boyunca gereksinim duyacakları tüm yumurtaları içlerinde barındırarak doğuyor olmaları ilginç bir gerçektir. Tek bir yumurta bile sonradan üretilemez. Kadının doğduğu ilk günden itibaren sahip olduğu yumurta sayısı, kaç çocuk doğurma potansiyeli olduğunu belirler. Ergenliğe eriştikten itibaren yumurtalıklarından her ay bir yumurta bırakılacaktır. Eğer bu yumurta erkeğin döllemesi sırasında bir spermle buluşabilirse, çocuğun tohumu atılmış olur. Daha sonra ceninin gelişim aşamasında başka bir yumurta bırakılmaz ve bu durum çocuk doğup birkaç aylık olana kadar da böyle devam eder.
Ancak cinsellik merkezi etkinleşene dek cinsel arzu da oluşmaz. Bu merkez etkinleşmeden önce cinsellik için gereken her şey bedende hazır olduğu halde cinsel arzu uyanmaz. Kişi on üç – on dört yaşına geldiğinde bu merkez etkin duruma geçer. Bu merkezden haberdarız çünkü biz onu etkin hale getirmesek de doğa getirir. Eğer bunun tersi olsaydı çok az kişi bu merkezin farkında olurdu. Aklından cinsellikle ilgili en küçük bir düşüncenin geçmesiyle bile nasıl olup da tüm üreme sisteminin etkin duruma geldiğini hiç düşündün mü? Düşünce zihinde, yani cinsel merkezden uzakta uyanıyor olsa da anında cinsel merkezi etkin duruma getirir. Cinsellikle ilgili her fikir veya düşünce cinsellik merkezini kendine çeker. Tıpkı suyun aşağı doğru akması gibi, her düşünce kendisiyle ilintili merkezin çekimine girer.
Üçüncü göz, irade gücünün merkezidir. Şimdi onun işlevini anlamaya çalışalım.
Bu yaşamda üçüncü göz çakraları etkin hale gelmemiş insanlar binlerce yönden esir olarak kalacaklardır. Bu merkez olmaksızın özgürlük söz konusu olamaz. Siyasi ve ekonomik özgürlükten haberdarız ama bunlar gerçek özgürlükler değildir çünkü irade gücüne sahip olmayan, üçüncü göz çakrası açılmamış olan bir kimse her zaman şu veya bu şekilde esir olarak kalacaktır. Esaretlerin bir türünden kurtulmayı başarabilir ama bu kez başka bir şeyin kölesi olacaktır. Kendi kendisinin efendisi olmasını sağlayacak olan irade merkezine, irade gücüne sahip değildir. Kendi kendine emir verme gücü yoktur; bedeni ve duyularının emirlerine uyar. Midesi aç olduğunu söylerse, açtır. Bedeni hasta olduğunu söylerse, hastadır. Cinsel merkezi sekse ihtiyacı olduğunu söylerse, cinsel arzusu uyanır. Bedeni yaşlı olduğunu söylerse, yaşlanır. Beden emir verir ve o da uyar.
Ancak irade gücü merkezi faaliyete geçtiği anda beden emir vermeyi bırakıp itaat etmeye başlar; tüm düzen tersine döner. Böyle bir kimse kanından akmamasını istediği zaman kanı durur, kalbinden, nabzından atmamasını isterse onlar da durur. Böyle bir kimse bedeninin, zihninin ve duyularının efendisi olmuştur. Ancak üçüncü göz çakrası faaliyete geçmeden bu olanaksızdır. Bu merkeze ne denli farkındalık getirirsen kendinin de o denli efendisi olursun.
Yogada bu merkezi uyandırmak üzere birçok deney yapılmıştır. Alında tilak taşımak da bunlardan biridir. Kişi zaman zaman farkındalığını bu noktada yoğunlaştırırsa büyük sonuçlar elde edebilir. Tilak taşındığında dikkatin sürekli bu noktaya çekilecektir. Tilak konduğu anda o nokta bedeninin gerisinden ayrılmış olur. Bu nokta çok hassastır ve tilak doğru yere konduğu zaman onu hep hatırlamak durumunda kalırsın. Belki de bedenindeki en hassas noktadır. Tüm çaba bu hassasiyeti tetiklemeye yöneliktir.
Bu hassas noktayı işaretlemenin yöntemleri vardır. Yüzlerce deneyden sonra bu iş için sandal ağacı macunu seçilmiştir. Sandal ağacı macunu ve üçüncü göz çakrasının duyarlılığı arasında bir nevi titreşim mevcuttur ve macun o noktaya sürüldüğünde duyarlılığını derinleştirir. Herhangi bir madde bu iş için kullanılamaz, hatta diğer bazı maddeler o noktanın duyarlılığını fena halde zedeleyebilirler.
Örneğin kadınlar alınlarına renkli plastik noktalar yapıştırırlar ama çarşıdan alınan bu tika’lar herhangi bir bilimsel temele dayanmaz. Yogayla hiçbir ilgileri yoktur ve üçüncü gözün duyarlılığına zarar verirler. Buradaki soru bir maddenin bu noktanın duyarlılığını arttıracak mı yoksa azaltacak mı oluşudur. Eğer duyarlılığı arttırıcı özellikteyse iyidir, değilse de zararlıdır. Bu dünyada küçücük bir şey bile büyük bir fark yaratabilir; her şey kendi ayrı etkisine sahiptir. Bundan yola çıkarak bazı özel şeylerin faydaları ortaya çıkarılmıştır. Üçüncü göz çakrası duyarlılaşıp, etkin hale gelebilirse sana daha büyük bir bütünlük ve haysiyet kazandıracaktır. Daha tamamlanmış, daha bütün olacaksın; içindeki her şey ayrı ve bölünmüş olmayı bir kenara bırakacak ve sen tam olacaksın.
Tika denilen küçük, yuvarlak işaretle daha uzun olan tilak’ın kullanımları arasında fark vardır. Tika özellikle kadınlar içindir. Kadınların üçüncü göz çakrası çok zayıftır; öyle de olmak zorunda çünkü kadının tüm kişiliği teslimiyete yönelik yaratılmıştır, güzelliğini teslimiyetten alır. Eğer kadının üçüncü göz çakrası güçlenirse teslim olması da zorlaşacaktır. Onun üçüncü göz çakrası erkeğinkine kıyasla çok daha zayıftır. Bu nedenle bir kadın şu veya bu şekilde her zaman birinin yardımına ihtiyaç duyar. Kadın genelde kendi başına olmaya kalkışmak yerine bir yardım eli, yaslanacak bir omuz, yol gösterecek bir kişi arar. Birinin ona ne yapması gerektiğini söylemesinden hoşlanır ve bu birinin izinden gitme arzusu onu mutlu eder.
Hindistan, kadınların üçüncü göz çakrasını faaliyete geçirmeye yönelik çabanın gösterildiği tek ülkedir. Bunun tek nedeni, bu çakra faaliyete geçmeden kadının manevi yaşama dair hiçbir ilerleme kaydedemeyeceğinin, irade gücü olmaksızın meditasyonda ilerleyemeyeceğinin hissedilmesiydi çünkü bunları başarabilmek için güç gerekiyordu. Ancak onun üçüncü göz çakrasını farklı bir yöntemle güçlendirmek gerekliydi çünkü bu, erkekler için geçerli olan, olağan yoldan yapıldığı takdirde kadının dişiliğini eksiltecek ve erkeksi nitelikler edinmeye başlamasına neden olacaktı.
Bu nedenle tika değişmez ve katı bir şekilde kadının kocasıyla ilintiliydi. Bu bağlantı gerekliydi çünkü bağımsız olarak uygulansa kadının özgürlüğünü arttıracak ve kendi kendine yeter hale gelmesini sağlayacaktı. Ve o özgürleştikçe git gide zarafetini yitirecek, güzelliği ve esnekliği yok olacaktı. Onun başkalarından yardım arayan halinde belli bir nezaket ve yumuşaklık vardır oysa bağımsızlaşmasının sonucunda sert ve katı olması kaçınılmaz hale gelecektir. Bu nedenle onu doğrudan güçlü kılmanın dişiliğini zedeleyeceği, anne olarak sorun yaşamasına ve teslimiyetinin güçleşmesine neden olacağı düşünüldü. Bu yüzden irade merkezinin kocasıyla bağlantılı olmasına çaba gösterildi. Bu iki yönden yararlı olacaktı: dişiliği etkilenmeyecek ama irade merkezi yine de faaliyete geçebilecekti.
Bunu şu şekilde anlayabiliriz: Üçüncü göz çakrası ilişkilendirildiği kimsenin aleyhinde işleyemez. Dini ustayla ilişkili olduğunda ona karşı gelemez. Kadının kocasıyla ilişkiliyse, kadın da asla kocasına karşı gelemez. Tika kadının alnında doğru noktaya takıldığı zaman onun kocasıyla olan derin bağlantısı nedeniyle kadın kocasını izleyecek ama aynı zamanda dünyanın geri kalan kısmıyla olan ilişkilerinde de güçlü olacaktır.
Hipnotizmanın ne olduğunu anlayabiliyorsan bu derin ilişkilendirme olgusunu de anlayabilirsin. Hipnozcu, kişiyi hipnotize ettiği zaman kişi artık yalnızca hipnozcunun sesini duyabilecektir. Hipnozcunun alçak sesle verdiği emri duyabilirken, izleyicilerin çıkardıkları yüksek sesli gürültüleri duyamaz. Tika takan Hintli kadın için de benzer bir durum söz konusudur: Bu onu derinden telkin edilebilir kılar. Hipnotize edilen kişi yalnızca hipnozcusuna açık kalarak diğer herkese karşı kapanır. Hipnozcu ona ayağa kalkmasını fısıltıyla söylese bile bunu yerine getirir. Oysa başka birinin yüksek sesle verdiği emri duymaz bile. Bu kişinin bilinci artık tek bir açıklığa sahiptir o da hipnozcuya yöneliktir; üçüncü göz çakrası yalnızca hipnozcuyla bağlantıdadır.
Bu mantra kadının tika’sıyla bağlantılı olarak kullanılır. O yalnızca kocasının izinden gidecek ve kendisini yalnızca ona teslim edecektir. Dünyanın geri kalan kısmına karşı özgürlük ve bağımsızlığını korur ama bu şekilde dişiliğiyle ilgili bir sorun da yaşamamış olur; kadınlığı korunmakta, kadınsı nitelikleri zarar görmemektedir. Koca öldüğü zaman tika çıkarılmalıdır çünkü artık kimseyi izlememesi gerekir. İnsanlar tika’nın arkasındaki bilimsel yaklaşımdan haberdar değildir; kadın dul kaldığı için tika’nın çıkarıldığını sanırlar. Ama onun çıkarılmasının arkasında yatan bir neden vardır. Artık hayatının geri kalan kısmında herhangi bir erkek gibi yaşamak zorundadır; ne kadar bağımsızlaşırsa o kadar iyidir. Başka birinin izinden gitmesine neden olabilecek en küçük bir savunmasız alan bile bırakmamalıdır.
Bu tika deneyi oldukça derindir ancak, doğru noktada olmalı, doğru malzemeden yapılmalı ve doğru şekilde takılmalıdır; yoksa anlamını yitirir. Tika yalnızca süs amacı taşıdığında hiçbir değeri yoktur. O zaman yalnızca bir formaliteden ibarettir. Tika bir kadına ilk kez takılacağı zaman bu törensel bir şekilde ve ustanın öğrencisinin alnına tilak’ı ilk kez yerleştirirken uyguladığı resmi ayine göre gerçekleştirilir. Ancak bu şekilde uygulandığında etkili olacaktır; yoksa hiçbir işe yaramaz.
Artık tüm bu şeyler önemini yitirmiştir çünkü yaslandıkları bilimsel düşünce zinciri tamamen yok olmuştur. Artık yalnızca boş bir ayin, amaçsızca, sevgisizce bir şekilde taşınmaya devam edilen içi boşalmış bir dış kabuğa dönüşmüşlerdir.
Sana üçüncü göz çakrası hakkında faydalı olacak birkaç şey daha anlatacağım. Ajna çakra’dan yukarı doğru çizilen çizgi beyni ikiye böler: Sağ ve sol beyin. Beyin o çizgide başlar. Beynimizin bir yarısının kullanılmadığı; en zeki insanlarda, dâhilerde bile beynin en fazla yarısının kullanıldığı, diğer yarının kullanılmadığı ve gelişmediği gözlenmiştir. Bilim adamları ve psikologlar bunun nedenini bilememektedirler. Beynin o yarısı ameliyatla alınsa bile her şey normal olarak işlemeye devam edebilir; kişinin beyninin yansının alındığından haberi bile olmayabilir. Oysa bilim adamları doğanın gereksiz hiçbir şey üretmediğinin bilincindedirler. Bir kişinin beyni hatalı olabilir ama tüm insanlığın değil! Ama tüm insanların beyinlerinin yarısı kullanılmamış, faaliyet dışı ve tamamen hareketsizdir.
Yoga beynin bu kısmının yalnızca üçüncü göz çakrasının etkin duruma gelmesiyle faaliyete geçeceği iddiasını korur. Beynin yarısı üçüncü göz çakrasının altındaki, diğer yarısıysa üstündeki merkezlerle bağlantılıdır. Üçüncü göz çakrasının altındaki merkezler çalışırken beynin sol tarafı kullanılır. Onun üzerindeki merkezler harekete geçtiğindeyse beynin sağ tarafı etkin duruma gelir. O diğer yarının faaliyetleri hiç yaşanmamış olduğunda bunun kavranması da imkânsızdır.
İsveç’te adamın biri trenden düşmüş. Hastaneye kaldırıldığı sırada çevresindeki on beş kilometre çapında yayın yapan tüm radyo istasyonlarının programlarını duymaya başlamış. Önce duyduğu sesi bir uğultu olarak tarif ettiği için bunun beynindeki bir hasardan kaynaklandığı düşünülmüş. Ancak iki hafta sonra radyo programlarını net bir şekilde duymaya başlamış ve büyük bir korkuya kapılıp doktoruna ne olup bittiğini sormuş. Doktora radyo programlarını kulağının dibinde bir alıcı varmışçasına net bir şekilde duyabildiğini anlatmış. Doktor ona ne duyduğunu sorunca bir şarkının dizesini tekrarlamaya başlamış; bu doktorun biraz önce evdeyken radyoda duyduğu şarkının aynısıymış. O şarkıdan sonra radyo yayını bitmiş ve doktor da hastaneye doğru yola çıkmış. Yayın yeniden başladığında hastanın duyduğuyla, yayınlanan şeyleri kıyaslayabilmek için hastaneye bir radyo getirilmiş. Bunun sonucunda adamın kulaklarının bir radyo alıcısı gibi işlediği anlaşılmış. En sonunda ameliyat olması gerekmiş yoksa çıldırabilirmiş çünkü programları kapatması mümkün değilmiş. Yayınları istese de istemese de her an duyuyormuş.
Bu olayın kesinleştirdiği bir şey varsa, o da kulağın çok büyük bir potansiyele sahip olduğudur. Bu yüzyılın sonunda kulaklarımızı radyo yayınlarını doğrudan dinlemek için kullanmamız mümkün olabilir. Kulağa yalnızca bir açma kapama düğmesi eklenerek radyo alıcısı gibi kullanılması sağlanabilir. Bu fikir yalnızca adamın geçirdiği tren kazası sayesinde ortaya çıktı. Zaten dünyada birçok yeni buluş, fikir ve bakış açısı kazara ortaya çıkmıştır. Geçmiş bilgilerimize dayanarak kulağın radyo alıcısı gibi işleyebileceğini asla düşünemezdik. Kulak da, radyo alıcısı da duyma işini gerçekleştiriyor, ikisi de alıcı özellikte. Ama radyo kulaktan sonra ortaya çıkmış, kulak ona bir model oluşturmuştur; radyo, kulaklarımız sayesinde anlam kazanmıştır. Kulağın sahip olduğu diğer potansiyel özellikler kazara karşımıza çıkmadıkça bizim için bilinmez olarak kalacaktır.
Benzer bir vaka da İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelmişti. Bir adam yaralanmış ve bilincini yitirmişti. Bilinci geri geldiğinde gündüz vakti gökyüzündeki yıldızları görebilmeye başladı. Yıldızlar her zaman oradadır ancak Güneş’in parlaklığından dolayı onları göremeyiz; çok uzaktadırlar ve gün ışığı araya girer.
Güneşten yüz binlerce kat daha büyük yıldızlar mevcuttur ama Güneş’e ve dünyaya çok daha uzak mesafededirler. Güneş ışınlarının dünyaya ulaşması yaklaşık dokuz dakika alırken en yakındaki yıldızın ışığının dünyaya ulaşması dört ışık yılı sürer. Güneş ışığı saniyede üç yüz bin kilometre hızla yol alır. Bu hızda bile Güneş ışığının dünyaya ulaşması dokuz dakika alır ve en yakın yıldızın ışığı da dünyaya dört yılda ulaşır. Öyle uzak yıldızlar vardır ki ışıkları bize dört bin yıl, dört yüz bin yıl, dört milyon, hatta dört milyar yılda ulaşabilir. Bazı bilim adamlarına göre kimi yıldızların ışınları Dünya var olmadan önce yola çıkmış oldukları halde ancak gezegenimiz yok olduğunda ona ulaşmış olabileceklerdir. O ışınlar kendi yolculukları boyunca Dünya diye bir olgunun var olmuş olduğunu asla öğrenemeyebilirler.
Bu yaralanmış adamın gördüğü yıldızlar gündüz de vardır ama görünmezler. Oysa o görüyordu! Gözlerine ne olmuştu? Olağanüstü bir kapasite geliştirmişlerdi; bu olay gözlerin potansiyelini ortaya çıkarmıştı. Gözlerimizin bizim farkında olmadığımız, uyur durumda bir potansiyeli olduğunu gösterir ki tüm duyularımız böyle bir potansiyele sahiptir. Bize mucize gibi görünen her şey normalde uykuda olan potansiyelimizin bir anlık açığa çıkışından kaynaklanır. Bu mucize değildir. İçimizde binlerce ortaya çıkmamış mucize gizlidir; kilitli kapılar ardında saklanırlar.
Birkaç dakika önce beynimizin yarısının genelde kullanılmadığından ve yalnızca üçüncü göz çakrasının faaliyete geçmesiyle etkin hale geldiğinden söz ediyordum. Bu yoganın içgörüsüdür. Bu tür içgörüler yakın zamanda edinilmiş deneyimler sayesinde ortaya çıkmış değildir, yirmi bin yıllık bir bilgi birikimine dayanırlar. Bilimin ulaştığı sonuçlara fazla güvenemezsin çünkü bilimin bugün doğruluğuna inandığı bir verinin altı ay sonra yanlışlığı kanıtlanabilir. Oysa yoganın bu içgörülerinin doğruluğu en az yirmi bin yıllık deneyimler sayesinde kanıtlanmıştır. Kendi uygarlığımızın ilk olduğuna dair bir yanılsama içinde olsak da bizden önce de birçok uygarlık var olmuş ve ortadan kalkmıştır. Bizden önce birçok kez insanlık benzer, hatta daha ileri bilimsel gelişmelere erişmiştir ama bu uygarlıklar yok olmuştur.
1924 yılında Almanya’da atom bilimi üzerine bir araştırma merkezi kurulmuştu. Bir sabah aniden, Falkaneli adında bir adam buraya gidip merkezin üst düzey görevlilerine yazılı bir mesaj iletmişti. Bu mektupta şöyle yazıyordu: “Ben ve birkaç kişi atom bilimiyle ilgili bazı kesin gerçekleri bilmekteyiz ve bu bilgilere dayanarak sizi atom araştırmalarında daha ileri gitmemeniz için uyarıyorum çünkü bizim uygarlığımızdan önce gelen niceleri patlayıcı atom enerjisi sayesinde kendi kendilerini yok etmişlerdir. Daha ileri gitmeden araştırmaları durdurmak en hayırlısıdır.” Daha sonra bu satırların yazarı bulunmaya çalışıldıysa da başarılı olunamadı.
1940’ta Heisenberg adlı büyük Alman bilim adamı, atom enerjisini geliştirmek üzere çalışmalar yapıyordu. Yine aynı kişi, yani Falkaneli onun evine gelerek hizmetçisine bir not uzatıp oradan uzaklaştı. Notta yazan mesaj aynıydı ve yine yazarın izi bulunamadı.
1945’te Hiroşima’ya atom bombası atıldığında bombanın yaratılmasına katkıda bulunan on iki bilim adamının her biri de, Falkaneli’den hala araştırmaları durdurmak için çok geç olmadığını; aksi takdirde yıkım için ilk adım atıldığına göre sonuncusunun da fazla uzakta olmadığını dile getiren benzer bir mektup aldılar. Amerika’nın en büyük nükleer bilim adamı olup atom bombasının üretimine büyük katkılarda bulunmuş olan Oppenheimer bu mektubu alır almaz nükleer araştırma kurulundan istifa edip, “Günah işledik” diye beyanatta bulundu. Oysa bir kez daha bu Falkaneli’nin izine rastlanamamıştı. Falkaneli’nin iddiası epey olasıdır: Bizden önceki uygarlıklar atom enerjisiyle oynayıp kendi kendilerini yok etmiş olabilirler.
Hindistan’da Mahabharata savaşı sırasında biz de atom enerjisiyle oynayıp kendimizi yok ettik. Durum şudur: Çocuk büyür ve babasının yaptığı hataların aynılarını yapar. Artık yaşlanmış olan baba onu bu hataları tekrarlamaması için uyarır ama artık yaşlanmış olan kuşaklar genç kuşakları uyarsa da gençlikte böyle hatalar hep yapılır. Uygarlıkların yıkılması da aynı adımların atılıp, geçmiş uygarlıkların hatalarının tekrar edilmesinden kaynaklanır. Uygarlıklar da çocukluk ve gençlik evrelerinden geçip, yaşlanır ve ölürler.
Yoganın içgörüleri yirmi bin yıllık bir süreç sonucunda kazanılmıştır; tarihi olarak yirmi bin yıllık bir dönemin vardığı sonuçlar oldukça açık ve nettir. Bir adamın gençliğini incelemek istediğinde on adama birden göz atman gerekir çünkü bir adam için geçerli olan, herkes için geçerli olmayabilir. Tek başına bir kişi veya bir olayın incelenmesi sonuca varmak için yeterli değildir. Bu yüzden geçmiş yirmi bin yılın oluşturduğu resmin yeterince açık olduğunu söylüyorum.
Yirmi bin yıl boyunca yoga, bu dünyevi yaşamın ötesini bilebilmek için beynin uyur vaziyette, faaliyet dışı olan üçüncü göz çakrasıyla bağlantılı olan diğer yarısını harekete geçirmemiz gerektiği konusundaki ısrarını korudu. Mutlak olana dair, yani maddenin ötesine dair herhangi bir şey öğrenmek istiyorsan beynin bu diğer yarısının faaliyete geçmesi gerekiyor. Ve bu diğer yarıya açılan kapı, yani üçüncü göz çakrası, tilak’ı uyguladığımız noktadadır. Orası dışsal noktadır ve alnın yaklaşık dört santim derininde yer alan içsel bir merkeze karşılık gelir. Bu derin nokta, bu merkez, maddenin ötesinde yer alan transandantal dünyaya açılan bir kapı görevi görür.
Hindistan’da tilak kullanıldığı gibi, Tibet’te de üçüncü göz çakrasına ulaşabilmek için bu noktaya cerrahi müdahaleler uygulamaya dayalı yöntemler mevcuttur. Tibetliler üçüncü göz çakrasına ulaşmak için tüm diğer uygarlıklardan çok daha fazla çaba göstermişlerdir. Gerçekten de farklı yönlerden yaşamı irdeleyen Tibet ilim ve yaklaşımlarının tümünün temelinde üçüncü göz anlayışı yatar.
Daha önce trans halindeyken hastalıklara çare bulan Edgar Cayce’ten söz etmiştim. O, Amerika’daki tek vakaydı, oysa Tibet’te insanlar yalnızca transa, samadhi’ye geçebilen İnsanlardan tıbbi öneri alırlar. Tibetliler üçüncü göz çakrasına ameliyatla dışarıdan ulaşmaya çalıştılar. Ancak bu noktaya dışarıdan ulaşmak, Hindistan’da yapıldığı gibi yoga yöntemleriyle içsel olarak ulaşmaktan oldukça farklıdır. Beynin uykuda olan kısmı yoga sonucu içsel olarak etkin duruma geçtiği zaman, bilincin gelişiminden dolayı etkinleşmiş olur. Bu merkez, bilinçsel arınma gerçekleşmeksizin dışsal olarak açıldığında beynin o yarısının faaliyete geçmesiyle elde edilecek başarıların kötüye kullanılma olasılığı doğar çünkü adam aynı kalmış, bilinci meditasyon yoluyla içsel bir dönüşüme uğramamıştır. Bilincin meditasyon sonucunda değişim geçirmesi gerekmektedir.
Beynin bu tarafı içsel bir dönüşüm olmaksızın etkin duruma geçerse, kişi örneğin duvarların ve maddesel engellerin arkasını görebilme yeteneğini kuyuya düşmüş birini görüp onu kurtarmak için değil de yerin altında gördüğü hazineleri çıkarmak için kullanabilir. Böyle bir kimse insanların kendisine itaat etmesini sağlayabileceğini gördüğünde onlardan kendi çıkarları için faydalanabilir.
Dışsal müdahaleler Hindistan’da da yapılabiliyordu ama Hintliler buna hiç yeltenmediler çünkü yogayı uygulayan kimseler bilincin içsel olarak dönüşümü gerçekleşmeksizin böyle güçlerin etkin duruma gelmesinin ve onları kötüye kullanacak olan kimselerin eline geçmesinin ne denli zararlı sonuçlar doğurabileceğini biliyorlardı. Bu tıpkı bir çocuğun eline bir kılıç vermeye benzer. Çocuk kılıçla yalnızca diğerlerini değil kendini de öldürebilir. Demek ki yeni güçler etkin kılınmadan önce bilincin dönüşüme uğraması şarttır.
Tibet’te tilak’ın uygulandığı nokta fiziksel aletlerle delinmeye çalışılmıştır. Böylelikle Tibetliler beynin uyuyan kısmındaki gücü öğrenme ve yaşama fırsatını elde etmiştir. Oysa manevi disipline göre Tibet büyük bir ülke olamamıştır. Bunca yol kat edilmiş olmasına karşın Tibet’ten bir Buda çıkmamış olması şaşırtıcıdır. Birçok güç geliştirilmiş, benzersiz birçok bilgi edinilmiş ama önemsiz amaçlar uğruna kullanılmışlardır. Hindistan’da ise bir takım aletlerle deneyler yapmak yerine tüm enerjiyi içsel olarak üçüncü göz çakrasına odaklamaya çalışılmıştır ki üçüncü göz bu kabaran enerjinin gücüyle açılabilsin. Bilinç akışını üçüncü göze odaklamak büyük bir disiplin gerektirir; zihnin yüksek disiplin düzeylerine çıkmasını gerektirir. Genelde zihin aşağı doğru hareket eder; aslında zihin normalde cinsellik merkezine doğru akar. Ne yaparsak yapalım; para kazanmak, statüyü yükseltmeye çalışmak gibi eylemlerde de görünmez bir şekilde motivasyonu sağlayan güç cinsel arzudur. Para kazanıyorsak, bunu yalnızca seksi satın alabilme ümidiyle yaparız. Daha yüksek mevkilerde olmayı arzuluyorsak, bu yalnızca seks partnerleri seçecek ve garantiye alacak güçte olabilmek içindir.
Bu nedenle geçmişte bir kralın ünü sahip olduğu kraliçe sayısıyla ölçülürdü ki gerçek ölçüt de budur. Yoksa iktidarın ne değeri kalır? Demek ki iktidar, para ve statü dolambaçlı bir yoldan yalnızca temeldeki seks dürtüsünü tatmin etmeye yöneliktir. Enerjin aşağıya, yani cinsel merkeze doğru akmaya devam ettiği sürece manevi olarak eğitilebilmen zordur.
Bu nedenle enerjini daha yüksek düzeylere yönlendirmek istiyorsan cinsel enerjinin doğrultusu tersine döndürülmelidir. Akışın yönü tümüyle tersine çevrilmelidir. Bir geri dönüş yapıp tüm dikkatini yukarıya dönük olarak yönlendirmelisin. Yukarı doğru dikey bir hareket olmalıdır ve bu büyük bir manevi disiplin gerektirir. Atılan her adımda bir yüzleşme yaşanacak ve yapılması gereken fedakârlıklarla karşılaşılacaktır. Engin ve sınırsız olana ulaşabilmek için alt düzeydeki her şeyden kurtulman gerekecek. Bedelin ödenmesi gerekiyor. Böyle bir bedel karşılığında yüce güçler elde ettiğinde onları kötüye kullanman mümkün müdür? Kötüye kullanmak söz konusu olamaz çünkü bu güçleri kötüye kullanma potansiyeline sahip olan kişi bu hedefine ulaşamadan yarı yolda tükenip gidecektir.
Tilak’ı kişinin mutluluk anlarıyla ilişkilendirmenin güçlü bir nedeni vardır. Ne zaman mutlu bir olay olsa alına bir tilak konur. Bu durumda hem mutlu olay hem de tilak bağlantı yoluyla anımsanacaktır. Bu noktada bağlantı kanunu hakkında biraz bilgi edinmek gereklidir.
Rus bilim adamı Pavlov bu alanda birçok deney gerçekleştirmiştir. Her şeyin birbiriyle bağlanabileceğini, yaşamlarımızın da yalnızca bu bağlantıların toplamından ibaret olduğunu savunmuştur. Deneylerinden biri oldukça ünlüdür. Köpekleri beslemekle ilgili bir deneydir. Pavlov köpekler yemeğe bakarken salyalarının harekete geçmesi için yemeği onların biraz uzağına bırakıyordu. Daha sonra bir zil çalıyordu. Zil ve tükürük salgısı arasında hiçbir bağlantı yoktu ama yemek köpeklere ne zaman sunulsa tükürük salgılamaya başlamalarının ardından zil çalıyordu. Bu on beş gün boyunca tekrarlandıktan sonra zil ve salya arasındaki zihinsel bağ oluşturulmuş oldu. On altıncı günde ortada yemek olmadığı halde zil çaldığında köpeğin salyaları akmaya başladı. Zilin çalınması köpeğin hafızasında yemeği çağrıştırıyordu: Zil yemeğin simgesi haline gelmişti.
Aynı bağlantı kanunu tilak için de geçerlidir: Mutlulukla bağlantılı olarak kullanılmıştır. Ne zaman mutlu bir olay yaşansa tilak kullanılıyordu ve bu yüzden tilak ve mutluluk zamanla öylesine birbirine bağlandı ki tilak unutulmaz hale geldi. Böylece ne zaman mutlu olunsa akla ilk gelen şey üçüncü göz çakrası oluyordu. Her zaman mutlu anları anımsamaktan hoşlanırız ve bu olaylar olup bittiğinde gerçekten mutlu olmuş olsak da olmasak da mutlu anılarla yaşarız. Küçük mutluluklar bile abartılır; mutlu olayları büyütürken, mutsuzluk vermiş olanları da küçültürüz.
Sevgilinle ilk karşılaştığında ne kadar da mutluydun! Bugün geriye dönüp baktığında bu ne büyük bir olay gibi görünür. Oysa onunla bugün gerçekten karşılaşsan mutluluk bir anda büzüşüp küçülür. Sonraki yirmi dört saat boyunca onu kafanda yine büyütürsün. Hayatın içinde öyle çok mutsuzluk mevcuttur ki bu mutlu olayları büyütmeseydik yaşamamız da oldukça güç olurdu.