Yaşarken yaşam çarkının içinde çoğu zaman kayboluruz. Çünkü genellikle odağımız dışarısıdır. Dış dünyada olan olaylar, bizim ilişkilerimizdeki deneyimlerimiz, maruz kaldığımız durumlar, beklentilerimiz, istek ve arzularımız başlı başına odak noktalarımızdır. Olmakta olan ile kendi ilişkimizi bazen kurarız sorumluluk alırız, bazen de kuramayız suçlarız. Kendi dünyamızı yaratmak aklımıza bile gelmez. Pek çoğumuz da böylesi bir gerçekliğe inanmayız.
“Siz O’sunuz”
Son zamanlarda sosyal medyada, ruhsal gelişim uzmanlarının oluşturduğu belgesellerde tanrısallıktan bahsedilir. Siz O’ sunuza işaret edilir. Bir sürü kişisel gelişim uzmanının kitaplarında da bu söylemlere rastlamaktayız. Hatta din bilgilerinde de “Cenabı Allah yalnız insanlara değil, bütün yarattığı canlılara kendi hayatından hayat, kendi canından canlılık vermiştir. Ruhundan üflemesi hayat vermesi anlamındadır.” diye geçer. Peki, aslında tüm bunlarla bize ne anlatılmak istenmekte hiç düşündünüz mü?
Henüz kendi dünyalarımızı yaratmayı beceremezken Tanrısallık bize ne kadar yakın? Bir yandan da din bilgileri, din kitapları bu konuyu gizlilik altında bizlere sunmaktalar. Kurban bilincindeki bireyler için bu bilgiler korku ifade etmektedir. Bireyselleşmeye başlamakla birlikte kendi öz gücümüz açığa çıkar ki bu da korkunun öteki yüzüdür. Yani aşırı güven. Her ikisi de dengeli değildir.
Aslında burada bize anlatılmak istenen şüphesiz kim olduğumuzu anlamak ve ona göre davranabilmektir. İnsan kisvesi altında yaşamlarımızı sürdürdüğümüze göre yaşadığımız dünyada “İnsan ” olarak neler yapabiliriz? İnsan olmak ne demek?
Sadece “ben” diyebilmemiz mümkün mü?
Tüm bu sorular bizim kendimize dönmemizi sağlar. Biz derken herkesi kastetmekteyim. Çünkü insan sıfatı tüm insanlığı içine almaktadır. Hep birlikte yaşadığımız dünyamızda sadece ” ben” diyebilmemiz mümkün değildir. Yukarıdaki ruha üfleme söyleminde de tüm canlılara ifadesi kullanılıyor.
İnsan bilinçli varlıktır. Düşünür, hisseder, idrak eder, karar verir. Yani davranışlarından sorumludur. Bunun anlamı ne yapıyorsak, ne düşünüyorsak tüm bunlar diğer canlıların da hayatlarını etkiliyor demektir. O zaman ne düşündüklerimiz, ne kararlarımız, ne de davranışlarımız bireysel olamaz.
Bir diğerinin kaybı söz konusu olduğu bir durumda benim kazanıyor olmam zafer kazanmam, başarı kazanmam anlamına gelse de bütünsel bakışta, tümünü değerlendirdiğimizde sonuç hiç de göründüğü gibi değildir. Eninde sonunda bir diğerinin kaybı gün gelecek beni de etkileyecektir. Çünkü birbirimizden ayrı değiliz, hiç de ayrı olmadık ve yaptığımız her şey birbirimizi bir şekilde etkilemektedir.
Ancak yaşadığımız dünya üzerindeki nesnelleşmelerden ötürü “benim” kavramının hayatımıza kattığı şey ayrılık bilinci olmuştur. Bu sayede her yaşanan olay, düşünce, hareket yaşamımızdaki uç noktaları işaret eder. Ya iyi ya kötü, ya başarı ya kayıp, ya güç ya zayıflık. Böylece kendi dünyalarımızı oluştururken sınırlar çizdik, kendimizi benlere böldük, korumaya aldık. Sonuç olarak aynı nefesten üflensek de kendimizi ayrı zannettik.
Oysaki insan olarak Tanrının vasıflarını davranışlarımız olarak benimsesek, onun bizi gördüğü gibi insanları görsek, onun sevdiği gibi koşulsuz sevebilsek, insanlara yargısız yaklaşabilsek, diğerlerini yönetmeyi, değiştirme çabalarımızı bıraksak, olana izin versek, olanı olduğu gibi kabul etsek, kutuplu, ikilikli düşünmesek, ayrılık bilincini bıraksak, birlik içinde hareket etsek, sınırları kaldırsak, olana teslim olsak, kendimiz için yaptığımız şey Tanrı için yaptığımız şey olsa aynı zamanda ve doğal olarak diğer canlar içinde olsa, yaşadıklarımızın bizlerin dersleri olduğunu bilsek, sorumluluklarımızı alsak, ne yapıyorsak yeterince iyi olsak, paylaşsak, birbirimizi takdir etsek, haddimizi bilsek, önce kendimize sonra tüm canlılara saygılı olsak, bu dünyada her canlının yaşam hakkı olduğunu bilsek. Nasıl bir dünya yaratmış olurduk sizce? Fark edelim, fark ettirelim…
Kaynak: indigodergisi – Yazar: Rüya Yüksel – 26 Ağustos 2015