Sadece bir hayal kahramanı mı Arthur? Yoksa gerçekten yaşamış ve tüm dünyaya adını duyurmuş bir şövalye mi? Tam olarak açıklık kazanmamış bir giz var Arthur’un hikayesinde. Belki de bu gizemdir onu bu kadar çekici kılan. Hem tarihi hem de mitolojik bir kahraman… Belki hayal belki gerçek ama öyle bir öykü ki bu, herkese göre bir şeyler var.
Bu kılıcı taştan çıkaran kişi, tüm Britanya’nın hakimi olacaktır.
On beş yaşında olan genç Arthur kılıcı taştan çıkardığında bu kehanetten ve kehanetin anlamından habersizdi. Hiç kimsenin yapamadığını Arthur çok kolaylıkla ve farkında olmadan başarmıştı. Kralın kim olacağını belirlemek için düzenlenen turnuvada, kardeşliği Kay da yarışıyordu fakat Kay’ın kılıcı kırıldı. Kardeşliğine seslendi; ”Arthur, hemen bana bir kılıç bul!” Arthur çadırın her yerine bakmasına rağmen bir kılıç bulamadı. Aklına kilisenin bahçesindeki taşa saplı kılıç geldi. Hemen kiliseye koştu ve kılıcı olduğu yerden çok kolaylıkla çekip aldı. O henüz bilmiyordu ama bunun anlamı kral olacağıydı. Fakat Kay kardeşliğinin getirdiği kılıcı tanıdı ve Arthur’u sessiz olması konusunda uyardı. Amacı Arthur’un hakkı olan krallığı kapmaktı. Büyük bir heyecanla babasına koştu ”Baba, kılıcı çıkardım Britanya Kralı benim!” Ector ona inanmadı, kılıcı yerine koymasını ve herkesin önünde tekrar çıkarmasını istedi. Kay elbette bunu başaramadı çünkü krallığın ve kılıcın gerçek sahibi Arthur’du.
Kılıca sahip olmak Arthur’un hayatındaki birçok şeyi değiştirdi. Kral olacağı değildi onu sarsan, Ector ve Kay’ın gerçek ailesi olmadığını öğrendi. Ector bunu açıklamak zorunda kalmıştı çünkü ülkenin ileri gelenleri Arthur’un kral olamayacağını, soylu bir aileden gelmediğini iddia ederek krallığı ona bırakmak istemiyorlardı. Ector çok zorlansa da her şeyi anlattı Arthur’a. Büyük kahin Merlin de anlatılanları doğruladı çünkü Arthur’u Ector’a getiren ve ona bakmasını söyleyen Merlin’di. Babası Britanya Kralı Uther Pendragon annesi ise Cornwal Düşesi İgraineydi yani tamamen kralın soyundan geliyordu. Uther, Arthur doğduktan iki yıl sonra ölmüştü ve kardeşi Aurelius Ambrosius ile birlikte Stonehenge’de Devlerin Yüzüğü’nün içinde gömülüydü.
Aradan geçen yıllarda Arthur Britanya topraklarını genişletmiş, kazandığı başarılarla halkının gözünde büyük bir kahraman ve mükemmel bir kral olmuştu. İzlanda’yı fethettiği sırada Kraliçe Margawse’ye aşık oldu. Margawse evliydi ama bu onları durdurmaya yetmedi. Birlikte olduklarında üzerlerindeki lanetten habersizdiler. Uzun zaman sonra Merlin şu kehanette bulundu ”Tanrı sana çok kızgın çünkü sen öz kardeşinle yattın! Bu birleşmeden doğacak çocuk sana elleriyle ölümü getirecek” Arthur şaşkınlık, pişmanlık ve korkuyu aynı anda yaşıyordu. Kız kardeşi ile yatmış olmak zaten yeterince kötü bir durumdu ama bu hastalıklı ilişkiden doğacak çocuğun onu ölüdüreceğini bilmek olayın en vahim yanıydı. Arthur Margawse’nin doğum yaptığı gün doğan tüm soylu çocuklarının toplanmasını ve bir gemiye bindirilip denize gönderilmesini emretti. Tüm bu bebeklerin öleceğini umuyordu fakat terslik bu ya gemi kayalıklara çarpıp parçalandı ve Arthur’un oğlu kazadan kurtuldu. Bir adam buldu onu ve Mondred adını verdi.
Arthur’un evlenmesi gerekiyordu. Britanya Krallığı için yasal bir veliaht bekliyordu halkı. Gönlünü kaptırdığı kadın Yuvarlak Masa’nın sahibi Sör Leodegrance’nin kızı Guinevere’ydi. İstediğini aldı Arthur ama yine habersizdi başına geleceklerden. İleride en yakın dostu Lancelot Guinevere’ye aşık olacaktı ve kadın da bu aşka karşılık verecekti. Arthur’un bu evlilikle elde ettiği sadece Guinevere değildi Yuvarlak Masa’nın da sahibiydi artık. Bu sıralarda Büyük Roma İmparatoru Lucius Hiberius öfke dolu bir mektup gönderdi. Arthur’a ve Britanya’ya karşı son derece ağır sözler içeriyordu mektup. ”Sezar’ın hakkını Sezar’a vermelisin” diyordu Hiberius. Öylede oldu, hakettiği verildi o kibirli imparatora. Lancelot ve Gawain’in başarıları ve Arthur’un kahramanlıkları ile coşan Yuvarlak Masa Şövalyeleri artık Roma İmparatorluğu’nun da hakimiydi. Gölün Kadını’ndan, bilgeliği ile kazandığı efsanevi kılıç Excalibur ile kesti imparatorun başını.
Britanya’ya döndükten sonra Guinevere ile Lancelot arasındaki yakınlaşma aşka dönmüştü. Birbirlerini sevmelerine rağmen Arthur’a karşı gelmeyi ikisi de göze alamıyordu. Lancelot çareyi Britanya’dan uzaklaşmakta buldu. Sanıyordu ki Guinevere’den uzak kalmak ona olan aşkını azaltırdı. Lancelot ne kadar uzakta olsa da kahramanlıkları şatoya ulaşıyordu. Bu yolculuk ne aşkını azaltmıştı ne de cesaretini. Şatoya döndükten sonra Yuvarlak Masa’nın ikinci büyük şövalyesi oldu. Gölün Efendisi Lancelottu o. Herkes bu yasak aşkı biliyordu. Söylenenlerle yüzleşmek hem utanç veici hem de korkutucuydu. Lancelot dedikoduları azaltabilmek için başka kadınlarla ilgilenmeye başladı. Guinevere kendini aldatılmış hissediyordu ve sonunda sevdiği erkeği bir daha görmek istemediğini söyledi. Lancelot yine uzaklaştı şatodan. Arthur, Guinevere’nin masumiyetini ispatlamasını istedi. Düzenlenecek turnuvada bir şövalye kraliçenin saflığı adına dövüşmek zorundaydı. Hiçbir şövalye bunu istemedi çünkü kraliçelerine inançları kalmamıştı. Arthur Lancelot’un yeğeni olan Bors’tan bu görevi üstlenmesini istedi fakat Bors buna yanaşmadı. Kraliçe için savaşmak Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile arasını açmak demekti. Kral ve kraliçenin isteğine de karşı çıkması zordu ve eğer turnuva gününe kadar kimse çıkmazsa kraliçem için dövüşürüm dedi. Turnuva günü miğferinde kraliçenin armasını taşıyan bir şövalye ortaya çıktı. Kimse tanıyamamıştı bu cesur dövüşçüyü, Gawain dışında. Lancelottu bu, Guinevere için savaşmaya gelmişti işte. Kraliçe onu istemediğini söylese de onu gördüğü an içini bir sevinç kapladı. Gawain, en yakın dostu Lancelot’a karşı dövüşmektense kaybetmeyi yeğledi ve böylelikle kraliçenin masumiyeti ispatlanmış oldu.
Her şey yoluna girmiş gibiydi. Ama hayır bu huzur uzun sürmedi çünkü Agravain ve Mondred, özellikle Lancelot’a besledikleri düşmanlık yüzünden her şeyi Arthur’a anlatmayı planlıyorlardı. Üstelik Lancelot ve kraliçeyi baş başa yakalayıp onlara hiçbir söz hakkı tanımayacaklardı. Arthur söylentilerden habersiz değildi ama şövalyelerinin ona gelip bu ihaneti söylemeleri yıkıma yol açardı. Gawain kardeşi Agravain’i uyardı. Yapacakları işin bir şövalyeye yakışmayacağını ve kendisinin Lancelot’a ihanet etmeyeceğini söyledi. Bu uyarı onları durdurmaya yetmedi. Arthur’un artık yapacak bir şeyi kalmamıştı. Kraliçeyi ölüme mahkum etti. Onu seviyor olması halkının önündeki onurundan daha önemli değildi ama Lancelot’un sevgisi her şeyden üstündü, kraliçesi için yapmayacağı şey yoktu. Kraliçeyi kaçırdı ve kendi şatosuna götürdü. Bu olay Yuvarlak Masa Şövalyelerinin birlik ve beraberliğinin sonu oldu. Bir aşk, koca masayı dağıtmıştı…
Arthur’un ve şövalyelerin güvenini kaybeden Lancelot’un en büyük destekçisi Gawain de artık onun düşmanıydı. Çünkü Lancelot’un gözünü bürüyen bu lanetli aşk, kraliçesini kaçırmaya çalışırken Gawain’in kardeşlerini de öldürmesine yol açmıştı. İstememişti elbette onları öldürmeyi ama görememişti, fark edememişti onları. Gawain sonsuza kadar düşman ilan etti Lancelot’u. Arthur ile birlikte Lancelot’un şatosunu kuşatmaya ve kraliçeyi almaya gitti. Çok zor ve acı verici bir tecrübeydi bu. Lancelot onunla dövüşmeyi kabul etmedi. En sonunda karşı karşıya geldiklerinde Gawain öldürücü bir darbe aldı. Günlerce ayağa kalkamadı. Bu olaylar yaşanırken şatonun boş kalmasından yararlanan Mondred, kraliçeye ve tüm imparatorluğa sahip olacağını ve Arthur’un artık yaşamadığını söyledi herkese. Gawain bunu öğrenince Lancelot’la konuştu ve ondan Arthur’a yardım etmesini istedi. Lancelot, Mondred’e karşı kralının yanında savaşmayı kabul etti. Yola çıkan Lancelot karşılaşacağı dehşet verici manzaradan habersizdi.
Arthur ve Mondred sonunda birbirlerinin sonunu hazırlamıştı. Kan ve parçalanmış cesetlerle dolu olan savaş meydanında ayakta kalan üç kişi vardı. Arthur, Mondred ve Bedivere. Şövalye, kralının Mondred’e öldürücü darbeyi vuracağını fark edince uyardı onu ”Efendim lütfen bırakın onu, Yüce Kahin Merlin’in sözlerini hatırlayın.” Arthur dinlemedi şövalyesini ve Mondred’i öldürdü, aynı anda Mondred’in kılıcıyla büyük bir yara aldı. Kehanet gerçekleşiyordu. Arthur ölmek üzereydi. Bedivere’den Excalibur’u alıp göle atmasını istedi. Bediver iki kez atmayı denedi fakat kılıcın güzelliğine öyle hayran olmuştu ki atmaya kıyamadı, kılıcı ağacın dibine sakladı ve kralına onu göle attığını söyledi. Arthur kılıcı göle attığında neler olduğunu sordu. Bedivere elbette doğru cevabı verememişti. Arthur çok sinirlendi ve eğer bu kez de kılıcı atmazsa onu kendi elleri ile öldüreceğini söyledi. Bedivere kılıcı göle attı ve aynı anda gölün içinden bir kol çıkıp kılıcı aldı üç kez salladıktan sonra tekrar sulara gömüldü. Excalibur tekrar gerçek sahibine yani gölün hanımına dönmüştü. Bunun Arthur’un ölüyor olduğu anlamına geldiğini biliyordu gölün hanımı. Arthur göle geldiğinde kıyıda bir gemiyi onu beklerken buldu. Bu gemi onu ölüme götürecekti. Gölün güzel hanımı onun Avalon’da gömülmesini sağladı. Lancelot savaş yerine ulaştığında içi öfke ve acı ile doldu. Tüm şövalyeler ölmüştü ve Arthur da ortalıklarda yoktu. Arthur’un Avalon’da hala yaşadığına ve Britanya’nın başı derde girince dönüp tekrar ülkesini kurtaracağına inandı insanlar yıllarca ama Arthur asla dönmedi.
Yaşanan bunca talihsiz olaydan sonra Guinevere bir manastırda rahibe oldu. Tüm bu olaylardan kendisini ve Lancelot’u sorumlu tutuyordu. Lanetli aşkları koca bir imparatorluğun sarsılmasına, Yuvarlak Masa Şövalyelerinin kardeşliğinin bitmesine ve en kötüsü Arthur’un ölümüne sebep olmuştu. Lancelot gelip aşık olduğu kadını götürmek istedi, fakat Guinevere buna karşı çıktı sonsuza kadar bir daha onu görmeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Lancelot da Arthur’un mezarının üzerine kurulan manastırda rahip oldu. Aradan çok zaman geçmemişti ki önce Guinevere ardından Lancelot yaşadıkları acılara dayanamayıp bu dünyadan ayrıldılar..
Bu, aşk, kahramanlık, soyluluk ve bir ihanet öyküsü. Arthur en sevdiği iki insanın aşkına engel olamadı. Kendi oğlunun elinden ölümü tattı. Efsanevi Kral Arthur kehanetlerin önüne geçemedi. On beş yaşında bir kılıç ile elde ettiği krallığı, yine bir kılıcın kafasında açtığı derin yara ile son buldu. Britanya’nın gelmiş geçmiş en büyük kahramanı Arthur’un hikayesi yıllardır anlatılıyor ve ne olursa olsun asırlar boyu anlatılacak.
Your Page Title
#satışortaklığı
Bu kılıcı taştan çıkaran kişi, tüm Britanya’nın hakimi olacaktır.
On beş yaşında olan genç Arthur kılıcı taştan çıkardığında bu kehanetten ve kehanetin anlamından habersizdi. Hiç kimsenin yapamadığını Arthur çok kolaylıkla ve farkında olmadan başarmıştı. Kralın kim olacağını belirlemek için düzenlenen turnuvada, kardeşliği Kay da yarışıyordu fakat Kay’ın kılıcı kırıldı. Kardeşliğine seslendi; ”Arthur, hemen bana bir kılıç bul!” Arthur çadırın her yerine bakmasına rağmen bir kılıç bulamadı. Aklına kilisenin bahçesindeki taşa saplı kılıç geldi. Hemen kiliseye koştu ve kılıcı olduğu yerden çok kolaylıkla çekip aldı. O henüz bilmiyordu ama bunun anlamı kral olacağıydı. Fakat Kay kardeşliğinin getirdiği kılıcı tanıdı ve Arthur’u sessiz olması konusunda uyardı. Amacı Arthur’un hakkı olan krallığı kapmaktı. Büyük bir heyecanla babasına koştu ”Baba, kılıcı çıkardım Britanya Kralı benim!” Ector ona inanmadı, kılıcı yerine koymasını ve herkesin önünde tekrar çıkarmasını istedi. Kay elbette bunu başaramadı çünkü krallığın ve kılıcın gerçek sahibi Arthur’du.
Kılıca sahip olmak Arthur’un hayatındaki birçok şeyi değiştirdi. Kral olacağı değildi onu sarsan, Ector ve Kay’ın gerçek ailesi olmadığını öğrendi. Ector bunu açıklamak zorunda kalmıştı çünkü ülkenin ileri gelenleri Arthur’un kral olamayacağını, soylu bir aileden gelmediğini iddia ederek krallığı ona bırakmak istemiyorlardı. Ector çok zorlansa da her şeyi anlattı Arthur’a. Büyük kahin Merlin de anlatılanları doğruladı çünkü Arthur’u Ector’a getiren ve ona bakmasını söyleyen Merlin’di. Babası Britanya Kralı Uther Pendragon annesi ise Cornwal Düşesi İgraineydi yani tamamen kralın soyundan geliyordu. Uther, Arthur doğduktan iki yıl sonra ölmüştü ve kardeşi Aurelius Ambrosius ile birlikte Stonehenge’de Devlerin Yüzüğü’nün içinde gömülüydü.
Aradan geçen yıllarda Arthur Britanya topraklarını genişletmiş, kazandığı başarılarla halkının gözünde büyük bir kahraman ve mükemmel bir kral olmuştu. İzlanda’yı fethettiği sırada Kraliçe Margawse’ye aşık oldu. Margawse evliydi ama bu onları durdurmaya yetmedi. Birlikte olduklarında üzerlerindeki lanetten habersizdiler. Uzun zaman sonra Merlin şu kehanette bulundu ”Tanrı sana çok kızgın çünkü sen öz kardeşinle yattın! Bu birleşmeden doğacak çocuk sana elleriyle ölümü getirecek” Arthur şaşkınlık, pişmanlık ve korkuyu aynı anda yaşıyordu. Kız kardeşi ile yatmış olmak zaten yeterince kötü bir durumdu ama bu hastalıklı ilişkiden doğacak çocuğun onu ölüdüreceğini bilmek olayın en vahim yanıydı. Arthur Margawse’nin doğum yaptığı gün doğan tüm soylu çocuklarının toplanmasını ve bir gemiye bindirilip denize gönderilmesini emretti. Tüm bu bebeklerin öleceğini umuyordu fakat terslik bu ya gemi kayalıklara çarpıp parçalandı ve Arthur’un oğlu kazadan kurtuldu. Bir adam buldu onu ve Mondred adını verdi.
Arthur’un evlenmesi gerekiyordu. Britanya Krallığı için yasal bir veliaht bekliyordu halkı. Gönlünü kaptırdığı kadın Yuvarlak Masa’nın sahibi Sör Leodegrance’nin kızı Guinevere’ydi. İstediğini aldı Arthur ama yine habersizdi başına geleceklerden. İleride en yakın dostu Lancelot Guinevere’ye aşık olacaktı ve kadın da bu aşka karşılık verecekti. Arthur’un bu evlilikle elde ettiği sadece Guinevere değildi Yuvarlak Masa’nın da sahibiydi artık. Bu sıralarda Büyük Roma İmparatoru Lucius Hiberius öfke dolu bir mektup gönderdi. Arthur’a ve Britanya’ya karşı son derece ağır sözler içeriyordu mektup. ”Sezar’ın hakkını Sezar’a vermelisin” diyordu Hiberius. Öylede oldu, hakettiği verildi o kibirli imparatora. Lancelot ve Gawain’in başarıları ve Arthur’un kahramanlıkları ile coşan Yuvarlak Masa Şövalyeleri artık Roma İmparatorluğu’nun da hakimiydi. Gölün Kadını’ndan, bilgeliği ile kazandığı efsanevi kılıç Excalibur ile kesti imparatorun başını.
Britanya’ya döndükten sonra Guinevere ile Lancelot arasındaki yakınlaşma aşka dönmüştü. Birbirlerini sevmelerine rağmen Arthur’a karşı gelmeyi ikisi de göze alamıyordu. Lancelot çareyi Britanya’dan uzaklaşmakta buldu. Sanıyordu ki Guinevere’den uzak kalmak ona olan aşkını azaltırdı. Lancelot ne kadar uzakta olsa da kahramanlıkları şatoya ulaşıyordu. Bu yolculuk ne aşkını azaltmıştı ne de cesaretini. Şatoya döndükten sonra Yuvarlak Masa’nın ikinci büyük şövalyesi oldu. Gölün Efendisi Lancelottu o. Herkes bu yasak aşkı biliyordu. Söylenenlerle yüzleşmek hem utanç veici hem de korkutucuydu. Lancelot dedikoduları azaltabilmek için başka kadınlarla ilgilenmeye başladı. Guinevere kendini aldatılmış hissediyordu ve sonunda sevdiği erkeği bir daha görmek istemediğini söyledi. Lancelot yine uzaklaştı şatodan. Arthur, Guinevere’nin masumiyetini ispatlamasını istedi. Düzenlenecek turnuvada bir şövalye kraliçenin saflığı adına dövüşmek zorundaydı. Hiçbir şövalye bunu istemedi çünkü kraliçelerine inançları kalmamıştı. Arthur Lancelot’un yeğeni olan Bors’tan bu görevi üstlenmesini istedi fakat Bors buna yanaşmadı. Kraliçe için savaşmak Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile arasını açmak demekti. Kral ve kraliçenin isteğine de karşı çıkması zordu ve eğer turnuva gününe kadar kimse çıkmazsa kraliçem için dövüşürüm dedi. Turnuva günü miğferinde kraliçenin armasını taşıyan bir şövalye ortaya çıktı. Kimse tanıyamamıştı bu cesur dövüşçüyü, Gawain dışında. Lancelottu bu, Guinevere için savaşmaya gelmişti işte. Kraliçe onu istemediğini söylese de onu gördüğü an içini bir sevinç kapladı. Gawain, en yakın dostu Lancelot’a karşı dövüşmektense kaybetmeyi yeğledi ve böylelikle kraliçenin masumiyeti ispatlanmış oldu.
Her şey yoluna girmiş gibiydi. Ama hayır bu huzur uzun sürmedi çünkü Agravain ve Mondred, özellikle Lancelot’a besledikleri düşmanlık yüzünden her şeyi Arthur’a anlatmayı planlıyorlardı. Üstelik Lancelot ve kraliçeyi baş başa yakalayıp onlara hiçbir söz hakkı tanımayacaklardı. Arthur söylentilerden habersiz değildi ama şövalyelerinin ona gelip bu ihaneti söylemeleri yıkıma yol açardı. Gawain kardeşi Agravain’i uyardı. Yapacakları işin bir şövalyeye yakışmayacağını ve kendisinin Lancelot’a ihanet etmeyeceğini söyledi. Bu uyarı onları durdurmaya yetmedi. Arthur’un artık yapacak bir şeyi kalmamıştı. Kraliçeyi ölüme mahkum etti. Onu seviyor olması halkının önündeki onurundan daha önemli değildi ama Lancelot’un sevgisi her şeyden üstündü, kraliçesi için yapmayacağı şey yoktu. Kraliçeyi kaçırdı ve kendi şatosuna götürdü. Bu olay Yuvarlak Masa Şövalyelerinin birlik ve beraberliğinin sonu oldu. Bir aşk, koca masayı dağıtmıştı…
Arthur’un ve şövalyelerin güvenini kaybeden Lancelot’un en büyük destekçisi Gawain de artık onun düşmanıydı. Çünkü Lancelot’un gözünü bürüyen bu lanetli aşk, kraliçesini kaçırmaya çalışırken Gawain’in kardeşlerini de öldürmesine yol açmıştı. İstememişti elbette onları öldürmeyi ama görememişti, fark edememişti onları. Gawain sonsuza kadar düşman ilan etti Lancelot’u. Arthur ile birlikte Lancelot’un şatosunu kuşatmaya ve kraliçeyi almaya gitti. Çok zor ve acı verici bir tecrübeydi bu. Lancelot onunla dövüşmeyi kabul etmedi. En sonunda karşı karşıya geldiklerinde Gawain öldürücü bir darbe aldı. Günlerce ayağa kalkamadı. Bu olaylar yaşanırken şatonun boş kalmasından yararlanan Mondred, kraliçeye ve tüm imparatorluğa sahip olacağını ve Arthur’un artık yaşamadığını söyledi herkese. Gawain bunu öğrenince Lancelot’la konuştu ve ondan Arthur’a yardım etmesini istedi. Lancelot, Mondred’e karşı kralının yanında savaşmayı kabul etti. Yola çıkan Lancelot karşılaşacağı dehşet verici manzaradan habersizdi.
Arthur ve Mondred sonunda birbirlerinin sonunu hazırlamıştı. Kan ve parçalanmış cesetlerle dolu olan savaş meydanında ayakta kalan üç kişi vardı. Arthur, Mondred ve Bedivere. Şövalye, kralının Mondred’e öldürücü darbeyi vuracağını fark edince uyardı onu ”Efendim lütfen bırakın onu, Yüce Kahin Merlin’in sözlerini hatırlayın.” Arthur dinlemedi şövalyesini ve Mondred’i öldürdü, aynı anda Mondred’in kılıcıyla büyük bir yara aldı. Kehanet gerçekleşiyordu. Arthur ölmek üzereydi. Bedivere’den Excalibur’u alıp göle atmasını istedi. Bediver iki kez atmayı denedi fakat kılıcın güzelliğine öyle hayran olmuştu ki atmaya kıyamadı, kılıcı ağacın dibine sakladı ve kralına onu göle attığını söyledi. Arthur kılıcı göle attığında neler olduğunu sordu. Bedivere elbette doğru cevabı verememişti. Arthur çok sinirlendi ve eğer bu kez de kılıcı atmazsa onu kendi elleri ile öldüreceğini söyledi. Bedivere kılıcı göle attı ve aynı anda gölün içinden bir kol çıkıp kılıcı aldı üç kez salladıktan sonra tekrar sulara gömüldü. Excalibur tekrar gerçek sahibine yani gölün hanımına dönmüştü. Bunun Arthur’un ölüyor olduğu anlamına geldiğini biliyordu gölün hanımı. Arthur göle geldiğinde kıyıda bir gemiyi onu beklerken buldu. Bu gemi onu ölüme götürecekti. Gölün güzel hanımı onun Avalon’da gömülmesini sağladı. Lancelot savaş yerine ulaştığında içi öfke ve acı ile doldu. Tüm şövalyeler ölmüştü ve Arthur da ortalıklarda yoktu. Arthur’un Avalon’da hala yaşadığına ve Britanya’nın başı derde girince dönüp tekrar ülkesini kurtaracağına inandı insanlar yıllarca ama Arthur asla dönmedi.
Yaşanan bunca talihsiz olaydan sonra Guinevere bir manastırda rahibe oldu. Tüm bu olaylardan kendisini ve Lancelot’u sorumlu tutuyordu. Lanetli aşkları koca bir imparatorluğun sarsılmasına, Yuvarlak Masa Şövalyelerinin kardeşliğinin bitmesine ve en kötüsü Arthur’un ölümüne sebep olmuştu. Lancelot gelip aşık olduğu kadını götürmek istedi, fakat Guinevere buna karşı çıktı sonsuza kadar bir daha onu görmeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Lancelot da Arthur’un mezarının üzerine kurulan manastırda rahip oldu. Aradan çok zaman geçmemişti ki önce Guinevere ardından Lancelot yaşadıkları acılara dayanamayıp bu dünyadan ayrıldılar..
Bu, aşk, kahramanlık, soyluluk ve bir ihanet öyküsü. Arthur en sevdiği iki insanın aşkına engel olamadı. Kendi oğlunun elinden ölümü tattı. Efsanevi Kral Arthur kehanetlerin önüne geçemedi. On beş yaşında bir kılıç ile elde ettiği krallığı, yine bir kılıcın kafasında açtığı derin yara ile son buldu. Britanya’nın gelmiş geçmiş en büyük kahramanı Arthur’un hikayesi yıllardır anlatılıyor ve ne olursa olsun asırlar boyu anlatılacak.