Dil realiteyi oluşturmadaki en önemli araçlardan birisidir, ama ne yazıktır ki insanlar bu olağanüstü aracı nasıl kullanacakları konusunda bilinçsizler. Herkes kendi dünya modeline uygun cümleler kuruyor konuşurken: "Biz adam olmayız", "Burası Türkiye", "Yine aynı şey olacak ve başaramayacağım", "Çok şanssızım", "Çok hareketliyim" yada "Maymun iştahlıyım" gibi kalıpları öylesine söyleyiveriyorlar. Çoğunlukla düşünmeden ve bir anda klişeleşmiş bir takım sözcükleri seçiyorlar. Ama bu sözcüklerin hayatlarında nasıl direkt olarak etkili olduğunun farkına varmadan.
Ve sanki var olan bir şeyi oluşturuyor gibi değil de, var olan bir şeyi tanımlıyor gibi.
Yani hep sorunlu oldukları için mi sorunlardan söz ettiklerini, yoksa sorunlardan söz ettikleri için mi sorunlara sahip olduklarını bilmeden.
Oysa söz o kadar etkili ki, bu sözü söyleyen kendisini zayıf, çaresiz ve bir kurban gibi görüyorsa, söylediği söz bir tanrısal varlık tarafından söyleniyormuş gibi etki yapıyor. Ya da gerçekten öyle olduğu için.
Hani bizim kültürümüzde bir söz vardır ya: "Bir adama kırk gün deli dersen deli olur" diye. Bir adama ya da bir kadına kırk gün olumlu şeyler söylerseniz de, aynen öyle olacağı açıktır.
Söz, bir ereji paketçiği ve düşüncenin somutlaşmış bir örneği olarak çok dikkat çekici etkiler yapar. Bir yandan maddeyi, diğer yandan da hayatı etkiler ve değiştirir.
Sinirli olduğu dönemlerde çevresindeki elektronik aletleri bozan kişiler tanıdım.
Japon bilim adamı Masaru Emoto, suyun moleküler yapısının insanların düşüncelerinden, sözlerinden ve kendilerine dinletilen müzikten etkilenip etkilenmediğini araştırmış. Sevgi ve minnettarlık sözcükleri ile birlikte kristalize edilen su damlacıklarının parlak ve estetik şekiller oluşturduklarını; kin, nefret gibi sözcüklerle kristalize edilen su damlacıklarının ise kirli, çirkin ve bozuk yapıda kristaller ortaya koyduklarını görmüş.
Emoto, insanların hayat kalitelerinin bedenlerindeki ve yerküredeki suyun kalitesi ile bağlantılı olduğunu savunuyor.
Hayatın suda başlamış olduğu gerçeği, bu düşüncenin ışığında daha farklı bir anlam kazanıyor.
Kuantum düşünce tekniği, zihin ile beden arasında birebir bir bağlantı olduğu varsayımından yola çıkar. Hastalıkların sürekli olarak düşünülen şeylerin beden üzerindeki etkilerinden olduğunu söylemek bu açıdan pek de yanlış olmaz.
Hücrenin yüzde yetmiş, yüzde seksen oranında sudan oluştuğunu biliyoruz. Merkezdeki çekirdekte de RNA ve DNA sarmalları mevcut. Acaba bunun ne anlamı olabilir? Yoksa hücre bizim kendi kendimize söylediğimiz içsel konuşmaları (ki biz bunlara düşünce diyoruz) kaydeden bir kayıt tutucu mu? Belki de kanserin, başağrısının, migrenin ve diyabetin kendimize yaptığımız bu içsel konuşmalarla bir ilişkisi vardır.
Sözler gerçekten çok etkileyici. Denizli'de bir seminer sırasında, katılımcılardan bir tanesi sabahları erken kalkamadığını söylemişti. Ondan o anda hemen beş kez: "Sabah erkenden, neşeli ve canlı bir şekilde yataktan kalkıyorum" diye tekrarlamasını istemiştim. Ertesi gün bana telefon açarak, aynen söylediğim gibi olduğunu ve bu işe çok şaşırdığını söyledi. Aslında bunda şaşılacak birşey yoktu, sadece ne olmasını istiyorsa, o şey olmuş gibi konuşacaktı.
"Abra kadabra" yani.
Böyle olunca, bütün bedeni ve sinir sistemi bu yeni emri yerine getirmek için seferber olacaklardı.
"Ben" dediğinizde, içinizdeki güç ayağa kalkarak "emret" diyecektir. O yüzden "ben" dedikten sonra arkasından ne söyleceğinize dikkat etmeniz gerekir.
Tamıtamına her şey, söylediğiniz gibi olacaktır çünkü.
"Hayatımda bol sevgi, bol para, yeterli zaman ve sonsuz bilgi her zaman mevcut. Onlar tam zamanında karşıma çıkıyorlar. Ben de uzanıp onları alıyorum."
"Her günümü neşe, mutluluk ve kahkaha ile doldururum. Her bir saniyeyi bir gün gibi her bir günü bir hafta kadar verimli yaşarım"
"Cebimdeki her bir lira bin lira gibi bereketlenir ve bin lira onbin lira gibi. Her yaptığım işe bütün dikkatimi, bütün sevgimi katarım."
"Her ne yapıyorsam en iyisini en güzelini yaparım"