Geçtiğimiz yüzyıllar çok çeşitli hastalıkların birer bilmeceden ibaret olduğu anlara sahne oldu. Dünya tarihinde bu gibi hikayeler beyaz perdeye dahi aktarılarak, bu gibi kişilerin yaşamları boyunca çektikleri sıkıntılar hiç değilse sinema izleyicisi tarafından değer gördü. Bunun en bilinen örneklerinden biri “Fil Adam” Joseph Merrick‘tir. Bir benzer ama bir o kadar da kendine has farklılıklarıyla 1800’lü yıllarda Meksika’da yaşayan Julia Pastrana’nın da kaderi ne yazık ki Merrick’inkinden farklı değil. Pastrana yaşamı boyunca asla bir insan olarak görülmediği gibi bundan kazanç elde etmek isteyen insanların en büyük sömürü kurbanı oldu. Yaşamının dışında, öldükten sonra cesedinin bile ticarete alet edilmesi, Pastrana’nın hüzünlü hikayesine kulak kabartmamızı sağlıyor.
Julia Pastrana 1834 yılında Meksika’nın Sinaloa eyaletinde doğdu.
Hayatı yoksulluk içinde geçtiği için erken yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kaldı.
Julia çok erken yaşlarda çeşitli hastalık belirtileri gösterdi, ömrü boyunca da bu hastalıklar onun yaşamını önemli ölçüde etkiledi.
Çok küçük yaşlardayken görülen hipertrikozis hastalığı Julia’nın yüz, göğüs ve bacaklarında anormal miktarda kılların çıkmasına neden oldu.
Hipertrikozis ile birlikte diş etinde ortaya çıkan büyüme çene yapısını da bozuyordu.
Dönemin sağlık şartlarının gelişmemiş olduğunu hesapladığımızda ve aynı dönemlerde benzer vakaların olmadığını düşündüğümüzde Julia’nın sağlık problemlerine hekimler çare olamıyordu.
Bir dönem, yaşadığı Sinaloa eyaletinin valisinin hizmetçisi olarak çalıştı. Fakat sonra, dış görünüşünün eyaletin iş ve yatırım olanaklarını tehdit edebileceği düşüncesiyle vali işine son verdi.
Bu işsizlik Julia’nın, o yıllarda insanların büyük ilgi gösterdiği ucube sirk ve gösterilerine sürüklenmesine neden oldu.
Bilim henüz onun durumuna yeterli açıklamalar getiremediğinden, Julia el mahkum bu ucube sirklerinde çalışarak yaşamını sürdürdü.
Julia daha önce görülmemiş bir görünüme sahip olduğundan, türünün ilk örneği olarak kabul ediliyordu.
Yalnızca kendi kazancını düşünen iki Amerikalı iş adamı onu işe alıp gösterilerinde sunmaya başladı.
Julia gösterilerde “sakallı kadın” ismiyle sunularak yoğun ilgi görüyordu.
Kitleler onu görmek için sirklere akın ediyordu.
Amerika’da birkaç kez sahnelendikten sonra gösterilerinden birinde, sonradan kocası ve aynı zamanda yeni menajeri olacak Theodore Lent onu fark etti.
Onu bir kazanç kaynağı olarak gören ve kendi himayesinde gösterilerde sunmak isteyen Theodore 1857 yılında Julia’yla evlendi.
Julia, kocası ve yeni menajeri Theodore ile Amerika ve Avrupa’da birçok ülkede gösterilere çıktı.
Gittikleri yerlerde izleyiciler tarafından karşılaştığı durum hep aynı oldu; hayranlık başta olmak üzere, merak ve maalesef tiksinme…
Dönemin gazetelerinde bile kendisiyle ilgili hiç hoş olmayan başlıklar atıldı.
“Gorile benzeyen kadın”, “aşırı iğrenç kadın” gibi…
Oysa onun dış görünüşünün içinde yatan çok önemli yetenekleri vardı.
Julia’yı yakından tanımış İngiliz doğa tarihçisi Francis Buckland 1868 yılında, Julia’nın hayatını kaleme aldığı kitabında, görüntüsünün aksine parıldayan bir sese sahip olduğunu yazdı.
Julia’nın yetenekleri yalnızca sesiyle sınırlı değildi; o aynı zamanda üç dil konuşabiliyordu ve dans etmek gibi önemli bir yeteneğe sahipti.
Julia, 1859’da son gösterisi için bulunduğu Moskova’da hamile olduğunun farkına vardı.
860 yılında doğan bebeği normalinden epey büyük olmakla birlikte annesi gibi vücudu kıllarla kaplı ve çenesi çıkıktı.
Yaşama henüz hazır olmayan ve doğumdan birkaç saat sonra hayata gözlerini yuman bebekte de, hipertrikoziz belirtileri görüldü. Bebeğinin doğumundan beş gün sonra komplikasyonlar(ilaç veya hastalığın doğurduğu yan etkiler) uüzünden Julia da hayatını kaybetti.
Çocuğunun ve eşinin yasını tutmak yerine, bunu bile ticari bir girişime çeviren paragöz Theodore, Julia’nın ve bebeğinin cesetlerini mumlayarak sergilemeye devam etti.
Theodore’un ölümünden sonra Norveçli bir panayır operatörü tarafından Julia ve bebeğinin cesedi yıllarca sergilenmeye devam etti.
Ta ki 1976 yılında cesetler çalınana kadar…
Julia’nın cesedinden arta kalan bir kolu ve bebeğinin zarar gören cesedi bir depo içinde bulundu.
Polis cesedi Oslo Üniversitesi’nin adli tıp kurumuna yolladı, ceset burada soğukta saklandı.
Sonrasında Oslo Üniversitesi’nin “Temel Medikal Bilimler Enstitüsü”nde anatomik incelemeler yapmak için korunma altına alındı.
Uzun müddet Oslo Üniversitesi tarafından koruma altına alınan ceset 2013 yılında Meksika’ya gönderildi.
Yaşamı boyunca hiçbir zaman insancıl bir davranış ve değer görmediğinden cesedi Meksika’da son olarak normal bir şekilde gömüldü ve böylece bu sömürü hikayesi son buldu.
Julia Pastrana’nın hayatını konu alan Marco Ferreri yönetmenliğindeki 1964 yapımı “The Ape Woman” filmini izlemenizi tavsiye ederiz.
KAYNAK: listelist