Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065
Detaylı İstatistikler
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 852 kullanıcı aktif » 1 Kayıtlı » 851 Ziyaretçi ceylaninreallife
|
Son Aktiviteler |
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 339
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 311
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,018
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,145
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,084
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,007
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,156
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,525
|
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,287
|
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,175
|
|
|
RUMİ |
Yazar: Neval Ercan - 09-07-2017, Saat: 23:45 - Forum: NOTLAR
- Yorumlar (1)
|
|
Sen okyanusta bir damla değil, bütün bir okyanusun damladaki halisin!
Kendini yalnız hissetme, bütün evren senin içinde.
Küçük davranmayı bırak sen evrenin vecd ile hareket eden halisin.
Orada bir ses var kelimeleri kullanmayan. Dinle!
Aradığın şey seni arıyor!!
RUMİ
|
|
|
''Ben'' demeden önce... |
Yazar: Neval Ercan - 09-07-2017, Saat: 23:42 - Forum: NOTLAR
- Yorum Yok
|
|
Senin bir hayatın olduğu fikrine nereden kapıldın?
Kendine şunu sor; nefes aldığım için mi hayattayım, hayatta olduğum için mi nefes alıyorum...?
Sen hayatta sonradan bedenlendin.. bedeni meydana getiren hayat beden orada değilken de vardı.. beden ölüp dönüşüme uğradığında hayat var olmayı sürdürecek..
Demek ki hayat senin 'ben' sandığın kişiliğe ait değil!
Senin bir hayatın yok, sen hayatın unsurusun yalnızca..
Okyanusta bir dalga..
Her nefeste içine çektiğin hayat senin var olmana sebep olandır ve seni var edenle var olanı senin aracılığınla deneyimleyen hayat aynıdır..
Hayatta ben, sen, o yoktur.. bana, sana, ona ait olan da..
Her şey tek ve bölünmez bir bütündür.
Ben'im dediğin beden bile sana ait değilken bir hayatın nasıl olabilir...?
Sen hayata tanık olansın yalnızca.. kendisini sen aracılığıyla izleyen hayatın ta kendisisin...
Alıntı Mutlak Farkındalık
|
|
|
MUTLAK FARKINDALIK |
Yazar: Neval Ercan - 09-07-2017, Saat: 23:37 - Forum: NOTLAR
- Yorum Yok
|
|
Dünyaya geldiğinizde sizi ilk olarak size bir isim vererek 'diğerleri'nden ayırdılar.
Bedeninizin 'diğerleri' tarafından algılanan yansımasına ait olan bu isimle özdeşleşerek, kendinizi; başkalarının sizin hakkınızdaki izlenimlerinin gerçek olduğuna inandırarak, sizin dışınızda gelişen olay, durum ve kişilerle etkileşimde bulunarak, size ait olduğunu düşündüğünüz bir hayat senaryosunu zihninizde canlandırdınız.
Size dışarıdan verilen aile, milliyet, din, cinsel kimlik, ırk, politik görüş, ideoloji, meslek vb. rolleri sanki sizmişsiniz gibi içselleştirdiniz ve yaşam standardınızı, olasılıklarınızı gerçekten kendiniz sandığınız bu rollere göre dizayn ettiniz.
Her zaman derinlerde olan çocuksuluğunuzu, merakınızı, üstünüze yetişkinlik adı verilen kafesi geçirerek, yetişkinliğin bir çocuk için hiçbir önemi olmayan maddiyat'a bağlanma olduğuna inanarak zamanla zayıflattınız.
Zamana ve anılara sıkıştırılmış varsayımlarla gerçekliği adeta filtreyelerek, kendi bilinç seviyenize göre yarattığınız düşüncelerle, hayatınız olduğuna inandığınız bir olaylar döngüsü oluşturdunuz.
Yargıladınız, seçimler yaptınız ve kendi tanımlamalarınızın gerçek olduğunu sandınız.
Gerçekliğin zihnin sınırlı algılayışına sığmayan doğasıyla karşılaştığınızda ise kendi yarattığınız direnç yüzünden sarsıldınız, korktunuz, acı çektiniz ve öfkelendiniz.
Kendi sınırlı düşünceleriniz duygulara, duygular alışkanlıklara ve etkilere, bu etkiler de tepkilere dönüşerek sizi kendi aklınızın dehlizlerinde tutsaklaştırdı.
Doğumunuzdan bu yana görüntü ve gürültüyle örülü bir yaşamın içinde her zaman sessiz ve görünmez olan, sizin tanımlamalarınızın ötesindeki gerçekliği gözden kaçırdınız!
Tüm yaşamınız uykuda geçti!!
Var olduğunuzu bile farkedemeden dışarıdan empoze edilmiş yaşamları olduğu gibi kopyalayarak ve yeni kopyalar yaratarak, sadece tüketmek için, adına aile ve toplum dediğiniz kurumlar yaratıp, üreyip durdunuz.
Sonsuz bir acı ve korku döngüsünde umutsuzca kişisel tatmin yöntemleri aradınız, kendinizi uyuşturmak için medya, eğlence, sahip olduğunuzu sandığınız eşyalar, teknoloji vb. uyuşturucularla tüm yaşamınızı ve zihninizi oyalamaya çalıştınız ve bunu sonraki nesillerinize olduğu gibi aktardınız, hala da aktarmaktasınız.
Kader veya sistem diyerek dışsallaştırdığınız sorunun kaynağını kendinizin farkında olmadığınız için hep başka kişilerde, devlet yönetimlerinde, diğer din ve inançlarda, milletlerde, ideolojilerde aradınız..
'diğerleri' diye bir şey uydurdunuz!!
Kendinizin yaşayan ve dünya denilen büyük organizmanın parçası olduğunuzu göremediniz.
Sırf sorumluluğu üstünüzden atmak için birilerini, doğayı, sonsuz olan enerjinin kaynağını bile tanrı adını vererek ve tapınarak ötekileştirdiniz!!
Ama tek yaptığınız kendinizi parçalara ayırarak kendinize yabancılaşmak oldu.
Bütün bu kriz gibi görünen durum, bilincinizi dışsal olana yönlendirip içsel olanı göz ardı ederek ayrı bir kişilik olduğunuza inandığınız için meydana geldi ve hala bu sürecin içinde olduğunuz için kendi bulutlarınızın arkasındaki güneşi görebilmek çoğunuz için çok zor.
Bilincin yanlış yönlendirilmesi sebebiyle zihinde oluşan ayrılık fikrini sona erdirip krizi çözmek, ancak krizi yaratan zihin durumunu aşmakla mümkün olabilir.
Bunun için ilk adım sessizliktir.
Dışarının değil içerinin gürültüsünü dindirdiğinizde ve olanı tanımlamadan, düşünce ve istek yaratmadan, saf farkındalıkla gözlemlediğinizde, açığa çıkan mucizevi ama çok yalın olan hakikate teslim olarak, kişiliğe bürünmüş ve katılaşmış direncinizi kabullenişte yumuşatarak, bilinçlice dönüşüme uğratabilirsiniz.
Düşünce ve sözcüklerin tanımlama kirliliğine gömülmüş olan ortak bilinçte farkındalık oluşturmak için; boşluklar yaratmak, tanımsızlaşmak ve kendi zihninizi sessizleştirip sonsuzluğu deneyimlemek sizi kendiliğinden, hiçbir zorlama olmaksızın sevgi durumuna yükseltecektir ve köklü bireysel değişimler tüm ortak bilinci etkileyecektir!
Hatırlayın; sonsuz olanın nezdinde sonlu kişiliklerinizin yaptıklarının bir önemi yoktur, bir hükmü, dolayısıyla cezası ve ödülü de yoktur..
Yaptığınızı düşündüğünüz her şey kendiniz içindir!
Sizin belirli bir tarihte belirli bir isimle doğmuş ve belirli bir tarihte ölecek olduğunuza inandırılmanız düşünsel bir alışkanlıktan ibaret.
Gerçekte var olduğunuz evren kadar yaşlı, evreni var eden kaynak kadar sonsuzsunuz!
Rahatlayın! çünkü hiçbir şey size ait veya sizin kontrolünüzde değil!!
Siz varlığın sahibi değil onun özü olansınız!!!
Bölünmüşlüğün düşük frekanslı bloke olmuş enerji seviyesini aşıp, bütünleşmenin yüksek titreşimli ve birleştirici sevgi enerjisine dönüşmenizin zamanı geldi..
An'a ve sonsuza teslim olarak enerji akışını serbest bırakabilirsiniz!!!!
Alıntı:Mutlak Farkındalık syf.
|
|
|
BEN O' YUM |
Yazar: Neval Ercan - 09-07-2017, Saat: 23:33 - Forum: NOTLAR
- Yorum Yok
|
|
Hayatı sonsuz, bölünmez, her zaman var, her zaman faal olarak düşünün,
kendinizi onunla bir hissedinceye kadar izleyin.
Bunu yapmak zor değildir, çünkü sonuçta kendi doğal durumunuza dönüyorsunuz.
Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığınız dünyanın size değil, sizin
tarafınızdan projekte edildiğini idrak ettiğinizde, korkularınız sona erer.
Bunu idrak etmediğiniz sürece; kendinizi beden, zihin, toplum, ulus, insanlık, hatta
Tanrı ya da Mutlak gibi kendi dışınızdakilerle özdeşleştirirsiniz.
Fakat bütün bunlar korkudan kurtulmak için kaçışlardır.
Ne zaman ki içinde yaşadığınız küçük dünyadan sorumlu olduğunuzu tam olarak kabul eder ve onun yaradılış, korunma ve yıkılış süreçlerini gözlemlersiniz, ancak o zaman, hayal
ürünü olan tutsaklığınızdan kurtulursunuz.
....Siz ıstırap çekiyorsunuz, çünkü kendinizi gerçeğe yabancılaştırmışsınız ve şimdi
de bu yabancılaşmadan kaçıp kurtulmaya çalışıyorsunuz. Kendi sabit fikirlerinizden kaçamazsınız.
"Ben" sahte olduğundandır ki devam etmek ister. Gerçeğin ise devam ihtiyacı
yoktur; kendisinin yok edilemez olduğunu bildiğinden, o, formların ve ifadelerin yok oluşuna karşı kayıtsızdır.
"Ben" duygusunu güçlendirmek ve kalıcı kılmak
için her türlü şeyi yaparız, ancak hepsi boşunadır, çünkü "Ben" her an yeniden
inşa edilmektedir. Bu hiç kesilmeyen bir iştir ve tek radikal çözüm, "Ben-şöyle-
şöyle-bir-kişiyim" şeklindeki ayırıcı duyguyu bir defada ve tam olarak yok etmektir.
Varoluş kalır, fakat ayırıcı varlık (ben-oluş) gider.
Siz ancak onları beslemeye son verebilirsiniz.
Sadece bilgi yeterli değildir; bilenin de bilinmesi gerekir.
Din adamları, bilimadamları, filozoflar, Yogiler birçok şey bilebilirler fakat kendini, özünü bilmedikçe salt
bilginin ne yararı var?
O zaman bu bilginin yanlış kullanılacağı kesindir. Bilen
hakkındaki bilgi olmadıkça huzurun olması mümkün değildir.
Birçok şeye duyarak inanıyoruz. Uzak ülkelere, oradaki insanlara, cennetlere,
cehennemlere, tanrılara ve tanrıçalara inanıyoruz, çünkü bize anlatılmışlar.
Aynı şekilde, bize kendimizden de söz edilmiş, ana ve babamız, isim, mevki, görevler
vb. Doğru olup olmadıklarını araştırmayı hiç
düşünmemişiz.
Gerçeğin yolu sahte olanın yıkımından geçer. Sahteyi yıkmak için ise en
kökleşmiş inançlarınızı bile sorgulamak zorundasınız.
Bunlar arasında en kötüsü de beden olduğunuz fikridir.
Beden ile birlikte dünya gelir, dünya ile birlikte dünyayı yaratmış olduğu
varsayılan Tanrı ve böylece o da korkuları, dinleri, duaları, kurbanları, çeşit çeşit
sistemleri başlatır.
Hepsi de kendi icadı olan canavarlardan delicesine korkan çocuk insan'ı korumak ve desteklemek için. Farkına varın ki siz doğamaz
ve ölemez olansınız ve korku gidince tüm ıstırap biter.
Zihnin icat ettiğini, zihin yıkar. Fakat gerçek icat edilmemiştir, öyleyse yıkılamaz da.
Ne haz, ne acı, insanı tek başlarına aydınlatamazlar.
Ancak anlayış aydınlatır. Dünyanın ıstırapla dolu olduğu, dogmanın bir felâket
olduğu gerçeğini bir kez kavrarsanız, onun ötesine geçme dürtüsünü ve
enerjisini bulacaksınız.
Haz sizi uykuya yatırır, acı ise uyandırır. Eğer ıstırap
çekmek istemiyorsanız, uykuya varmayın. Kendinizi yalnızca mutluluk yoluyla
bilemezsiniz, çünkü mutluluk sizin esas doğanızdır. Aydınlanmak için karşıtını,
siz olmayanı tanımak zorundasınız.
MAHARAJ - Ben O'yum
|
|
|
Spiritüel Yolda Tuzaklar |
Yazar: Archilles - 09-07-2017, Saat: 19:10 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Kendini bilme ve gerçekleştirme yolunda ne tuzaklar, ne duraklar vardır ki insanın zamanını çalar. Kimi zaman elden kaçıp giden bir kaç yıl olur, kimi zamansa koca bir ömür. Bu tuzakların önde gelenlerinden birisi, kendini “ayrı” görmektir. İş arkadaşlarından ayrı, ailenden ayrı; eşinden ayrı…Onlar madde dünyasının bir parçasıdır, sense zeka ve yüce gönlünle başka alemler keşfetmişsindir. Özelsindir, spritüel konularla ilgileniyor, bilgi dağarcığını sürekli geliştiriyor, 3. boyut insanlarından farklı kimbilir neler deneyimliyorsundur. Kendine aynı frekanstan arkadaşlar bulmuş veya gruplar kurmuş ta olabilirsin. Böylesi bir gruplaşma daha tehlikeli olup, yalnızlığın öğreticiliğinin de önüne geçer. Yalnız kalan insan, “tüm dünya ters, tek ben doğruyum” diye düşünürken, bir süre sonra kendinde de yanlışlık var mı diye şüphe etmeye, içine bakmaya başlar oysa ki. Yargıladıklarının kendinde bulmaktan korktuğu, onca yıl kıvrak oyunlarla kaçtığı özellikler olduğunu anlamaya başlayabilir. Oysa ki grup psikolojisi sizi ne kadar özel olduğunuza daha da inandırabilir. Birlikten bahsedilir bu gruplarda, dualiteden kurtulmak gerektiğinden, sevgiden; ancak temelde “biz” ve “siz” ayrımcılığına dayandığından, bir süre içinde ego çatışmaları baş göstermeye başlar. Doğaldır, siz hızla yükseliyorsunuzdur, onlarsa size erişememektedirler. Yeni ve daha yüksek frekanslı kişiler, ustalar aranmaya başlanır. Farkındalık ve anlayış uzakta; yanılsamalarla dolu hayatsa başucunuzdadır.
George Gurdjieff kişiliği soğana benzetir. “Bir çok şartlandırma ve bozulma tabakası altında, insanın basit varlığı gizli kalmıştır. O kadar çok filtrenin altındadır ki onu göremezsin. O kadar çok filtrenin arkasında gizli kalmıştır ki, dünyayı da göremezsin.Çünkü sana ulaşan her neyse, o filtrelerden geçerken bozularak gelir.” der Gurdjieff. Uyumsuzluk yaşadıklarınızla anlaşmak yerine, uzak kalmayı tercih ediyor ve kendinizi ayrı görüyorsanız, dikkatli olma anıdır.Güvenli limanlara sığınmak değil, kendi derinliklerine ayna tutma anıdır.İnsan elbette ki kendine benzer kişilerle bir arada olmak ve paylaşmak ister. Ancak unutmamalı ki, Mevlana “kim olursan ol, gel” dediği için; hiç bir kulu kendinden ayrı görmediği ve yargılamadığı için Mevlana olmuştur. Olgunlaştıkça sorun yaşadığımız kişilerin sayısının azaldığını, uzak ve yakın kavramlarımızın da birer yanılsama olduğunu görürüz. Yargılamaz, anlamaya çalışırız. Gurura kapılmayıp, kendimizi “diğerlerinden” daha ayrı ve yüksek bir yere konumlandırmamaya büyük dikkat etmeliyiz.
Yürek taşıyan yolllarda yürümek cesaret ister. Ne kadar cesur olduğunu, sürekli araştırdığını, öğrendiğini, hızla geliştiğini düşünürken insan, abartı söz konusuysa, kaçmaktadır bilgiye sığınarak, ki bu da diğer bir tuzaktır. Bilginin değeri yadsınamaz; ancak sürekli olarak yeni tekniklerin arayışında olmak; kabaladan tasavvufa, şamanizmden budizme türlü türlü yollara girmek, sürekli bilgi edinme konumunda kalmak insanı ilerletmez. Hayat boyu öğrenciyiz elbette ki hepimiz, ancak edindiğimiz bilgileri yaşamımıza yansıtabilmek için sindirmemiz gerekir. O seminerden bir diğerine koşarken, çıkan tüm kitapları okurken, bir sürü mail grubunu takip ederken, havastan hermetizme, DNA aktivasyonlarından nefes çalışmalarına, NLP’den hipnoza, reikiden EFT’ye, Deeksha’dan Ra Sheeba’ya…..; zaman mı kalır düşünmeye, anlamaya, hayatı okumaya?
“Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız” derler ya… Zihnimizin sustuğu anlarda, sezgimiz güçlendiği, algımız açıldığında, bazı deneyimler yaşayabiliriz. Kimimiz iç sesini duyar, kimimiz “ilham” alır, kimimizse kanal olmuştur, aktarmaya başlar öte alemden onca bilgiyi.Kitapları çıktı, maillerle iletiliyor; Ramtha’nın Solara’nın, Kryon’un, Başmelek Mikail’in, Metatron’un, Hathor’un, çeşitli konseylerin ve daha pek çoklarının mesajları yağıyor dünyamıza, biz faniler aracılığıyla. Celseler düzenleniyor, operatörler medyumları uyutuyor ve sorulara cevaplar aranıyor. Obsesyon vakaları çokça görülse de, kimse kendi çalışmalarının doğruluğundan şüphe etmiyor.
Önümüzde yeni bir kapıyı açıyor ve yeni bir bekleme odasına adımımızı atıyoruz. Sıradaki tuzağımızın ismi ”Kanal bilgileri ” . Bilinmeyen, sır, ölüm ötesi, gayb, melekler, mucizeler, çekim yasası… ne kadar ilgi çekici değil mi? İşin içine “sır” gibi gizemli bir kelimenin katıldığı hangi kitap ya da film pazarlanamaz ki? Benim dediğime kim inanır; oysa ki Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda yazıyorsa, ya da Mayalar’dan günümüze ulaşan bir kehanetse, hele ki bir hadisse; inanmaz mı insan, hem de hemen, hiç sorgulamadan kaynağını, doğruluğunu? Yüce varlıkların, meleklerin sözleriyse üstüne üstlük, inanmaz mıyız, haşa inanırız tabii. Öte alemden bilgi yağıyor yağmasına da; 2012’ye mi odaklanacağız, “birbiriniz sevin” dediklerinde “he tamam şu andan itibaren seviyorum herkesi” mi diyeceğiz? Dedik diyelim, nasıl başaracağız; herkesten bahsediyoruz, sadece bize iyi davrananlardan değil üstelik? Medyum olan kendimizsek, yaşadıklarımızın psikolojik bir rahatsızlıktan dolayı olmadığını nasıl teyid edebileceğiz? Dünyanın parası dönüyorsa bu kanal ve yeni çağ bilgileri üzerinden, biz dar vaktimizi ve enerjimizi niye bunlarla harcayacağız? Gerçeğe nasıl ulaşacağız? Evet zihni susturmayı becermek önemli ilerleme yolunda; ancak işte bu bilgi bombardımanında doğruyu ayırt edebilmek için gerekiyor aklımız ve seçim yeteneğimiz bize. Atatürk’ün dediği gibi: “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” Daha gözümüzün önündekini anlayamazken, birbirimizle iletişim kuramazken; öte alemle nasıl becereceğiz bu işi?
Kutsal kitaplar; binlerce yıldan bu yana yorumlanmaya çalışılmakta, araştırılmakta. Kendi aralarında farklılıklar olsa da; özünde tüm dinler erdemli yaşamaktan, güzel ahlaktan, sevgiden bahsetti. Günümüzde isminin başına hazreti eklenmeden adı anılamayan peygamberler eşitlikten yanaydı, asla kimseye üstünlük taslamadılar, kendilerine yaşarken “efendi” dedirtmediler. İsa şöyle derdi: “Komşunu sev, düşmanından nefret et denildiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin.” Büyük, önemli hıristiyan din adamları bir kaç yüzyıl sonra din uğruna engizisyon mahkemeleri kurdular; cadı dedikleri kadınları ateşte canlı canlı yaktılar. Muhammed “din güzel ahlaktır” dedi, müslümanlık uğruna kadınlar taşlandı, bilim red edildi.Çok hassas bir noktaya, diğer bir tuzağa geldik: Din. Yasaklar, hurafeler, kapana kıstırılmış insanlık, Allah korkusuyla yönetilmiş toplumlar…Kuran’ı bir kez olsun okumamış olsalar da; din adına, Allah adına konuşan, hatta cinayet işleyenler, yobazlar… Elbette ki bizler böyle bir kimlikten, yobaz olmaktan çok uzağız. Uzağız da ne kadar? Korkuyor muyuz O’ndan, yoksa seviyor muyuz? Dişil eril enerjiler; negatif pozitif kutuplarla ilgili bilgiler; beynimizin en derinlerinde kadınları erkekleri baştan çıkaracak, korkulması gereken varlıklar olarak mı konumladı? Hayır işleyelim de sevap kazanalım diye mi yardım ediyoruz? Cinsellikten suçluluk mu duyuyoruz? Yoksa radikal dindarlardan nefret mi ediyoruz? Kara çarşaflıları görmeye dayanamıyor muyuz? Yine yargılar, yine korkular… Dinlerin üzerimizdeki etkisini yadsımadan; inançlarımızı, hurafelerimizi, korkularımızı anlamalıyız; kendimize karşı tamamen dürüst olarak. Artık bağımsız olmalıyız tüm şartlanmalardan.
Tuzaklar daha çok, ancak şimdi biraz ara; yaşadıkça, sindirdikçe yazmak için…
BÖLÜM II
Aşktan bahsetmek varken, spritüel gelişim yolunda gelişimimizin önüne nelerin geçebileceğine kafa yorup duruyorum. Normal değilim ben besbelli. Oysa ki normal bir insan olsaydım; yaşım 34’e geldiğinde yuvasını kurmuş; eşiyle, çocuğuyla düzenli bir hayat sürüyor olurdum. Çalışsam da, en azından aynı anda 80 işi birden götürmek zorunda olmadığım bir işim olurdu herhalde. Bakımlı, TV dizilerini takip eden, tatilleri ailemle birlikte Ege veya Akdeniz’deki tatil köylerinde geçiren bir kadın olurdum. Demek ki benim normal tanımlamam böyle. Anormal tanımlamama gelirsek; son 2 ayda Güney Afrika’dan Almanya’ya; Çoruh Vadisi’nden Nemrud Dağı’na olan seyahatlerimin arasına Antalya, Ankara gibi şehirleri de sıkıştıran, bekar ve evlenmeyi 40’ına kadar planlamayan, ara ara da mümkünse her zor anda yanımda olacak, mükemmel bir eşin hayalini kuran, kimi zaman hırslı ve tuttuğunu koparan, kimi zamansa kırılgan ve münzevi olan bana geliyoruz. O çok önemli bana…“Ben”. Yani gerçek olmayan, geçici olan, bu dünyada oynadığım rol. Spritüel tuzaklardaki diğer ateş hattı, özdeşleştiğim kimlik. Oysa ki ne kadar gerçek ve benim için önemli. Daha sayfalarca nasıl biri olduğumu, nelerden hoşlandığımı, anılarımı, dar alanıma aldığım dostlarımı, işimi öylesine uzun uzun anlatabilirim ki. Benden öylesine uzun uzun bahsedebilirim ki, çok ta zevkli olur. Tüm bu laf kalabalığı gerçeği yansıtmayacağı gibi; beni sadece benden uzaklaştırır.
Neden insanın kendi kimliğinden vazgeçmesi gerekir bu yolda? Neden efsaneler yanan ve küllerinden doğan Anka Kuşunu anlatır? Neden o ben diye tanımladığımız aslında bir hapishane olup, özgürlüğümüzün önündeki en büyük engeldir? Neden kaçmayı istemeyiz de, onca gardiyan dikeriz önümüze? İstemeyiz çünkü değişmeyi, risk almayı. Öylesine direnç gösteririz ki; zorlanmaktan hasta da oluruz, bedbaht da. Kadere atarız suçu, yine de içe dönüp, kendimize bakmayız. Niye direniyoruz diye düşünmeyiz de, şaşırırız olan bitene, bu değişim rüzgarının bi bizi sürükleyip götürdüğünü sanırız. Oysa ki hayat hep değişir, biz değişiriz, çevremiz değişir. Değişmeyen ne vardır ki? Değişime direnmek te bir tuzaktır. Herşeyin hep aynı kalmasını isteriz aslında, değil mi? Tüm sevdiklerimizle birlikte, yaşlanmadan, hastalanmadan yaşamımızı sürdürmeyi dileriz. İşimiz varsa, sıkı sıkıya tutunuruz ona; ekonomik krizlerin olmamasını, arkadaşlarımızın uzaklaşmamalarını, evliliklerin bir ömür boyu sürmesini, çocuklarımızın büyüseler de, hep küçüklüklerindeki gibi bize bağlı olmalarını isteriz. İstemeyiz ölümü, hayatta yiyebileceğimiz o en okkalı tokadı. Ne biz ölelim, ne de sevdiklerimiz. Bir daha görmemecesine elimizden alınmasın hiç kimse, toprağa vermeyelim yaşlı bedenleri; hele ki genç olanlarını. Akmasa göz yaşlarımız ve kahkahalarımız daim olsa. Ve her şey olabileceği en güzel haliyle sonsuz olsa….
Sonsuzluk…Büyülü sözlerden bir diğeri, yatay eksende, yatar durumdaki bir sekizle simgelenir ki; yatay kelimesi de , sekiz sayısı da pek çoğumuzda aslında sadece tek bir şeyi çağrıştırır. Dünyadaki varoluşumuzu başlatan, nesillerin devamını sağlayan, pek çok davranışımızın ardındaki tek güdü olan, kadınla erkek arasındaki o karşı konulamayan çekimi oluşturan seksi.Seks, en zevkli tuzak.. Carlos Castenada’nın kitaplarında erkeklerin seviştiği kadınların enerjisini ömür boyu çektiklerini; bunun önüne geçmenin tek yolunun da kimseyle cinsel ilişki kurmamak olduğu yazıyordu. Daha önce sevişildiyse eğer, öncekilerle oluşmuş olan enerji bağının kesilmesi için 7 yıl kimseyle beraber olmamak gerekirmiş. Bu doğru mudur, yanlış mıdır, Castenada şamanik bilgilerin üstadı mıdır, kafayı mı yemiştir diye de baya düşünmüştüm tabi. Sevişmeli mi, sevişmemeli mi; bir türlü karar verememiştim. İşin içine, bir önceki bölümde yazdığım tuzaklar arasında yer alan dini de katarsak, kararsızlık çemberi daha da büyüyor. Evlenmeden beraber olmak zina mıdır, günah mı işlemiş oluruz? Hele ki evliyken başkalarını arzuluyorsak; eyvah! Psikolojiye gelelim biraz da; yetersizlik korkuları, sahiplenme, kıskançlık, seks bağımlılığı, cinsel tercihlerde sapkınlıklar ve daha bir sürüsü… Şehvet duygusuyla aşkı karıştıran ve bir ömrü ruhsal olarak hiç bir yakınlık duymadığı eşle geçirenleri de biliriz, sabah akşam kafayı sekse takanları da.Fanatikçe düşüncelerden dolayı seksten nefret eder görünenler de vardır ki, bunların kafaları daha da fazla takıktır. Karşı cinsi hayatın tek amacı belleyenler, daha cezbedici olmak için dış görünüme veya güce odaklananlar, çeşitlilik peşinde koşanlar, bağımlı olanlar ve daha pek çokları. Seks bizi parmağında oynatır aslında. Yani hem onu kontrol edebilmeyi, hem de seksle barşık olmayı ya öğreneceğiz, ya da öğreneceğiz. Yoksa değil spritüel yolda tekamül etme, yaşamayı bilmekten bi haber olacağımız kesin. Davranışlarımızın ardındaki güdünün seks olduğunu kendi kendimize itiraf etmekten de sakınacağımız için, ne katıldığımız herhangi bir kursa aslında bir partner bulma amacıyla başladığımızı anlayabileceğiz, ne de hormonlarımızın hayatımızdaki yerini. Ters bir bakış ya da sözün bozduğu moralimizin, karşı cinsten hoş birinin gülümsemesiyle nasıl anında değiştiğini gözlemleyemeyeceğiz. İnsan oğlunun spritüel dernekleri de kısa bir sürede çöp çatan hattına çevirdiklerine şaşıracağız.Yani niyetimiz ermek değil, şu temel dürtümüz de olabiliyor, ki bunu kendimizi suçlamadan, ayıplamadan görebilmemiz lazım. Dürüst olmalı ve farkındalıkla gözlemleyebilmeliyiz.
|
|
|
Kendi Cennetinizi Yaratın! |
Yazar: Archilles - 09-07-2017, Saat: 18:11 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorumlar (3)
|
|
Yıllar önce, artmakta olan mutsuzluğumun içinde kıvranıyor ve mutluluğu hep erteliyorken, bir arkadaşım “Hakan, cennet burada!” dediğinde oldukça şaşırmıştım. Halbuki bize böyle öğretilmemişti hiç…
İyi bir din dersi öğrencisi olarak hatırlıyordum ki öldükten sonra karşımıza iki sorgu meleği çıkacak, bize önce kime inandığımızı ve peygamberimizi, sonra da ne olduğu net olarak açıklanmayan başka sorular soracaklardı. Bu sorulara verdiğimiz yanıtlara göre de cennetlik olup olmadığımıza karar verilecekti. Çocuk aklım bilgileri bu şekilde tasnif etmiş ve sonra da hiç sorgulamamıştı. Taa ki arkadaşım cennet burada diyene kadar…
Ne demek istediğini düşünmeye başladım. Yaşadığım hayattan mutlu olduğum söylenemezdi. Başarmaksa; Türkiye’nin en iyi okullarından birinden mezun olmuş, en iyi firmalarında çalışmıştım. Arabam, İstanbul’un güzel bir semtinde evim vardı. “Başarmıştım”, ancak bu, dünyadaki cennetten uzakta olduğum gerçeğini değiştirmiyordu.
Üniversite 1. sınıfta elime Anlar diye bir şiir geçmişti. Bu şiirde 85 yaşında ve ölmekte olan bir adam geçmişine hayıflanıyordu. “Yeniden başlayabilseydim yaşama, daha çok dondurma, daha az bezelye yerdim. Her gittiğim yere şemsiye götürmezdim” diyordu. Bu şiiri o zamanlar okuduğumda çok etkilenmiş ve yurtta kaldığım odanın duvarına asmıştım. Bana hep yaşamayı, yaşamdan zevk almayı hatırlatsın diye!
Sanırım işler para kazanmaya gelince ve iş dünyasına girince karıştı. “Koş, durmadan koş. Yüksel, para kazan, biriktir, yatırım yap… Emekliliğinde yaşamaya bol bol zamanın olacak.” Bu koşullanmaların doğru ya da yanlış olduğunu tartışmayacağım ancak ben o kadar hızlı koşmaya başlamıştım ki etrafımdakileri üstünkörü bile göremiyordum artık… Üstelik varmak istediğim bir yer de yoktu, emekliliğimdeki o huzurlu hayat dışında.
“Cennet burada” beni uyandırmaya başlayan ilk cümlelerden biri oldu.
Peki madem o emeklilik hayatı ve elden ayaktan düştüğümde kavuşmayı umduğum huzur umrumda değildi artık, o halde ne istiyordum? Oturdum kısa bir liste hazırladım.
Kendi boyadığım rengarenk bir evde oturmak
Doğa gezilerine çıkmak
Tibet’e gitmek
Balıklama denize atlamayı öğrenmek
Yarım kalan ve kafama takılıp duran işleri tamamlamak
Daha sağlıklı olmak
Bu listeyi yaparken şöyle bir şey geldi, aklıma: Sorgu melekleri ilk iki sorudan sonra, işte bunları soracaklardı: Hayal ettiklerimi yapıp yapmadığımı. “Hakan doğa gezilerine hiç çıktın mı?”, “Hayatında hiç balıklama atladın mı?” Bu sorulara evet dedikçe sorgu melekleri ellerindeki listeye “check” işareti atıyorlardı. Ne kadar çok “check” alırsam bu dünyada da öbür dünyada da cennete o kadar yaklaşacaktım böylece…
İlk olarak evi boyamakla işe başlamaya karar verdim. Peki ama elime doğru dürüst bir fırça bile almamışken evi nasıl boyayacaktım? Bugüne kadar istediğim her şeyi başardığıma göre bunu da yapabilirdim. Daha önce evini boyayan arkadaşlarıma danıştım, işin püf noktalarını öğrendim. Hatta Internet çağının çocuğu olarak Internet’ten bu konuda yazılar bile okudum. Gittim boya kovasını ve fırçalarını aldım, boya kartelalarından hayalimdeki renkleri yarattırdım. Odanın yerlerini naylonla kaplayıp ilk fırçayı da bu konuda tecrübesine güvendiğim bir arkadaşımla sürdüm.
Birkaç hafta içinde, hayal ettiğim yatak odasına kavuşmuştum. Boyayı işten bana kalan zamanlarda yaptığım ve deneye yanıla ilerlediğim için bu kadar sürdü tabii. Sonuçta karşısına geçip baktığımda keyif aldığım bir odadaydım artık. Üstelik “Hakan ev boyuyormuş” diye merak eden, uzun zamandır görmediğim arkadaşlarım da eve gelip gitmeye başladılar. Sohbet ettik, boya yaptık. İş kendiliğinden bir şenliğe dönüştü. Çok eğlendim! Feng Shui’den esinlenerek evimi renklendirmemin hayatımı da renklendireceğine inandım ve bu şimdiden gerçekleşmeye başlamıştı.
Listemdeki maddeleri adım adım uyguluyordum. Bir arkadaşımı da ayartıp soğuk bir kış gününde Yalova’ya yürüyüşe gittim. Gezide hepimizden farklı olduğu her halinden belli olan, benden birkaç yaş büyük görünen bir kız vardı. Onunla sohbet etmeyi çok istedim. O önde ben arkada ilerlerken ona nasıl yaklaşsam diye düşünüyordum. Birden sanki ona baktığımı hissetti ve bana dönerek “Ne o, arkam çamur mu olmuş?” dedi. O an çok şaşırdım. Herhalde bana bakmadan beni gördü ve duydu diyerek kendisine bir de bilgelik atfettim. Yanına geçtim, o zamanlar çok konuşmama rağmen sözü tamamen ona bıraktım. Her nasıl olduysa o da zaten zihnimden sorduğum her soruya yanıt verdi. Bir yandan dizilerde oynayan, bir yandan dünyayı gezen, daha önce tanıdığım kişilere hiç benzemeyen bir kişiydi o.
Yegane konuştuğum anlardan birinde “Ben de Tibet’e gitmek istiyorum ancak 15 gün izin alamam ki” dedim. Hiç denedin mi? diye sordu. Denemediğim gibi, olmayacağına o kadar inanmıştım ki sormak aklımın ucundan bile geçmemişti. Denemeye karar verdim. Hadi diyelim ki izni aldım, bu sefer de yazın hiç tatil yapma, denize girme fırsatım olmayacaktı. O da haftasonları civardaki kasabalara gidebileceğimi, şehirden uzaklaşarak tatil de yapabileceğimi söyledi. Hiç böyle bakmamıştım gerçekten…
Peki neden Tibet? O zamanlar Tibet’e gitmek nedense pek modaydı. Dalai Lama kitapları çıkıyor, Tibet’le ilgili filmler çevriliyordu. Beni cezbeden şey ise bunların tamamen dışındaydı. Çocukken bir çizgi roman okumuştum. Bu çizgi romanda Batılı, yaşlanmış, mutsuz bir adam gerçeği aramak için yola çıkıyor ve kendisini Tibet’te buluyordu. Orada keşfettiği bir vadide 150 yaşında olduğunu söyleyen en fazla 35 yaşında görünen insanlarla tanışıyordu. Birkaç yılını onlarla geçirip onlarca yaş gençleştikten sonra ülkesine geri dönüyordu. Yıllar sonra aynı hikaye Tibet’in Gençlik Pınarı kitabıyla yeniden karşıma çıktı. Bu kitap da yine Tibet’e giden bir adamın orada bir manastırda öğrendiği bir dizi egzersiz, beslenme ve düşünme tekniği ile onlarca yaş nasıl gençleştiğini anlatıyordu. Muhtemelen Tibet bilinçaltımda “Gel Hakan, yeni bir yaşama buradan başla!” diye beni çağırıyordu.
O güne kadar hiç kimsenin 15 gün izin almadığı departmanda izin istedim. Önce bakarız dediler. Birkaç hafta sonra bir daha sordum, ses çıkmadı. 3. soruşumda pes etmelerinden midir nedir, izni aldım. Tibet turunu ayarladıktan sonra fark ettim ki izin tarihini yanlış belirlemişim. Yeni tarih işlerin en yoğun olduğu; değil 15 gün, 1 gün bile izin alamayacağım bir döneme geliyordu. Her şey bu kadar güzel giderken yoksa başa mı dönüyorduk şimdi? Bütün cesaretimi toplayıp durumu anlattım ve bilin bakalım ne oldu? Daha önce izni almış olduğum için hakkım saklı kaldı ve yeni izin tarihim de onaylandı. Tibet’e gidiyordum! 15 günlüğüne ve işlerin en yoğun olduğu zamanda…
Listemizdeki bir diğer madde balıklama atlamaydı. Balıklama atlamak bana hep çok erkekçe bir sembol olarak görünür. Yıllar önce bir arkadaşım 30 metrelik bir kayadan balıklama atlarken havada asılı kalmış resmini gösterdiğinde ona çok imrenmiştim. Ancak bunu yapabileceğimi hiç düşünmüyordum. Birkaç kez denemiş, kulağıma su kaçtı diye rahatsızlık duyarak bırakmıştım.
Artık zamanı gelmişti. Hayallerimdeki Hakan’a kavuşmak ve kendi cennetimi yaratmak için adım atmak gerekiyordu. Yaz gelip de havalar ısındığında her haftasonu Kilyos ve Adalar’daki plajlara gitmeye karar verdim.
Gene biraz Internet araştırması, bilen birkaç arkadaştan alınan tavsiyeler ve bir arkadaşımla birlikte işte Kilyos’tayım. Sabah deniz kenarında serinlikte lezzetli bir kahvaltı ettik. Denizde yüzdük, güneşlendik. Balıklama atlamadan önce oyalanarak aslında cesaret depoluyordum. Taa neden sonra denizin ortasında duran salı gözüme kestirdim ve üzerine çıktım. Sal o kadar alçaktı ki ayaklarım sanki su ile aynı hizadaydı. Yani sanki denizin içinden denize atlayacağım gibi. Düşündüğüm kadar kolay olmadı. Bir süre atlayanları izledim nasıl yapıyorlar diye. Yapmam gereken tek şey sadece kendimi denize bırakmak. Aşağısı o kadar derin ki, neredeyse 3 tane Hakan boyu. Yani yere değmeme imkan yok. Ancak ben gene de kafamı çarpmaktan, kulağıma su kaçmasından, sanki metrelerce yüksekten atlıyormuşum gibi vücuduma zarar vermekten korkuyordum.
Belki saniyeler süren ancak bana dakikalar kadar uzun gelen bir zamanda salın ucunda bekledim. Kendimi aşağıya bırakamadım. Denizden çıkan bir adamın “Ne düşünüyorsun, atlasana” diye seslenmesiyle kendime geldim ve kendimi suya bıraktım. Atlarken o havada süzüldüğüm belki bir saniyelik an, suya girdiğimde vücuduma değen kabarcıklar, tüm bu anlarda havada uçuyormuşum hissi… Ardından gelen başarmanın keyfi ve çocukça bir zevk… Hepsi bir aradaydı. Üstelik korktuğum hiçbir şey olmamıştı.
Tesadüfen mi iyi atladım diye düşünüp, çıktım bir daha atladım. Aldığım zevk her seferinde daha da arttı. O gün çocuklar gibi onlarca kere çıkıp çıkıp suya atladım.
O haftadan sonra balıklama atlama bahanesiyle her haftasonu arkadaşlarımla denize gittim. Trakya tarafına gittiğimizde yeşilin her yerden fışkırdığı ormanlarda yürüdük, ayçiçeği tarlalarında leylekleri kovaladık, denize karşı akşam balık yiyip keyif yaptık.
Bir haftasonu da bir arkadaşımla Adalar’da kiraladıkları eve kahvaltıya gittik. Vapurdan iner inmez yazın görmeye hiç alışık olmadığımız bir yağmur başladı. İnsanlar sığınacak bir çatıaltı bulabilmek için koşuştururken, hayretle bize bakanlara aldırmadan sanki hiç yağmur yağmıyormuş gibi yürümeye devam ettik. Tepelerden inen sular ayak bileğimizi geçmeye başlayınca ayakkabılarımızı da çıkardık ve adanın neredeyse öbür ucuna o yağmurda çıplak ayak yürüdük.
Yağmurda yürümek yukarıdaki listemde yoktu ancak eminim bir “check” daha almıştım. Bilmediğim bir dünyaya doğru attığım her adımda hayatım daha da keyifli hale gelmeye başladı.
Bu arada yaz sonunda 3 metreden balıklama atlayabilir hale geldim. Hem de kendi başıma!
Sonbaharda Tibet yolculuğuna çıktım. Kahkaha krizine girdim Tibet’te bir yerlerde. Herhalde en son çocukken olmuştu bu. Karnım acıdı gülmekten ve duramıyordum. Sanki yıllardır atmadığım kahkahalar bir bir çıkıyordu şimdi.
O kahkahalarla birlikte sanırım cennetin kapıları bana açılmıştı. Hayatımın yönünü değiştirdim. Artık keşkelerim değil iyi ki’lerim vardı benim ve bunları nasıl arttıracağımı çok iyi biliyordum. Gezide tanıştığım Şebnem’i bir daha hiç görmedim. İzini de kaybettim. Sanki geldi, “Hiç denedin mi?” diye sorarak sihirli değneğiyle hayatıma dokundu ve gitti…
ANLAR
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum…
Ölüyorum…
Jorge Luis Borges
|
|
|
Hitler ve Mehdi |
Yazar: Archilles - 09-07-2017, Saat: 15:40 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
“Hitlerle Mehdî’nin ne ilgisi var?” diyeceksiniz. Önce Hans’ın iki Mehdî’den söz ettiğini anımsayalım. Birinci Mehdî(Maghty) bildiğimiz, ileride gelecek ve Süfyanistlerle savaşacak olan “Mehdi resûl”dür. İkinci Mehdî ise, daha önce Adler olarak yaşamış olan Mehdî’dir.
Hans, Adlerin WEMB düzenini kurmak üzere harekete geçtiğini ama Zion grubu tarafından baskılanarak 300 küsur yıl ileriye sektirildiğini, Adlerin yerini Hiedler’in aldığını, Hiedlerin de Hitler’in babası olduğunu ve WEMB armasını Svastikaya çevirdiğini söylüyor. Bu durumda Hitler, Hiedler’in oğlu olarak ekranımıza geliyor. Zion Grubu’nun zaman gezmeni olmayan bu farklı eylemcisi, Hans’ın söyleminde bilindik yüzünün çok dışında bir yüzle karşımıza çıkıyor. Burada onun gerçek ama arkada kalmış olan yüzünü görüyoruz. Okuyucunun bunu merak edip ilgi duyacağını düşünerek şimdi Hitlerden söz edeceğiz.
Hans’ın dediğine göre, Hitler değil ama babası zaman gezmeni idi ve Adler’in yerini alan babasıydı. Safkan bir Yahudi ve Zion yandaşı olan baba Hiedler, arkasında zaman gezmeni olmayan ama safkan Yahudi olan ve gizemli konulara pek düşkün bir oğul bırakmıştı. Hitler, aslında bir deli değil, tümü medyum olan Yahudi bir ailenin (Hiedler ailesinin) çocuğudur. Hitler’in doğduğu Avusturya-Bavyera sınırındaki Braunau-amm-Inn, tam bir medyumlar kentidir. Bir çok ünlü medyum bu kentden çıkmıştır. Böyle bir yerde yetişen Hitler’in çocukluğundan beri karşılaştığı medyumluk olayları ve gizemcilik, ülkenin başına geçip lider olmasından sonra da onun ilgisini çekmeye ve onu yönlendirmeye devam etmiştir.
Bu konuda özellikle onun “Büyük Ruh” inancı dikkati çekmektedir. Hitler’in Büyük Ruh inancı, E. G. Bulwer Lytton (1805-1873) tarafından 1873 yılında yazılan “The Coming Race” (Gelen Irk) adlı kitapta sözü edilen “yeraltı uygarlığına” dayanır. Bu kitapta, söz konusu uygarlığın, “Vril” adı verilen “elektomanyetik gücü” kullanabilme özelliğine sahip oldukları belirtilmiştir. Bu kitapta yazılanlardan çok etkilenen Hitler, bu konuda, başta Tibet ve Moğolistan olmak üzere, Dünya’nın çeşitli yerlerinde araştırmalara girişir. “Vril Örgütü”nün kuruluşunda ve Hitler’in “Ari Irk” kuramlarında bu kitabın etkili olduğu bilinmektedir.
“Time-Life” yayınları arasında yer alan “Mysteries of The Unknown” (Bilinmeyenin Gizemleri) serisinin “Mystic Places” (Mistik Yerler) adlı kitabında, bu konuda şöyle denilmektedir:
“Vril Örgütü, Lord Lytton’ın “The Coming Race” adlı kitabında yazılanları gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Aynı amaçla kurulan diğer bir organizasyon ise, Bavaria’daki “Thule Örgütü” idi. Bu örgütün üyeleri arasında, Nazi filozofu Alfred Rosenberg ve Führer’in yardımcısı Rudolf Hess de bulunmaktaydı. Bir medyum karakterinde olan Hitler’in, söz konusu kitapta anlatılan yeraltı uygarlığından bir Büyük Ruh’a inandığı, bu Büyük Ruh’un geceleri ona görünerek çılgınlık krizleri yaşattığı söylenmiştir.”
Hitler’in yakın çevresinden Danzig Hükümet Başkanı Herman Rauschining’in “Hitler Bana Dedi Ki” isimli kitabında, Hitler’in bir Büyük Ruh ile konuştuğuve bu ruhun ona yaşattığı çılgınlık krizleri ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu kitapta, Rauschining, Hitler’in, kendisine şunları söylediğini yazmıştır: “Aramızda yaşayan yeni biri var! O burada! Sana bir sır söyleyeceğim: O korkusuz ve zâlim! Ondan korkuyorum.”
Acaba Hitler ve Stalin, savaş sırasında, başka bir “gizli savaşın” kuklaları mıydılar? Elimizdeki bilgiler, onların yakın çevrelerindeki “başkaları” tarafından çok iyi kullanıldıklarını göstermektedir. Şöyle ki, Hitler, bir Büyük Ruh’a inanarak savaşı yönlendirmiştir. Onun bu “Büyük Ruh” gizemciliği serüveninde, yanından pek ayırmak istemediği iki telepatı vardı.Bunlardan birincisi, 1920’li yıllarda İstanbul’da kaldığı süre içinde, Gurdjieff tarafından Müslümanlaştırılarak Zig-Zag Grubu’na alınan “Eric-Jan Hanussen”; diğeri ise, yine İstanbul’da kaldığı sırada Müslümanlığı öğrenerek Zig-Zag Grubu’na girmiş olan, general “Karl Haushofer”dir.
Bu durum bize Hitler’in hem kişisel olarak medyumik tuhaflıklar gösterdiğinin hem de etrafına bir takım gizemcileri topladığının apaçık kanıtlarıdır. Onun yorumuna göre, bir Büyük Ruh vardı. Özellikle geceleri kendisi ile konuşmaktaydı ve onu korkutmaktaydı. Bir çok geceler, bu büyük ruhun onunla konuştuğunu, konuşurken korkuttuğunu, bir tür çılgınlığa varan krizler yaşattığını, normal günlük hayat içinde Hitler’i etkileyip yönlendirdiğini görüyoruz. Örneğin, Hitler’in, Berlin metrosuna doldurarak su baskını ile boğdurttuğu 300 bin Alman’ı, Büyük Ruh’un isteği üzerine öldürttüğü ileri sürülmektedir.
Onun koca Alman ordusunu Moskova yolunda soğuktan donarak telef etmesinde, yine bu Büyük Ruh’un parmağı vardır; çünkü Büyük Ruh, onu, kış ortasında anî bir yazın geleceğine inandırmıştı. Kış faktörüne karşı hiç bir ciddi önlem almayan Hitler’in Rusya seferindeki acı yenilgisine, Büyük Ruh’a olan sarsılmaz inancı neden olmuştur.
Bütün bu çılgınlıkların arkasında Hitler’in “Büyük Ruh” inancı ve “Thule” örgütü vardı. Bu örgütün kurucuları, şair ve gazeteci, Dietrich Eckart, 1920’lerde, mimar Alfred Rosenberg ve Karl Haushofer ile birlikte, Hitler’e, mistik doğunun gizemlerini öğretmiş ve Hitler’in, o yıllarda bu örgüte katılmasını sağlamıştı. 1923 yılında kurulan Milliyetçi Sosyalist Parti’nin yedi kurucu üyesinden biri olan Eckart, aynı yıl içinde öldüğünde, elindeki tüm bilgi birikimini Karl Haushofer’e bırakmıştı. Vasiyetinde ise, şöyle diyordu: “Hitler’i izleyiniz. Dans edecektir; ancak müziği ben yazdım. Onlarla temasa geçmesi için gerekli araçları kendisine verdik. Bana da sakın acımayın. Tarihi herhangi bir Alman’dan daha fazla etkilemiş olacağım.”
Örgüt, adını “Thule Kornen”den almıştı. Thule Kornen, “Zülkarneyn”den başkası değildir. Zülkarneyn, çift zamanlı, çift boynuzlu anlamına geliyor.Bunun ne anlama geldiğini anlamak için ise, önce Hans’ın sözünü ettiği “Worm Hole” yani “Kurtçuk Deliği” diğer adıyla “Karadelik” Kuramı’nı bilmek gerekir. Bu Karadeliklerin, zaman gezmenliğinde niçin ve nasıl araçsız bir imkân olduğunu öğrenmiş olmak gerekir. Sonra boynuz ve kiriş oluşturan Karadeliklerin zaman gezmenliğinde kullanılabilirliğini anlamış olmak gerekir. Kur’an’da sözü geçen Zülkarneyn’in, araçlı ve araçsız olarak zamanda ileri geri gezebilen bir zaman gezmeni olduğunu bilmek gerekir. Bir çok Kehf elemanının da Hans’ça çift zamanlı sayıldıklarını, Zülkarneynlerin aslında bir tane olmadıklarını bilmek gerekir. Bunların çoğunu daha önce anlatmıştım. Tuhule Kornen’in batıdaki anlamı ise şudur:”Thule”, İzlanda efsanelerindeki batık bir kıtanın adıdır. Ayrıca, Grönland’ın batısında, halen bir Thule kenti bulunmaktadır. “Kornen” ise, hem yarımada, hem de “boynuz” anlamına gelmektedir. “Thule Kornen”, Thule Yarımadası anlamına gelmekle beraber, Thule kentinin gerçek adı Qaanaak’tır. İki ismi beraber okuduğumuzda “Zülkarneyn” kelimesi açıkça görülmektedir. Thule Örgütü’nün sembolü, çift boynuzlu Viking miğferidir. Kökleri, kayıp kıta “Mu” uygarlığına dayanan bu öğretinin temel taşları, insan psikolojisinin bilinmeyen yanları ve zaman boyutları idi. Amaçları, “zamanda insan ve taşıt naklini” gerçekleştirerek, Dünya‘nın kaderini değiştirip üstün bir ırk meydana getirmek ve “üst zekalılarla” diyologa geçmekti. Bundan da anlaşılacağı gibi, Thule örgütü, gidip gidip zaman gezmenliği konusuna dayanmaktadır.
Burada şimdi Hitlerin “Büyük Ruh” inancına yeniden dönmenin tam zamanı! Büyük Ruh kimdi ve Hitler’i nasıl bu denli etkilemişti?
Büyük Ruh, Şi’ra’dan sızıp gelen Yahudi zaman teröristleri grubundan, ilk gelen grup olan Ayneşşeytan grubundan biri olan Wolf Messing’ten başkası değildi. Bu güçlü telepat, Hitleri telepatik yolla etkiliyor, kendini onda Büyük Ruh olarak ifade ediyor, sonra da ona türlü krizler yaşatarak türlü hatalar yapmasını sağlıyordu. Sanırım böylece uçların nerede toplandığını anlıyorsunuz.
Thule Örgütü’nde, Güneş, “Aryan”ların kutsal sembolü olarak bilinirdi. “Aryan”ın lügat anlamı, “Arî Irk” ve Hint-Avrupa dilini konuşan tarih öncesi kavim (Hint-Avrupalı) demektir. Bir Tibet efsanesine göre, üç-dört bin yıl önce, Orta Asya’da, Gobi’de çok büyük bir uygarlık vardı. Bu uygarlık, bir felaket, belki de bir atom savaşı sonucu yıkılır; Gobi bir çöle dönüşür. Bu felaketten canını kurtarabilenler, Kuzey Avrupa’ya ve Kafkasya’ya göç ederler (Bu olay, tarih kitaplarında okuduğumuz, Orta Asya’daki kuraklık ve göçler konusu ile uyumludur).Thule Örgütü’nün ermişleri, bu Gobi göçmenlerinin, insanlığın temel ırkını (âri soyunu) oluşturduğuna inanmaktaydılar. Haushofer, “kaynaklara dönmeyi”, yani Doğu Avrupa’yı, Türkistan’ı, Pamir’i, Gobi’yi ve Tibet’i ele geçirme gereğini savunmaktaydı. Ona göre, bu bölgeleri ele geçiren, Dünya’ya egemen olurdu.
Hint-Tibet mitoslarında “Dhurakhapalam”a “Vaidor”, uzay üstü uzaya çıkıp zaman yolculuğu yapan UFO benzeri uçan disklere de “Vimana” denilmekteydi. Hint söyleminde Vaidor’ların, Turan Dağı’nda; Vimana’ların ise Tor Dağı’ında bulunduğu, daha doğrusu inip, çıktıkları yazılıdır. Hatta, Çinliler’in, Fransızlar’ın (Kont Sédir) ve Ruslar’ın (Çar Nikola) büyük paralar harcayarak kurdukları ekiplerle Dhurakhapalam’ı arattırdıkları söylenir. Hitler’in yakın elemanlarından General Haushofer’in de, Tibet’te bu konuda araştırmalar yaptığı söylenmiştir. Diğer taraftan Dhurakhapalam’ın Tibet’teki Lama rahiplerinin ağızbirliği ile sakladıkları bir sırra göre, kutsal beldeden çalındığı ileri sürülmüştür.
Bu konu ile ilgili olarak, Aiberg’in kitaplarından birinde, satır aralarında sadece şöyle bir cümle yer alıyor: “Gurdjieff’in bu aygıtı bularak, Rusya üzerinden Grönland’a taşıması ve Paul Kamensberg isimli birini zamanda iki yıl geri göndermesi ile ilgili olarak süper devletleri şok eden deneyler”.
Ancak ne yazık ki, Aiberg’in kitaplarında bu konu ile ilgili daha fazla bilgi bulunmuyor.
Thule Örgütü, 1943 yılına kadar Tibet’le yakın ilişkiler içinde olmuş, karşılıklı heyetler gönderilmiştir. Hatta, 1926 yılında, Berlin ve Münih’e, küçük bir Hindu kolonisinin yerleştirildiği bilinmektedir (Ruslar’ın Berlin’e girişi sırasında, ölenler arasında, Himalaya ırkından gelme, Alman üniforması giymiş, üzerinde kimliği ve rütbesi bulunmayan bin kadar cesede rastlanmıştır). Nazi’lerin “Odessa” adlı bilim örgütünde de, üst rütbeli Tibetli’lerin çalışmış olduğu saptanmıştır. Tibet kökenli “Yeşil Ejder” adlı bir örgütün de, Thule Örgütü ile bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Thule Örgütü’nün merkezi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İstanbul’a taşınmıştır. Örgütün başkanı, Hitler tarafından İstanbul’a gönderilen, ancak daha sonra İstanbul’da intihar süsü verilerek öldürülmüş olan (Türk literatüründe “Gizli Müslüman Baron” diye anılan), “Baron Rudolf von Sebottendorff” (diğer adıyla, “Rudolf Glauer”) dir. Araştırmacı yazar Jason Bishop, Baron Sebottendorff’un, İslâm mistizmi ve süfizmini tüm ayrıntıları ile çok iyi bilen ve tarikatlarla doğrudan teması olan bir kişi olduğunu belirtmektedir.
Baron Sebottendorff, 1933 yılında yayınlanan, “Before Hitler Come” (Hitler’den Önce) isimli kitabında, Nazi liderlerinin gizemli çalışmalarını konu almış ve kitap, bu nedenle Gestapo tarafından yasaklanmıştır.
Haushofer ve Hanussen ile birlikte, Gurdjieff de Müslüman olmadan önce bu örgüte mensuptu. Diğer bir örgüt üyesi olan Rudolf Hess’in de Müslüman olduğu ileri sürülmüştür. Hitler’in, Thule Örgütü’ne 1920 yılında katıldığını daha önce belirtmiştik. Zig-Zag Grubu ile bir süre bağıntılı olarak çalışan Thule Örgütü’nün Hitler tarafından Nazi’leştirilmesinden sonra, Zig-Zag Grubu bu örgütle ilişkisini kesmiştir.
En büyük hedefi, zaman yolculuğunu gerçekleştirerek Dünya’nın kaderini değiştirmek olan Thule Örgütü’nün, bu amaca ulaşacak teknolojiye erişebilmek için, tarih öncesi üstün Aryan uygarlığının yaşadığı Hindistan ve Tibet’e kadar uzandığını görüyoruz Hazreti Hızır’ın öğrencisi olarak zaman yolculuğunun sırrına eren Mevlâna Halid-i Bağdadi’ye de Mekke-i Mükerreme’de kendisine Hindistan yollarına düşmesi söylendiğini ve Cihanabad’da irşad edildiğini biliyoruz. Dolayısıyla, görüyoruz ki, zaman yolculuğu konusu batıda da Hindistan ve Tibet’e doğru uzanmaktadır. Diğer taraftan, Gurdjieff ve Haushofer’in hem Thule, hem de Zig-Zag mensubu olmaları, Thule Örgütü’nün, Bağdadi’nin zaman yolculuğu etkinliğinden haberdar olduğunu akla getiriyor. Zig-Zag Grubu’nun, Thule Örgütü ile ilişkisini kesmesi, Nazi’lerin, zaman yolculuğu teknolojisini siyasi amaçlarla kullanmak istemelerinden kaynaklanmış olabilir.
L. Pauwels – J. Bergier ikilisinin, yukarıda belirttiğimiz “Le Matin des Magiciens” (Büyücülerin Sabahı) adlı kitabında, Thule Örgütü ile ilgili daha ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Burada ilginç bir noktaya daha değinelim: Size Dünya zamanı içinde daha önce yaşamış bir Mehdî’den söz ediyordum! Adı, Alias Olof Adler. Zaman gezmeni olan bir Zion grubu tarafından, 300 küsur yıl geleceğe sektiriliyor. Onun yerine Hitler’in babası olan Alois Hiedler getiriliyor. Bu adam, WEMB armasını Gamalı Haç’a döndürüyor. Oğlu Hitler ise, Yahudi kökenli bir insan olarak, Almanya’nın başına geçiyor ve Yahudikıyımını gerçekleştiriyor. Burada Hitler’in hem Yahudi olması hem de Yahudileri kıyımdan geçirmesi, ilginç görünüyor. Hans bunun açıklamasını şöyle yapıyor:
“Alois Hiedler’in oğlu Adolf Hitler,4,5 milyon Karaim Türkünü (Musevi Hazerleri) fırınlarda yaktı. Beş milyona yakın Karaim Türkü fırınlara gönderilirken, gerçek Museviler ise, trenle İsviçre’ye kaçırılıyordu. Hem de Naziler ücret karşılığında kaçırıyorlardı. Ukrayna, Beyaz Rusya ve bilhassa Polonya’dan getirilen Türkçe konuşan Yahudi Hazer Türkleri fırınlarda yok edilmiştir. Hans, Hitler’in babası Alois Hiedler’in Musevi mezarlığında gömülü olduğunu söylüyor. Bu gerçektir. Auscwitz kampındaki bir tutanak: “Polonya üzerinden gelen Yahudilerin tamamı öz dilleri İbraniceyi bilmiyor, Kıpçak Türkçesi konuşuyorlardı…” diyor. Bu da gerçektir. “En iyi sabun Lodz Karaimleridir”, bu da gerçektir.
Arthur Koestler bir Yahudi tarihçisi ve safkan Yahudidir. Kitabında şöyle diyor: “Bir Yahudi, Musevidir. Hiç bir başka ırk Musevi olamaz ve oldurulmamalıdır. Bunun için böyle Musevi toplulukları yok etmek Tevrat emridir. Alois Hiedler’in oğlu bunu yapmıştır” ve onaylıyor. Alois Hiedler de safkan Yahudidir. Oğlu Hitler’in bir kere olsun kiliseye gittiği görülmemiştir. Hristiyan bile değildi. Bugün bile Braunau am Inn kasabasına gidip bakın, sadece Musevi mezarlığı vardır. Halkı hakkında size mezarlık fikir verir. Üç-beş katolik ise, bahçelerde gömülü” diyor. Umarım bu satırlar, Hitler’in hem Yahudi olup hem de nasıl bir Yahudi karşıtlığı yaptığını açıklıyordur!
Benim asıl ilgimi çeken, yeterli bir netlikte olmasa da Hitler’in ulaşılabilen ve görünebilen arka yüzünde, gizemli konulara takık olduğu ve ilgilerinin zaman gezmenlerine uzanmasıdır. Bu da Hans’ın Adler’le ilgili açıklamalarına onaylayıcı bir zemin oluşturuyor.
Alıntı: derki
|
|
|
BEREKET VE AŞK RİTÜELLERİ |
Yazar: Archilles - 09-07-2017, Saat: 02:22 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorumlar (1)
|
|
Özel bir Dolunay yaklaşırken, ilişkiler ve duygusal alanları da epeyce hareketlendirecek. Hint Astrolojisine göre Koç ve Terazi aksında gerçekleşecek dolunay bizi tutkulu, eleştirel, huzursuz edebilecek bir ruh halinde tutabilir. Öncelikle dolunay döngüsü Pazartesi, Salı ve Çarşamba daha etkili olmakla birlikte tüm hafta kendini gösterecektir. Elementler açısından Vedik Astroloji’ye göre hava ile ateşin birbirine daha yoğun geçeceği bu süreçte, duygularımız bizi öfkeye ve keskin kararlara çabucak itebilir. Bu nedenle ortamlarınızı nötrlemeye, renkler açısından da daha soğuk ve sakin tutacak titreşimleri vereceklere dönük olmaya bakın.
Mum yakmak genel olarak dolunay ritüelleri arasında ilk sırayı alır. Koç burcunda (Hint Astrolojisine göre) gerçekleşecek dolunay kırmızı mumları tercih etmemizi daha iyi kılmakta. Bilhassa pazartesi gecesi evinizde köşeleri tercih ederek kırmızı mum yakmaya özen gösterin.
Bereket ve Bolluk için:
Kuvvetli bir dolunay olacak demiştik. Dolayısı ile dolunay enerjisini bereket için kullanmak istiyorum veya bu alana daha fazla ihtiyacım var diyorsanız;
Evinizin sizin için rahatlatıcı olan bir köşesine, 3 adet kırmızı mum yakın. Mumun yanına bölümleri olan bir kap içine veya ayrı ayrı küçük kaplara bir miktar pirinç ve tuz yerleştirin. Eğer elinizde varsa mumların önüne beyaz kuvars da ekleyin, yoksa ametist, sitrin taşlarını da koyabilirsiniz. Hiç biri yoksa küçük bir çam dalı (çam ağacının küçük bir tutam dalını) veya zeytin dalını yerleştirebilirsiniz. Yine eğer elinizde varsa, pirinç ve tuz için kullanacağınız kabın veya örtünün rengini mümkün olduğu kadar altın tonlarında dore veya parlak altın tonlarında olmasını tercin edin.
Pirinç ve tuza inancınıza göre dua okuyup dolunayın evinizin bereketini, bolluğunu arttırmasını isteyip, paranızın, gelirinizin pirinç gibi bereketle çoğalmasını, tuz gibi saf ve temiz olmasını ve korunmasını talep edin. Bolluk içinde olduğunuzu hayal ederek, endişelerinizden uzaklaşarak dileğinizi dileyin. Bereket duanızı veya dileğinizi bitirdikten sonra şükür etmeyi de unutmayın. Dualarınıza Ya Latif esmasını (129) ekleyebilirsiniz. Mumlar 14 Kasım Pazartesi gecesi boyunca yansın. Uyuyana kadar mumlarınızı yanık tutun. Mümkünse küçük mumlar tercih edin ki kendiliğinden sönmesi ve bitmesi daha makbuldür. Bu hafta boyunca her gece Ya Latif esmasını okumaya devam edin. Aslında bu esmayı günlük hayatınızda rutinde tekrarlamayı adet edinirseniz çok faydalıdır. Pirinci ve tuzu yeni ay döngüsüne kadar evinizin uygun bir köşesinde tutmaya devam edin. Daha sonra dilerseniz mutfağınızın bir köşesinde örneğin bir kavanoz içinde barındırmaya devam edebilirsiniz.
İlişki ve Aşk İçin:
Kırmızı iki mum yakıp uygun bir köşeye yerleştirin. Mumların ortasına kalp şeklinde kırmızı bir obje veya kırmızı iki tane kurdele fiyongu koyun. Eğer var olan ilişkinizin düzelmesini istiyorsanız mumların yanına bir miktar biberiye, hayatınıza aşk çekmek istiyorsanız gül yaprakları (kuru veya taze), ilişkinizin daha tutkulu olmasını istiyorsanız kök zencefil yerleştirin. Dolunay enerjisinin hayatınıza aşk ve sevgi getirmesini dileyip, inancınıza göre dua okuyup, sevgi içinde olmayı dileyin.
Sevgi ve bereket içinde bir dolunay döngüsü geçirmenizi dilerim…
Sevgilerimle.
Kaynak: Şebnem Ekşib
|
|
|
DOLUNAY BOLLUK RİTÜELİ |
Yazar: Archilles - 09-07-2017, Saat: 02:19 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
13 Temmuz perşembe günü başlayacak olan dolunay etkisi, 14 cuma günü en yüksek seviyesine ulaşacak. Aralık ayı dolunayının astroloji etkilerini Yılın Son Dolunayı yazımda iletmiştim, bu yazımda etkisi hafta boyunca sürecek dolunay sırasında neler yapabileceğimizi, hangi ritüelleri uygulayabileceğimizi aktaracağım.
Dolunay öncelikle Salı ve Çarşamba günleri ve bilhassa akşam ve gece saatleri yoğun şekilde etkili olacak. Dolunay dönemleri normalde kırmızı mum yakmayı her durumda tavsiye ederim ama bu seferki dolunay gergin enerjileri fazlasıyla tetikleme eğiliminde olacağı için sıcak renklere gitmemeye bakın. Özellikle Salı ve Çarşamba günleri sıcak renkleri kullanmaktan ve giyinmekten uzak durun. Bu hafta Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri yapmanız gereken önemli bir iş görüşmesi, konuşma veya benzer bir aktivite içinde olacaksanız, kırmızı, bordo, sarı gibi renkleri ağırlıklı biçimde kullanmamaya gayret edin. Zira dolunay iletişimle ilgili sıkıntıları tetiklerken, Boğa ve Akrep aksında oluşuyor (Hint Astrolojisine göre) ve ani gerginlikler, biriktirdiklerinizi dışa vurma gibi enerjileri yansıtmaya dönük olabileceğiz. Dolayısı ile zaten öfke ve gerginlik enerjileri artmışken kırmızı ve türevleri renklerle bu duygulara daha da odaklanmamak doğru olacaktır.
Hangi renklere gitmek lazım? Daha çok mavi tonları, indigo (nazar boncuğu rengi) tercih etmeye çalışın. Lacivert ve mavi tonlarına yeşil veya turuncular ekleyebilirsiniz. Pembeyi bu hafta boyunca hayatınıza almaya çalışın. Depresyon etkilerini tetikleyen bu dolunay sürecinde pembe sizi içsel olarak rahat hissettirirken, mavi huzur enerjisini en yoğun veren titreşime sahip renktir. Turuncu ise neşelenmenize, hatta kendinizi şımartmanıza destek olur.
Öncelikle Dolunay dönemleri döngü kapanması, bir konunun duygunun sonuca ulaşması etkileri ile aslında hasat dönemlerini temsil eder. Ateş enerjisinin arttığı bu zamanlarda duş almak ve vaktiniz varsa evinizi temizlemek önemlidir. Özellikle Çarşamba günü evinizi temizleyebilir (sirkeli suyla) temizlik yaparken, evinizi arındırdığınızı, yeni bir sayfa açtığınızı ve yeni hayırlı başlangıçları kabul ettiğinizi tekrarlayabilirsiniz. Yatak takımlarınızı (çarşaf ve nevresim gibi) değiştirmeyi de ihmal etmeyin. Elinizde mevcut ise pembe tonlarını tercih ederek yenileyin. Salı ve Çarşamba günleri mutfağınız da ocağınızın temiz olmasına özen gösterin.
Dolunay Bereket Ritüeli Uygulaması:
Tarçın çok eski dönemlerden bugüne sağlıkta, tatlılarda ve bir çok alanda kullanılan özel bir besindir. Tarçın aynı zamanda bereket ve bolluğu getirdiğine inanılan bulması kolay keyifli bir bitkidir. Astrolojik olarak Venüs gezegeni ile temsil edilen tarçın, bolluk ve bereket ritüellerinde de sıklıkla tercih edilir.
Küçük bir tencereye su koyun ve içine 7 adet çubuk tarçın atın. Su kaynamaya ve tarçının kokusu yayılmaya başladığında; evinize, yuvanıza, işinize bereket gelmesini hayatınızda bolluk ve bereket olmasını niyet ederek, 270 kere Ya Kerim esmasını okuyun.
Esmanızı bitirince ocağı kapatın ve tarçınlı suyu soğumaya bırakın. Koku eve yayılana kadar ve su soğuyana kadar ellemeyin, bırakın. Tamamen soğuyunca tarçınları ayırın ve suyu evinizde yaşayanlarla birlikte için, tamamını bitiremezseniz önemli değil, içebildiğiniz kadarını tüketin.
Kalan suyu bir bitkinin veya ağacın dibine dökün. Tarçınları ise bir iple birbirine bağlayın ve hava alan bir yere balkonunuza, pencerenizin uygun bir yerine ama evinizle bağlantılı bir yere asın. Asarken veya astıktan sonra “Ya Kerim” esmasını 21 kere yeniden tekrarlayın ve bolluk bereket içinde olmayı temenni edin. Ya Kerim esmasına bu hafta boyunca devam edin (günde 270 kez). Astığınız tarçınlar en az bir sonraki dolunay dönemine kadar orada kalmalılar. Tamamen kaldırmaya karar verdiğinizde evinizde bir köşe de, kristal bir kase veya benzer bir obje içinde saklayabilirsiniz. Ama çöpe atmamalısınız.
Evinizde ve işlerinizde her daim bolluk içinde olmanız dileklerimle…
Kaynak: Şebnem Ekşib
|
|
|
|