Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065
Detaylı İstatistikler
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 796 kullanıcı aktif » 1 Kayıtlı » 795 Ziyaretçi ceylaninreallife
|
Son Aktiviteler |
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 339
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 311
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,018
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,145
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,083
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,007
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,154
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,525
|
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,287
|
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,175
|
|
|
Seccadelerdeki Tehlike Seccadelerdeki Gizli Subliminal Mesajlar |
Yazar: Archilles - 06-07-2017, Saat: 14:17 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
|
Son zamanda artan İslam düşmanlığı ve bunun akabinde gelişen İslam korkusu, Hristiyan ve mason dünyasına oldukça rahatsız ettiği net bir şekilde ortadadır. Bu sebepten genelde müslümanlar üzerinde oyunlar oynamaya çalışan ve Ahlak çöküntüsü ne sebep olmak için türlü oyunlar deneyen bu gizli güç, son zamanlarda ortaya çıkmıştır ki dinimizin direği olan namaz ve seccade üzerinde Müslümanlara tuzaklar koymaktadır.
Seccadelerde ki Gizli Tuzaklar
Bu tuzak, seccadelere yerleştirilen subliminal mesajlar şeklindedir. Sübliminal mesajları daha önceki yazılarımızda anlattık. Bu mesajlar gözle görülyeyen en gizli simgeler olup namaz kıldığınız seccadelerin üzerinde, genelde Hristiyan masonik simgeler ve hayvan figürleri şeklinde tespit edilmiştir.
Seccadelerde Masonik ve Hristiyanlara Ait Semboller
Daha çok Haç, domuz figürü ve masonik simgelerin seccade üzerine yerleştirilmesi ve müslümanlara tuzak kurmaya çalışan gizli güç, seccadelerdeki gizli tehlike tespit edilmiş olup örneklerini yazımızda görebilirsiniz.
Özellikle seccade alırken hocaların tavsiyesi firmalardan ve İslam alimlerinin yönlendirmeleriyle seccade seçimlerinizi yaparsanız uygun olur ve Bu tuzaklardan uzak Durmuş oluruz. Tüm bu gizli güçlerin tuzaklarına karşın hak Dini İslam'ı yenemeyeceği muhakkaktır.
Saff suresi 8. ayet " Onlar Ağızlarıyla Allah'ın Nurunu Söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır"
|
|
|
Tapınak Şövalyeleri Müslümanlarla Dost muydu? |
Yazar: Archilles - 06-07-2017, Saat: 14:13 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
|
Tapınak şövalyelerinin Haçlı Seferleri sırasında binlerce masum Müslümanı öldürdüğünü belirtmeden geçmeyelim bizim belirttiğimiz bizim bu yazıda değindiğimiz dostluk ideolojik ve amaçsal bir düşünce birlikteliği anlamına gelmektedir.
Tapınak şövalyeleri, Haçlı Seferleri sırasında ortaya çıkan ve giderek büyümesi, zenginleşmesi nedeniyle Fransa kralı ve Papa'nın ortak ihanetine uğrayarak katledilen ve yeraltına çekilen gizli bir örgüttür. Bugün hala varlığını sürdüren tapınak şövalyeleri pek çok komplo teorisine malzeme olmaktadır.
Kudüs Hazreti İsa'nın doğum yeridir. 11. yüzyılda Kudüs, Müslümanların elindeydi. Bu sebepten Avrupa'da Papa için Kudüs, Her ne pahasına olursa olsun ele geçirilmeliydi. Bu sebeple 1095 yılında Papa 2. Petrus, Müslüman halklara karşı savaş ilan etti.
Tabii din adına olduğu iddia edilse de Haçlı Seferlerinin altında yatan amaç farklıydı. O dönemde batı dünyası açlık, sefalet, savaşlar ve hastalıklar ile uğraşıyordu. Doğudaki halklar ise zengin refah, bolluk ve barış içerisindeydi.
Bu zenginliğe iştahı kabaran batılı barbarlar, doğudaki Müslümanlara karşı bir işgal hareketine giriştiler. Buna da Haçlı Seferleri adını verdiler.
Tapınak Şövalyelerine gelirsek, 13. yüzyılda Haçlı Seferleri sırasında oluşan özel Seçkin bir birliktir. Papa 2. Petrus'un çağrısıyla Avrupalı devletlerin Kutsal Topraklar olan Kudüs'ü Müslümanların elinden Kurtarmak üzere giriştikleri Haçlı Seferleri sırasında ortaya çıkmışlardır. Tapınak şövalyeleri Kudüs'te ve bu yol üzerindeki kurulan Hristiyan devletçikler ve Kudüs'e giden Hristiyan hacıların yolboyu güvenliğini korumakla görevli idiler.
Tapınak şövalyeleri özenle seçilen yüksek kabiliyetli askerlerden oluşmaktaydı. Tapınak şövalyeleri Kudüs işgali ve sonrasında çok önemli noktalara gelmişlerdir. Hristiyanların yeni hüküm sürmeye başladığı bu yerlerde etkin bir rol oynamışlardır.
Papa ve Tapınak Şövalyelerinin Arası Bozuluyor
Tapınak Şövalyeleri dünyadaki ilk banka sistemini kurmuş, bu sisteme göre Fransa'dan yola çıkacak bir hacı Hıristiyan Kudüs'e gitmeden parasını Fransa'daki tapınak şövalyesine veriyor, karşılığında bir belge alıyordu. Bu belgeyle Kudüs'e gittiğinde parasının karşılığı olan kağıtta yazan miktarı Kudüs'teki tapınak şövalyesi kendisine ödüyordu. Bu sistem ve kutsal topraklardaki savaşlardan elde edilen ganimetlerle birlikte Tapınak şövalyelerinin elde ettiği Servet, inanılmaz boyutlara ulaştı. Zenginlikle birlikte tapınak şövalyeleri paranın gücünü kullanmaya başladılar.
Paranın nüfus etmesiyle ülkelerde de Etkin olmaya, derebeylerini yönlendirmeye ve hatta İngiltere'de kralın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta sözleşmesini imzalatmaya kadar giden bir güce sahip oldular.
Tapınak şövalyelerinin elde ettiği servet Tabiki kralların ve Papa'nın iştahını kabartmaya başlamıştı. Fransa kralının da bile neredeyse o Servet yoktu. Fransa kralı Güzel Filip (Philippe de Bel) da tapınak şövalyelerinin parasına göz dikerek, onları ortadan kaldırmayı hedefledi. Çoğu tapınak şövalyesini şatoda, toplantı bahanesiyle bir araya getirip daha sonra kılıçtan geçirdi. Bu katliama sebep olarak, tapınak şövalyelerinin Kabala öğretisine inandıkları ve Yahudileştikleri gerekçesiyle din dışı işlerle uğraşmalarıydı. Ardından hayatta kalanlara da yoğun işkencelerde bulundular. İşkence altındaki Tapınak Şövalyeleri bu zor şartlarda kendilerine yüklenen suçların hepsini kabul ettiler ve bir anda Tapınak şövalyeleri Günah Keçisi oldu.
Yani Kral gasp ettiği paranın Üstüne bir de tapınak şövalyelerinin suçlu çıkarmıştı.
Hazreti Süleyman'ın Tapınağı ve Tapınak Şövalyeleri
Tapınak şövalyeleri Kudüs'te üst olarak kendilerine Hazreti Süleyman'ın tapınağını seçmişlerdi. Burada tapınak şövalyelerinin Hazreti Süleyman'ın hazinesini bulduğu ve hatta eski Ahit'i bile ele geçirdiği söylenmektedir. Yaygın Komplo teorisine göre tapınak şövalyeleri eski Ahid Sandığını buradan kaçırıp günümüze kadar saklamaktadırlar.
Peki Bunda ne var derseniz tapınak şövalyelerinin üzerine atılan iftiralardan biride bunların Hazreti Süleyman'ın tapınağında ve çevresinde elde ettiği bilgiler ile Kabala öğretisini inandıkları ve Hristiyanlığı değiştirmeye çalıştıkları yönündedir. Bu suçlarla suçlanan tapınak şövalyelerinin önce paraları, daha sonra canları ve en sonunda itibarları yok olmuştur.
Tapınak Şövalyeleri kendilerine Yapılan bu ihanetin ardından yer altında çekilmiştir ve günümüze kadar faaliyetlerini Gizli Gizli sürdürmüşlerdir.
Tapınak Şövalyelerinin Amacı
Tapınak şövalyelerinin Hazreti İsa'nın Magdalalı Meryem den devam eden soyunu gizlediği ve bugün Fransa'da bu soyu koruduğu yine iddialara arasındadır. Bu konu hakkında pek çok araştırma dahi yapılmıştır.
Peki Müslümanlar ile bunun ne ilgisi var diye soru soracak olursanız. İslam alemi, hıristiyanlığın hak din olmadığını söylemektedirler. Zaten İncilin değiştirildiği Bugün herkes tarafından bilinmekte ve Hristiyanlar tarafından kabul edilmektedir. Hristiyanların kendilerine ilah olarak Hazreti İsa'yı görmeleri ve daha birçok pagan inancının hıristiyanlığın içine yerleştirilmesi sebebiyle Hristiyanlığın gerçek bir din olmadığı, pek çok alim tarafından dile getirilmektedir. Bu konu hakkında dini konuların hassas olması sebebiyle çok geniş detaylı bir açıklama yapmaktan kaçınıyoruz. Çünkü dini bilgiler Gerçekten iyi bilinmesi gereken hassas konulardır.
Tapınak şövalyeleri de İsa'nın soyunun devam ettiğini ve bunun devamını sağlayan bir amaç taşıyan bir örgüttür. Ayrıca Tapınak Şövalyeleri en büyük darbeyi Vatikandan yemiştir. Bu sebepten onlar da aynı Müslümanlar gibi katolikliğin ve papanın yalan söylediği konusunda bir inanç taşımaktadırlar. Tapınak şövalyelerinin yaklaşık son 10 yıldır katolikliğin inançlarını temelden sarsacak çalışmalar üzerinde yoğunlaştığı ve yakın zamanda tamamen katolikliği etkileyecek bilgileri dünyaya duyuracakları şeklinde varsayımlarda bulunulmaktadır.
Aslında Hristiyanlıkla ilgili açıklanacak Sırların ipuçları yaklaşık 10 yıldır Dan Brown kitapları aracılığıyla dünyaya servis edilmektedir. Tapınak şövalyelerinin Dan Brown gibi projeleri kullanarak katolikliği zor duruma sokacak gerçek bilgileri dünya kamuoyuna taşıdığı iddia edilmektedir.
Yani Müslümanlar da katolik mezhebi ve Papalığın yanlış bir inanç içerisinde olduğunu, tek doğru dinin İslam olduğunu dünyaya sürekli haykırmaktadır. Tapınak şövalyeleri de aynı şekilde katolikliğin sürekli yalan söylediğini ve gerçekleri açıklamadığını, gizli Propaganda yöntemleri ile şifrelerini vermektedirler. Yani bir nevi Ortak noktada buluşan Tapınak şövalyeleri ve Müslümanların şuan aynı amaç uğruna çalıştıkları düşünebilir. Tam dost olmasalar da tapınak şövalyeleri ve Müslümanların düşman olmadığı bugün görülebilir.
Tapınak Şövalyeleri Neyi biliyor
Tapınak Şövalyeleri hakkında en büyük sırlar Hazreti İsa'nın devam eden soyunu bugün Fransa'da korudukları ve Hazreti Süleyman'ın tapınağından aldıkları büyük Sırlar içeren Eski Ahit'i sakladıkları öne sürülmektedir.
|
|
|
Biyorezonans: Ses İle Gelen Sağlık |
Yazar: Archilles - 06-07-2017, Saat: 13:54 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Tüm hücreler metabolik süreçlerinin bir sonucu olarak ses yayarlar.
Her insanın kendisine ait kişisel bir rezonans frekansı olduğu belirtilmektedir.
Yani bu şu demektir ki ;
Vücudumuzun değişik kısımlarının (organlarımız, kemiklerimiz, dokularımız vb.) hepsinin kendine özgü belli yankı yapan frekansları bulunmaktadır.
Nikolas Tesla insan vücudunun yaydığı frekanslarla karışan dış frekansları yalıtabildiğimiz vakit hastalıklara karşı büyük bir direnç geliştireceğimizi savundu.
Her maddenin belli bir dalga boyunda ve o maddeye özgü elektromanyetik dalga gibi davranan titreşimleri vardır.
Vücudun değişik bölgelerinde değişik titreşimler ve enerji değerleri mevcuttur.
Vücudumuzdaki farklı hücreler ve farklı yapılar, birbiriyle belirli dalga boyundaki frekanslarla iletişim halindedirler.
İnsanların Frekansları :
Araştırmalar her canlının bir frekansa sahip olduğunu (megahertz olarak ölçülüyor) ve dahası hepimizin çevremizdeki frekanslardan etkilendiğini gösteriyor.
İnsan organizmasındaki trilyonlarca hücre hepsi kendi frekanslarında titreşir. Bütün bu titreşimlerin toplamı kişinin genel frekans spektrumunu belirlemektedir. İnsan organizmasının yaydığı farklı elektromanyetik frekanslar kişinin bireysel frekans alanını oluşturur.
Hasta ve sağlıklı hücre, doku, organ ve bireylerin frekans yapıları birbirinden farklıdır. Hastanın kendi frekansları içerisinde saklanan yabancı frekanslar (virus, bakteri, parazit, mantar, ağır metal birikimleri, alerjenler vs..) normal frekans düzenimizi bozarlar.
Biorezonans cihazı ile, bu frekans düzenini bozan elektromanyetik yabancı frekanslar belirlenir. Normal doku frekanslarından ayırılır ve cihaz bu frekansları tersine çevirip hastanın vücuduna bir manyetik minder ile geri gönderir
CANLILARIN FREKANSLARI
İnsan Beyni 72-90 MHz
İnsan Bedeni (Gündüz) 62-68 MHz
Soğuk algınlığı belirtileri 58 MHz
Grip belirtileri 57 MHz
Kandida 55 MHz
Epstein-Barr 52 MHz
Kanser 42 MHz
Ölüm başlangıcı 25 MHz
İşlenmiş/Konserve yiyecekler 0 MHz
Kuru otlar 12-22 MHz
Taze otlar 20-27 MHz
Esans yağlar 52-320 MHz
Esans Yağların Frekansları :
Geçen yüzyılın başında Amerikalı doktor Bruce Tainio insanların ve gıdaların biyofrekanslarını ölçen bir alet geliştirdi.
Esans yağlar uzmanı D. Gary Young’un da yardımıyla araştırma frekanslar ve hastalıklar arasındaki ilişkiyi incelemeye yöneldi. Bu ekip aynı zamanda esans yağların insan vücudunun frekansları üzerine etkisini de inceledi. Keşifleri çok ilginçtir.
Gül 320 MHz
Herdemtaze 181 MHz
Günlük 147 MHz
Lavanta 118 MHz
Alman papatyası 105 MHz
Mür 105 MHz
Melissa 102 MHz
Ardıç 98 MHz
Sandalağacı 96 MHz
Melekotu 85 MHz
Nane 78 MHz
Galbanum 56 MHz
Fesleğen 52 MHz
————————————————————————–
Sağlıklı bir insan vücudunun 62-68 MHz’lik bir frekans aralığı var.
Hastalık ve rahatsızlıklar 58 MHz’de baş göstermeye başlıyor.
Esans yağlar insan tarafından kullanılan doğal maddeler arasında en yüksek frekansa sahip olan şey.
Yukarıdaki frekans tablosunda bir uçta işlenmiş/konserve yiyecekler dururken (0 MHz) öteki uçta en yüksek frekans ile gül yağı (320 MHz) bulunmaktadır.
Gül’ün aşkla ilişkilendirilmiş olması belki de bir rastlantı değildir.
————————————————————————–
Tainio ile Young’ın yaptığı testlerden biri de her ikisi de 66 MHz vücut frekansına sahip olan iki erkek üzerine yapılmıştır. İlk erkek eline bir bardak kahve almış ve o daha kahveyi içmeden 3 saniye içinde frekansı 58 MHz’e düşmüştür.
Daha sonra bir esans yağını koklamış ve frekansı tekrar 66 MHz’e çıkmıştır. İkinci kişi kahveden bir yudum almış ve frekansı 3 saniye içinde 52 MHz’e düşmüştür.
Fakat esans yağını kokladığı anda frekansı tekrar yükselmemiştir. Frekansının tekrar 66 MHz’e çıkması üç gün sürmüştür.
Demek ki frekanslarımız başka maddelerin ciddi bir biçimde etkisi altında.
————————————————————————–
Araştırmada ayrıca Olumsuz ve Olumlu düşüncelerin frekanslarımız üzerideki etkisi de incelenmiştir.
————————————————————————–
Olumsuz düşüncelerin insan frekansını 12 MHz kadar düşürdüğü, oysa olumlu düşüncelerin frekansı 10 MHz kadar yükselttiği bulgulanmıştır.
Meditasyon ve dua gibi çalışmalar frekansı 15 MHz kadar yükseltmektedir.
Bu durumda klinik çalışma göstermektedir ki ciddi bir hastalık engeli olmayan kişiler sağlıklı kalmak için şu ya da bu şekilde bir ruhani uygulamaya ihtiyaç duymaktadır.
Kanıtlar gösteriyor ki esans yağlar da kişinin frekansını yükseltmede önemli bir rol oynayabilmektedir.
78 MHz’in altında olan esans yağlar vücudun fiziksel yapısını dengelerken, yüksek frekanslı yağlar Gül ve Günlük duygusal ve ruhsal seviyelerde denge getirmektedir. Bir esansı kokladığınız zaman beynimizin amigdala denilen bölümü etkilenir ki burası hafızanın ve duyguların saklanıp serbest bırakıldığı yerdir.
————————————————————————–
Vücuda dışarıdan alınan maddeler de vücut ile değişik düzeylerde iletişime girer. Karşılaşılan bir toksinin titreşimi, vücudu rahatsız edici ve zararlı bir frekans özelliğine sahip olması nedeniyle hücreler arası iletişimde bozulmaya yol açar.
Bu bozulma biorezonans cihazı ile tespit edilebilir ve düzeltilebilir.
Vücuda yararlı bir maddenin yani vücudun rezonansı ile uyumlu bir maddenin frekansı ise tedavi amaçlı kullanılabilir.
Bu mantık kullanılarak ‘alerji testleri’ yapılabilir, alerjen tespit edilip tedavi edilebilir.
Tüm bu bilgilere rağmen, unutulmaması gereken diğer etmenler ise bağışıklık
sisteminin stres ve duygusal dalgalanmalardan etkilenmesidir.
Bizi etkiliyor olabilecek olumsuz frekansların farkında olmalıyız. Birçoğumuz bitkiler üzerindeki klasik müzik ve hard rock müzikleriyle yapılan deneyi biliyordur. Klasik müzikle birlikte bitkiler serpilirken, hard rock onları öldürmüştür. İnsanlar da farklı değil.
Beslenmemizden, fiziksel çevremizden gelen karmaşık ve olumsuz frekanslar eninde sonunda hücresel yıkıma ve parçalanmaya neden olacaktır.
Bununla birlikte aramızda çok az insan dağlara, köylere kaçabilir. Kentsel yaşam birçoğumuz için kaçınılmaz bir ortamdır.
Ama neyse ki esans yağlar var. Ve her şeyden önce Meditasyon var. Bunlar sayesinde frekansımızı tekrar yükseltebiliriz.
Rezonans en önemli ses şifa ilkesi olabilir.
Alıntı:tasavvufvebilim
|
|
|
Bilinçaltının Duvarlarını Yıkmak : Tüm Gizemleriyle 6.His Kavramı |
Yazar: Archilles - 06-07-2017, Saat: 13:30 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
6. his kavramı hemen hemen hepimizin kulak aşinalığının olduğu; hem metafiziğin, hem de bilimin kafasını ciddi şekilde kurcalayan bir kavram.
Peki esasında 6. his nedir, nereden gelir, safsata mıdır, gerçek midir?
Gelin hep beraber bakalım.
Öncelikle 6. his kavramını mistik açıdan doğrulayan herhangi bir kanıt elde edilemediğini söyleyelim.
Yalnız bilimsel açıdan ele alacak olursak 6. his kavramına çok değişik bir açıdan bakabiliriz. Örneğin ıssız bir sokakta, takip edildiğimizi ya da arkamızda birinin olduğunu gerçekten de hissedebiliriz. Ayak sesi duymadan ve takip edildiğimize dair bir veri olmaksızın bunu nasıl yapabiliriz?
Tam bu noktada bilimin olası altıncı his kavramı devreye giriyor.
Yolda yürürken arkadakini görmediğimiz ve duymadığımız halde hissedebiliyor olmamızın pek çok nedeni olabilir. Bu noktada görmenin veya duymanın çok daha farklı boyutları olabileceğini anlamak gerekiyor.
Bu tip bilinçsiz olarak algıladığımız duyuların toplamına bilimsel olarak 'Duyu Dışı Algı' adı veriliyor.
Çoğu bilim insanı, bu duyu tipini yok sayıyor. Bu durumun 3 temel nedeni var:
Yapılan araştırmaların güvensiz olması,
Deney düzeneklerinin yetersiz olması,
Konuyla ilgili araştırma yapan insanların, bilimsel metodolojiden kolaylıkla sapabilmeleri.
Ancak yine de, bazı psikologlar ısrarla bu alanda çalışmalarını sürdürüyorlar.
Bunlardan özellikle bazıları, son derece güvenilir araştırmalar yapıyorlar ve üst düzeybilim dergilerinde makaleler yayınlayabiliyorlar. Bu ciddi araştırmalara bakıldığında, bu tip algıların tamamen bilimsel kökenleri olduğu görülüyor.
Örneğin ıssız bir sokakta arkamızdan birinin geldiğini hissetme durumu üzerinden giderek bu bilimsel kökenlere inelim.
Şöyle ki, arkamızda gerçekten biri varsa, yürürken çıkardıkları çok düşük şiddetli sesler, bilincimizde algılanamayabilir; ancak bilinçaltımız tarafından fark edilebilir. İşte buna,duyusal sızıntı adı verilir. Bu sızan uyartılar, beynimizde işlenebilir ve içgüdüsel olarak korku hissini tetikleyebilir.
Bir diğer çarpıcı nokta, deri reseptörlerimizin bazılarının, görsel reseptörlerle evrimsel olarak son derece yakın olmasıdır. Farkında olmasak da ve nasıl yaptığı henüz aydınlatılmamış olsa da, derimiz ışığa tepki veriyor olabilir. Bu, beynimize, gözümüz haricinde başka noktalarımızdan da çok sınırlı da olsa görsel verinin ulaşması anlamına gelebilir.
Feromonlar ve genel olarak koku duyumuz da 6. his kavramında etkili oluyor olabilir.
Feromonlar, çeşitli durumlar karşısında hayvanların vücudundan salgılanan, vücut dışı hormonlardır. Bu kimyasallar, havada yol kat ederek diğer bireyler tarafından algılanabilir. Feromon salgısı, insanda oldukça azalmış ve körelmiş bir yapıdır.
Yine oldukça körelmiş olan koklama (burun) ve feromon duyu organlarımız, bilinçaltı düzeyde bizim fark etmediğimiz bazı işlemleri yürütebilir. Bu yüzden, arkamızdaki bireyin kokusu ya da salgıladığı feromonlar bizi uyarabilir. Bu da orada birisinin olduğunu hissetmemizi sağlayabilir.
Işığın yansıması da işimize yarıyor olabilir.
Yani arkamızdaki bireyden çıkıp, önümüzdeki bir nesneden yansıyarak gözümüze ulaşan fotonlar, beynimizde silik de olsa bazı algıların oluşmasını sağlayabilir ve bu, his oluşumuna neden olabilir.
Bunun dışında tüm bunlar algıda seçicilikten de kaynaklanıyor olabilir.
Çünkü genelde bu durumlarda yanlış tahminler ve hisler araştırılmaz, zaten çoğu unutulup gider. Doğru tahminlerse akılda kalır ve böylece zamanla doğru tahminlerin çok olduğuna dair bir yanılgı oluşur. Dolayısıyla gelecek sefere arkanızda birinin olduğunu hissedip yanlış olduğunu görürseniz, bunu da bir yere not edip toplamda kaç kere yanıldığınızı görmeniz faydalı olacaktır.
Özetle; mistik açıdan değil ama, bilimsel açıdan bazı temeller üzerine oturtulabilen bir konu altıncı his.
Yani gerçekten bazı şeyleri önceden hissedebilir, algılayabilir, fark edebilirsiniz. Her halükarda oldukça faydalı bir özellik olacağı aşikar...
|
|
|
GEÇİŞ HAKKINDA |
Yazar: baharumur - 06-07-2017, Saat: 09:59 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Geçiş, ölü olanların dünyaya geri geçişleridir. Bu dönem dünyada bedenliler üzerinden geçişler yapılmaktadır. Bunu fizik bedenlerinde hissedenler olabilir. Geçiş geleceğedir ve geçiş dünyadan yapılır. Dünya ölüler diyarı diye bilinirdi ve dünyaya doğan ölüme doğardı. Artık dünya ışık yaşamları kayıtlıyor....artık dünyaya doğan ölüme değil; bilişe doğuyor. Ölülerin dirilmesi olayı budur. Ölü yolu bulmayandır.....ölü, Kervan olamayan, ışığı kaybedendir. Işık orduları olan öz görevliler bu dönem birlik halinde ölülerin mezardan çıkışlarını yapmaktalar.
Mezar dediğiniz sonsuz sınırsız bilinci kısıtlayan bedendir, tabulardır.....bunları aştığımızda bilinç sonsuz açılımları yapabilir. Rahimden rabbi kapıyı (omega) geçip Rahman'a varabilir. Bu dirilmektir. Dünya ölümlülerin değil; ölümsüzlerin planeti olmuştur. Kıyamet budur....dirilmek ama herkesin dirilişidir olan. Hepimiz hepimize görevliyiz.....hepimiz hepimize sıratız....hepimiz hepimiziz. Sevgiyle,
|
|
|
Türkler Nasıl ve Neden Müslüman Oldu? |
Yazar: EvrimBilge - 05-07-2017, Saat: 23:25 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Orta okul ve lisede tamamen yüzeysel ve janjanlı bir tarih okuduğumuz konusunda herhalde herkes hem fikirdir. Öyle bir psikolojik dolduruş vardı ki sanki biz Türkler tarihin başlangıcından beri hep Müslüman olarak yaşamıştık! “Nasıl Müslüman olduk?” sorusu “nasıl Türk olduk?” kadar saçma sapan bir soruydu.
Zaten toplumdaki genel kanı İslamiyet öncesi Türklerin putperest, kafir oldukları ve ahlaksızca bir hayat sürdükleri yolundaydı. Ancak, bunun düzmece olduğu ortaya çıkınca bu kez Türklerin kendi dinlerine çok benzediği için Müslüman oldukları, Allah ve Muhammet sevgisiyle elde pala Viyana’ya kadar gidip her yeri şehit kanlarıyla suladıkları iddiası gündeme getirildi.
İmdi, Yeniçeri ordusunun fethedilen yerlerdeki Hristiyan ahaliden küçük yaşta “devşirilen” çocukların eğitimiyle oluşturulduğunu, bunların “paralı askerler” olduklarını, emekli olana kadar maaş aldıklarını, emekli olduktan sonra da devletin bunlara arazi, tarla, vs verdiğinin bir kere daha ayırdına varırsak Viyana’ya kadar olan toprakların fethinde en çok kimlerin kanının aktığını da anlamış oluruz!
İkincisi, madem bu iki din o kadar birbirine benziyordu o halde Türkler niye Müslüman oldu ki? Vice versa Araplar Şaman olamaz mıydı? (Türklerin özgün dinine Şamanlık yerine Gök Tanrı veya Tengrizm/Tengricilik dini de denmekte olup bu konuda bilim adamları arasında görüş birliği yoktur.)
Türklerin 70 yıl kadar süren kanlı bir tarihsel süreç ve savaşlar sonucunda Arap ordularına yenilerek kılıç zoruyla Müslümanlığı kabul etmek zorunda kaldıkları artık gizlenmesine gerek olmayan bir gerçekliktir. Müslüman Araplar kafir (!) Türkleri katlederek, mallarına mülklerine el koyarak, kadınları ve kızlarını köle ve cariye yaparak, Türk kentlerine Arap aileler yerleştirerek, Müslüman olmayanlara cizye vergisi ve çeşitli yaptırımlar uygulayarak Türkleri ite kaka Müslüman yapmayı başarmışlardır. Kuşkusuz, Müslüman olan Türkler ile Müslümanlığa direnen kafir (!) Türkler arasında da çatışmalar ve savaşlar olmuştur. Ancak, bu yazı kapsamında buna değinmeye olanak olmayıp Türklerin salt Araplar ile olan savaşları ve ek olarak eski Türk inançları çok kısa bir şekilde anlatılacaktır.
70 YIL SÜREN ARAP-TÜRK SAVAŞLARI
Muhammet’in damadı Halife Ali’nin öldürülmesinden sonra Emevi hanedanlığı (661- 744) hilafeti devralmış ve bu dönemden başlayarak Araplar ile Türkler arasından 670den 740 yılına kadar sürecek yoğun çatışmalar ve savaşlar süreci başlamıştır. Bu 70 yıllık süreci mercek altına aldığımızda, karşımıza yağmalanan Türk kentleri, katledilen, köle ve cariye olarak satılan Türklerden oluşan kanlı ve karanlık bir tablo karşımıza çıkar:
658 yılında Batı Göktürk devleti iç karışıklık ve Çin saldırıları sonucu yıkılmıştı. Doğu Göktürkleri ise o sırada Çin baskısı altındaydılar (630- 681). Bu nedenle, merkezi bir yetke ve dayanışmadan yoksun, birbirinden bağımsız başına buyruk site ve beylikler halinde “İpek Yolu” üzerindeki korumasız zengin Türk kentleri İslam ve cihat inancıyla güçlenen Araplar için kaçırılmaz bir fırsat ve av haline gelmişlerdi. O tarihlerde Türkmenistan (Aşkabat, Merv), Tacikistan-Özbekistan (Buhara, Semerkant, Taşkent, Baykent), Kırgızistan-Afganistan (Talukan) bölgeleri ile Maveraünnehir denilen Seyhun-Ceyhun (Siriderya-Amuderya) nehirleri havzasında yaşayan Türkler, alım, satım, takas ve ticari uğraşın yanı sıra madencilik (altın, demir, bakır) ile de uğraşıyorlardı. Özellikle adı “zengin kent” anlamına gelen Semerkant o devirde çok ünlüydü.
632de Muhammet’in ölümünden sonra Araplarda “halifelik” düzenine geçilmiş, sırasıyla Ebubekir, Ömer, Osman, Ali halife olmuşlardı. İlk kez Halife Osman (644-656) zamanında 2.700 kişilik bir Arap ordusu Fergana’ya kadar geldiyse de Türkler tarafından yok edilmişlerdi.
Halife Ömer (634-644) döneminde de Hazar Türkleri Bulan Han önderliğinde Arap istilasına tüm güçleriyle direnmişler, ancak, Halife Hişam Bin Abdülmelik (724 – 743) döneminde çok kalabalık cihat orduları karşısında Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalarak Araplarla barış yapmışlar (737), Araplar bölgeden çekildikten sonra tekrar eski Şaman dinlerine dönmüşlerdir!
Arap akınları Türkleri Müslümanlık’tan o kadar soğutmuş olmalı ki bir tepki olarak Hazar Türklerinde Musevilik resmi devlet dini olarak kabul edilir (799). Hazar Türkleri VIII-IX. yüzyıllarda “Hazar Barışı” diye anılan bir çağın öncülüğünü üstlenirler. Bu dönem süresince dinsel hoşgörü gelişmiş, halkın çoğunluğu Şamanlığa bağlı kalırken kağan ve yönetici sınıf musevilik, tüccar sınıf ise Müslümanlığa geçmiştir. Bugün Kafkasya, Ukrayna ve Polonya’da yaşayan musevi Karaylar (Karayim Türkleri) bu soydandır.
TÜRK KENTLERİNİN YAĞMALANMASI
Emevi halifesi I. Muaviye (661-680) zamanında Horasan’ı (Doğu İran) ele geçiren ve burasını Türklere saldırı üssü olarak kullanan Araplar Ubeydullah Bin Ziyat komutasında 24.000 kişilik bir orduyla Buhara’yı kuşatır (673). Buhara Meliki Kibaç Hatun diğer Türk beylerinden yardım istese de yardım kendisine gelmez. Arap orduları terör estirip kenti yağmalayıp geri dönerler. Aynı yıl bu kere Osman’ın oğlu Sait komutasında bir ordu yeniden Horasan’dan Buhara’ya doğru yaklaşır. Kibaç Hatun bu kere barış antlaşması yapmak zorunda kalır. Araplar bunun üzerine Semerkant’a saldırır, kent baştan başa yağmalanır, binlerce Semerkantlı köle olarak satılmak üzere Horasan’a götürülür.
Halife Abdülmelik (685-705) döneminde Afganistan (Sicistan) seferi başlar. Bölgenin Türk hükümdarı Rutbil cihat ordularına direnir ve kanlı çatışmalar olur. 699 da Afganistan bölgesinden irili ufaklı bir çok kent Araplarca yağmalanır. Abdülmelik ölünce yerine geçen oğlu Halife Velit’in (705-715) komutanlarından Kuteybe İbni Müslim Baykent ve Buhara’yı ele geçirir. Her iki kent baştan başa yağmalanır, Budist ve Zerdüşt heykellerinden taş olanlar kırılır, altın olanlar ganimet olarak alınır, direnenler kılıçtan geçirilir, kadın ve erkek binlerce kişi köle yapılır . Arap aileler Baykent’e yerleştirilir. Türk aileler evlerini Arap aileler ile paylaşmak zorunda bırakılır. İslami kurallara uymayanlara, sünnet olmayanlara ağır cezalar verilir, her yere camiler inşa edilir, Cuma namazı zorunlu hale getirilir..
Şeriat ordularının amansız ilerleyişi karşısında Talukan (Kuzey Afganistan) kenti teslim olur. Buna rağmen Kuteybe’nin askerleri 40.000 kadar Türk’ü öldürüp sağ kalanları kent girişindeki ağaçlara asarlar. Aral Gölü’nün güneyinde bulunan Harzem bölgesini yakıp yıkıp halkı kılıçtan geçirirler. Bundan sonra Arap ordusu Semerkant üzerine yürür. Taşkent ve Fergana’dan yardım gönderilir, fakat birlikler Araplar tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler. Semerkant teslim olur.
Horasan’da ordusunu yeniden hazırlayan Kuteybe en son Kaşgar’a doğru yola çıkar (715). Kaşgar günümüzde Çin’e bağlı Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde bir kenttir. O sırada Halife Velit ölmüş yerine Süleyman İbni Abdülmelik (715-717) geçmiştir. Bu yeni Halife ile arası iyi olmayan Kuteybe Kaşgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır, ancak yakalanıp öldürülür..
Yeni halife, Kuteybe’nin yerine Yezit İbni Muhellep’i sefere gönderir. Yezit’in ilk işi Hazar denizinin batısına, Dağıstan bölgesine saldırmak olur (716). Dağıstan Meliki Saltekin, Yezit’e karşı uzun süre dayanır. Sonunda Dağıstan düşer. Kent yağmalanır ve 14.000 kişi öldürülür. Yezit’in ordusu Hazar denizinin güney doğusunda bulunan Gürgan kentine yönelir. Günümüzde İran’a ait bir kent olan Gürgan (Gorgan) savaşmadan teslim olsa da 50.000 Türk acımasızca öldürülür.
717 yılından itibaren Arapların kendi aralarındaki çatışmalar nedeniyle İslam ordularının saldırıları hız keser. Bunu fırsat bilen Sogdia (Özbekistan-Tacikistan) bölgesindeki Türgişler (Türkeşler) Araplara başkaldırır (720). Türgiş başbuğu Sulu Çor Müslümanlara karşı başlatılan isyanın liderliğini üstlenir . Türk ordusu karşı saldırıya geçerek 728 yılında Buhara’yı geri alır. Semerkant’ı Araplardan geri almak için kuşatır. Ancak, Araplara destek birliklerin gelmesiyle Türkler kuşatmayı kaldırmak zorunda kalır. 732’de Buhara’yı da terk ederek geri çekilirler. Sulu Çor yardımcısı tarafından bir komplo sonucu 737 yılında öldürülür. Sulu Çor’nun öldürülmesinden sonra Türkler bir daha toparlanamazlar..
Bu arada Arap saldırıları hız kesmeye başlarken Müslümanlığı kabul eden Türklere ekonomik çıkarlar sağlanmakta, cizye olarak alınan vergiler düşürülmekte, çok daha yumuşak politikalar uygulanmaktadır. Halife Hişam Bin Abdülmelik (724 – 743) döneminde Taşkent ve Fergana da Arap ordularına teslim olduktan sonra (740) savaşlar sona erer. Araplar Semerkant’a tamamen yerleşirler. Yurtlarını terk ederek giden Türklerin geri dönmeleri halinde vergi borçları affedilir, halkın kendiliğinden Müslüman olması teşvik edilmeye başlanır.
TÜRKLER MÜSLÜMAN OLDUKTAN SONRA…
Görüldüğü gibi İslam’ın Türklere kabul ettirilmesi hiç de öyle güle oynaya olmamış 70 yıl kadar süren bu kanlı süreç sonunda Arap egemenliğine boyun eğen Türkler Müslüman olanlara sağlanan ayrıcalıkların da etkisiyle eski dinleri olan Şaman- Göktürk dinini terk etmeye başlamışlardır. Zaten bir süre sonra Abbasi devleti (750-1258) dönemi başlayacak, Türk savaşçılar Arap ordularına katılacaklardır.
Nitekim 751 yılında Talas Irmağı (Güney Kazakistan) kıyısında gerçekleşen bir savaşta ilk kez birleşik Arap – Türk orduları Çin ordusunu yenince bu başarı da Türklerin Müslüman olmasını hızlandırmış, Karlukların ardından Oğuzlar da İslam’a geçmişlerdir. İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar’dan (840) sonra Oğuzlar Büyük Selçuklu Devleti’ni (1040) kurmuşlardır.
ARAPLARIN TÜRK EGEMENLİĞİNE GİRMESİ !
Abbasi devletinin son dönemlerinde Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletinin dağılmasıyla Anadolu’da bir sürü Türk beyliği/devletçiği oluşmaya başlar. Bunlardan Osmanoğulları 1224 yılından itibaren güçlenmeye başlayarak hızla devlet olmaya yönelir ve Anadolu birliğini sağlar. Bu arada Abbasi hanedanlığının sona ermesiyle hilafet ve yönetim Memluk hanedanlığına geçmiş ve Memluklar (Mısır) Devleti (1259-1517) dönemi başlamıştır.
1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra Doğu Roma-Bizans’ın mirasına konan Osmanlı Devletinin güneye doğru genişlemesiyle Türk-Arap çatışmaları yeniden başlar. Ancak, bu kere Araplar Kahire yakınında Ridaniye’de çok ağır bir yenilgiye uğrar. Üç gün süren sokak savaşlarından sonra Kahire’nin düşmesiyle, Mısır Osmanlı topraklarına katılır. Yavuz Sultan Selim halifeliği Araplardan devralır (1517). Halifelik Osmanlı’nın yıkılışı (1922) ve hilafetin 1924 yılında kaldırılmasıyla sona erecektir.
TÜRKLER NEDEN İSLAM’A DİRENDİLER?
Kuşkusuz, “Türkler madem Müslüman olacaklardı neden İslam’a bu kadar çok direndiler? Neden bir türlü Müslüman olmak istemediler?” diye bir takım sorular akla gelebilir tabi ki. Bu bağlamda Türk töresine ve mitolojisine kısaca bir göz atarsak en azından teolojik açıdan bu soruları yanıtlamak mümkün olabilir. (İslamiyet öncesi Türklerin inançları, devirden devire, zaman ve mekana göre müthiş bir çeşitlik ve değişkenlik gösterir.)
Her şeyden önce Türklerin bir peygamberi ve kutsal kitabı olmamasına rağmen Türk destanlarında, masallarında ve Anadolu’da yaşamakta olan bazı grupların (Yörükler, Türkmenler, Aleviler, Mevleviler vs) gelenek ve göreneklerinde Türk töresine özgü inançların izlerine hala rastlamak mümkündür. Türk töresi yüksek erdem, dürüstlük, mertlik, onur, kadına saygı ve sevgi, yaşlılara itibar ve hürmet ile hayvan ve doğa sevgisine dayanan bir yaşam birlikteliği olarak özetlenebilir. Kadın erkeğin yoldaşı, acundaşı, kutlu ailenin temel direğidir. Kadın ve erkek hep birlikte çoluk çocuk eğlenir, yemek yer, dans eder, saz çalar, şarkı söylerler.
Doğa, kırlar, dağlar, göller, ırmaklar, hayvanlar, insanlar ve onların tinleri (ruhları) hepsi birliktedir, birlikte yaşarlar. Acun ve insan uyum içindedir. Şaman, kam, ya da, ozan-büyücü (druide) toplumun tinsel (ruhsal) önderidir. Her şey, her zerre canlıdır, hayat doludur. İnsanlara can vermeden önce gökte kuşlar gibi yaşayan tin “soluk, nefes” anlamına da gelir. Ölüm soluğun kesilmesi, tinin tenden (bedenden) ayrılması olarak algılanır. İnsan tini genelde kuş simgesindedir.
Tin ortak, tenler farklıdır. Hayvan ruhları da insan ruhları gibi ölümsüzdür. Hayvanın ayrı, insanın ayrı evreni yoktur. Evren ve yaşam birliği vardır. Bu tümlük ve ortak acun düşüncesi, kaynağını “Kök Tengri” Gök Tanrı’dan alır. İnsan Gök’ün verdiği yaşam gücünü korumaya ve çoğaltmaya çalışır. Bu yaşam gücü veya yaşam ruhuna “Kut” denir. Kut, “uğurlu, kutsal, şanlı” anlamlarına da gelir. (Kutlu olsun deriz).
Gök, gökyüzü, gökler sadece tinlerin yerleşkesi değil, yaşam gücü olan Kut’un da çıkış yeridir. Edilen dualarda para, pul, servet yerine Tanrı’dan daha çok Kutsal Tin olan Kut’u vermesi istenir. Uzun yaşamın kaynağı Kut’tur. Örneğin, toprağın çoraklaşması Kut’un kaybolması olarak yorumlanır. Geyiklerin, kurtların, hayvanların yavrulaması, doğum olayı, bereket, bolluk Kut’un gücüdür. Hristiyanlıktaki Kutsal Ruh (Ruhulkudüs) gibi Kut doğrudan Tanrı’dan gelir.
Gök Tanrı acunu, göklerdeki yıldızları, güneşi, ayı kapsayan bir varlıktır. Tengri sözcüğü hem somut gökleri, hem de soyut göklerin ruhunu betimler. “Kök Tengri” Gök Tanrı anlamına geldiği gibi “Mavi Gök” anlamına da gelir. Bu aynı zamanda insan soyunun, tüm canlı ve cansız varlıkların kök ve kökeninin “Gök Tanrı” olduğunun gizli bir imgesidir. Bu tanrı-acun-insan-canlılar tümlüğü ileriki yüzyıllarda -Platonizm’in de etkisiyle- Tasavvuf (Mistisizm, Gizemcilik) ve Sufi felsefesindeki “Varlık Birliği” (Vahdeti Vücut) inancının temellerini oluşturacaktır.
Gök Tanrı’nın yeryüzüne yansıması olan Umay bir bereket tanrıçasına özgü tüm özellikleri taşır. Ürünler, ekinler, hayvanlar ve yavruları, analar, gebeler, bebekler, çocuklar yeryüzü Tanrıçası Umay’ın koruması altındadır. İnsan ölünce göğe uçar. “Öldü” yerine “sunkar boldı” (sungur kuşu oldu), ya da, “uçuverdi” denir. Cennet’in adı “uçmag” dır. Kötülerin gittiği “tamag” denilen cehennemde suçlular cezaları bitene dek katran kazanlarına atılır.
TÜRKLER MÜSLÜMAN OLMASAYDI NE OLURDU?
Türkler Müslüman olmakla kendilerine yabancılaşmış, özgün Türk aile düzeni yıkılmış, kadını ikinci plana atan, feodal aşiret kurallarını (çok eşlilik, kölelik, ağır cezalar, cihat, vs ) dayatan gelenek, görenek ve törelerine tamamen aykırı bir dinin boyunduruğu altına girmişlerdir. Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Ömer Hayyam, Yunus Emre, Mevlana gibi düşünür, bilge ve önderler bu dinsel boyunduruğa kısmen de olsa direnmeye çalışmışlar, daha insancıl, daha sevecen ve evrensel bir inanç arayışına girişmişlerdir.
Eğer Türkler Orta Asya’dan eski komşuları Çinliler ve Japonlar gibi eski inançlarına bağlı kalmış olsalar, kendi Göktürk alfabelerini kullanmaya devam etselerdi acaba ne olurdu? Türkler de Çinliler ve Japonlar gibi bir dünya devi olmayı başarabilirler miydi? Bu iyi mi olurdu, kötü mü olurdu? İyi ve kötüden öte nasıl bir Türkiye olurdu? İleri demokrasi, açılım saçılım, zorunlu din dersi, imam-hatip vs vs olur muydu, olmaz mıydı? İmdi sözü uzatmadan sanırım: ne laik anti-laik, ne İmam Hatip okulları, ne zorunlu din dersi, ne türban, ne çok karıyla evlenmek, ne çocuk evliliği, ne çocuk gelinler, ne huri ne gılman, ne harem ne selam, ne helal ne haram, ne kafir ne gavur, ne misvaklı diş macunu, ne haşema, ne kara çarşaf, ne saç, kıl, tüy, ne hoparlörlü cami, ne de ılımlı İslam gibi dine bağlı ya da dinsel kökenli sorunlar yaşamazdık herhalde değil mi?
|
|
|
İçinizdeki İlahı Uyandırmak İçin 7 Olumlama |
Yazar: EvrimBilge - 05-07-2017, Saat: 22:50 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
|
Eğer gerçekten de evrensel zekayla bütünleşebilirsek, içimizdeki tanrı ve tanrıçaları uyandırabiliriz. Bu sayede hayatlarımız sınırsız, neşe ve bolluk dolu bir şölene dönebilir. Fakat çocukluktan gelen sosyo-kültürel etkiler, çeşitli olumsuz deneyimler, şartlanmalar ve negatif enerjiler, yüreğimize korku tohumları ekerek, sınırsız kaynakla bütünleşmemizi önlüyor. Bu sayede yaşamdan istediklerimizi yeterince alamayabileceğimiz gibi fiziksel sağlığımız da olumsuz etkileniyor.
İçimizdeki Tanrı/Tanrıça’yı uyandırmak, ya da içimizdeki Tanrı/Tanrıça’ya uyanmak… Her ikisi de aslında aynı şey… Bu büyülü yolculuğa çıkmak istiyorsanız, olumlamalar bu mucizevi dönüşümde önemli rol oynayacaktır.
Aslına bakılırsa aşağıdaki 7 olumlama bildiğimiz ve içsel bilgimize dahil olan bilgileri içerir. Buna rağmen hayat aşamaları bu bilgileri unutmamıza ya da göz ardı etmemize yol açar. Bu nedenle olumlamaları hayatımıza sokmak, onların enerji ve güçlerinden yeniden faydalanmamızı sağlayacaktır. Aşağıdaki olumlamaları meditasyonunuza ya da ritüellerinize dahil edebilir, ara sıra yüksek sesle kendi kendinize söyleyebilir, yazabilir ya da güç bir durum karşısında kaldığınızda gözlerinizi kapayıp zihninizden tekrarlayabilirsiniz.
1)Ben, olduğum halimle kendimi seviyorum…
Sevgi, neşe ve mutluluk, hayatımıza ancak kendimizi sevdiğimizde dahil olur. Herkes kendini sevdiğini iddia etse de, hayatımızdaki başarısızlıklar ve hatalarımız yüzünden bazen kendimizi içten içe suçlarız. Ancak hatalarımızın farkına varıp bir daha yapmamayı seçtiğimizde, gelişim yolunda çok büyük bir adım atmış oluruz. Her insan Tanrı’nın ve yaradılışın eksiksiz bir parçasıdır ve doğada nedensiz ve gereksiz hiçbir varlık, oluş, durum yoktur. En azından bu kusursuzluğun bir parçası olduğunuz için kendinizi sevmelisiniz.
Kendinizde değiştirmek istediğiniz bazı özellikler varsa bile önce değiştirmek istediğiniz şeyi kabul edip, neden hayatınıza bunu çektiğinizi öğrenmeden değişim gerçekleşemez.Gelişim yolunun ve Tanrı’ya açılan kapının ilk yolu kendinizi bir bütün olarak, her durumunuz ve her halinizle kabul edip sevmektir.
Bu olumlamayla ilgili Mevlana’nın dostu Şems’in bir sözü her şeyi açıkça özetliyor:
"Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.”
2)Hayatımın tüm sorumluluğunu alıyorum…
Çoğu zaman başımıza gelen kötü olaylar için başkalarını suçlamaya ya da suçu şanssızlığa atmaya eğilimliyizdir. Çünkü böyle olduğunda hayatımızdaki kötü olayların sorumluluğunu taşımak zorunda kalmayız. Ancak böyle yaptığımızda yaşadığımız olumsuz durumları da kendimiz yarattığımız ya da bir sebeple başımıza geldiğini anlayıp, bunun kökenine inmedikçe benzer olaylar ve döngüler tekrar etmeye devam eder. Eğer ortada bir problem varsa bunun bize ne öğretmek istediğini anladıktan ve dersimizi aldıktan sonra yolumuza devam etmeliyiz. Başımıza gelen tüm olaylar kendi yaratımlarımız sonucudur…
3)Ben kendi gerçeğimi ifade ederim…
İçsel bilgeliğinize güvenin, çünkü o sınırsız evrensel kaynak ile bağlantılıdır. Kendi gerçeklerinizi ve doğrularınızı söylemekten, kendinizi ifade etmekten korkmayın… Söylediğiniz ve yaptığınız her şey için "dürüstlük ve doğruluk” sizin odak noktanız olmalı…
4)Ben kendi özgünlüğümden haz alıyorum…
Tüm bilincinizle şunu bilmelisiniz ki aslında bu dünya için bir hediyesiniz. Çünkü hiçbir varlık birbirinin aynısı ya da bir kopyası değil. Herkes özgün ve biricik… İşte bu nedenlerle ve birbirimizi tamamlayıp gelişmek için bu dünyaya geliyoruz. Bunun farkına varın ve keyfini çıkarın…
5)Enerji seviyemi ve duygularımı onurlandırıyorum…
Hayatın her dönemi aslında bir döngüdür. Kendine ait ritmi ve akışı vardır. Mutsuz ve çökkün hissettiğiniz günler oluyorsa, kendinizi çok daha mutlu ve enerjik hissedeceğiniz günler de olacaktır. Birisi olmadan diğerinin de asla olamayacağını bilin.
Pek çok bilge hayatı bir sarkaca benzeterek bir uca ne kadar çok giderseniz, diğer uca da o kadar gidebileceğinizi söyler. Siz de hayatı gözlemlediğinizde en mutsuz günlerinizi mutlu günlerin izlediğini ya da tam tersini görebilirsiniz. Gün doğumuna en yakın zaman, gecenin en karanlık olduğu zamandır…
6)Ben, aradığım neşenin kendisiyim…
Kendinizin en iyi arkadaşı olun ve kendinizi hayatın neşesine açın. Kendinizi bir neşe kaynağı olarak gördüğünüzde neşeli olaylar ve insanlar zaten size çekilecektir…
7)Ben kendimi tamamlıyorum…
Aslında her yönden mükemmel olduğunuzu ve tüm kusur ve hatalarınızla aslında kusursuz olduğunuzu biliyor musunuz? Çünkü doğada kusurlu olan hiçbir şey yoktur ve siz de onun ayrılmaz bir parçasısınız. Bu nedenle kendinize yüklenmekten kaçının, diğer insanların sizin hakkınızdaki olumsuz düşüncelerinin enerjinizi düşürmesine izin vermeyin ve kendi kendinizin merkezi olduğunuzu fark edin.
Bu olumlamalar ve özellikle yapacağınız meditasyon çalışmaları sayesinde, olumlamaların enerjilerini içinize çekeceksiniz. Böylelikle hayatın besleyici ve zenginleştirici kaynağından daha fazla özümleyerek, kendi mucizelerinizi yaratabileceksiniz…
Alıntı: Alternatifterapi
|
|
|
Ölüm anında tünelin ucunda görülen beyaz ışığın sırrı |
Yazar: EvrimBilge - 05-07-2017, Saat: 22:34 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
|
Bilim insanları, ölümün eşiğinden dönen kişilerin 'tünelin ucunda' gördüğü beyaz ışığın sırrını çözmüş olabileceklerini söylüyor.
Uzmanlar, bu durumun beyindeki elektrik dalgalarının aniden yoğunlaşmasından kaynaklanabileceğini açıkladı.
ABD'deki Michigan Üniversitesi'nde yapılan araştırmada, ölmek üzere olan sıçanların beyin dalgalarında yüksek seviyede aktivite gözlendi.
Araştırmacılar bu dalgaların insan beyninde algılama düzeyinin artmasına neden olabileceğini düşünüyor.
Kalbin durmasından 30 saniye sonra
Dr. Jimo Borjigin, sonuçları Amerikan Bilimler Akademisi'nin dergisinde yayımlanan araştırmalarıyla ilgili olarak "Birçok insan klinik ölümden sonra beynin aktif olmadığını ya da çok az aktif olduğunu, beynin normale göre daha az faal olduğunu düşünür. Biz bunun böyle olmadığını ortaya koyduk. Aksine ölüm anında beyin daha aktif" dedi.
Ölümden dönen kişiler, parlak beyaz ışıklar gördüklerinden, ruhlarının bedenlerini terk ettiğini hissettiklerinden ve hayatlarının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğinden söz ediyor.
Şimdiye kadar insanlarla yapılan çalışmalar bu anlatımlara pek açıklık getiremedi.
Michigan Üniversitesi, ölümden dönen kişilerin anlattıklarının sırrını çözebilmek için ölmek üzere olan dokuz sıçanı izledi.
Hayvanların kalbinin durmasından sonraki 30 saniye içinde gama salınımları olarak bilinen yüksek frekanslı beyin dalgalarında ani bir yükselme tespit edildi.
Dr. Borjigin insanlarda da benzer bir durum yaşanmasının olmasının mantıklı olduğunu, beyinde faaliyetlerin yoğunlaşması ve algılama seviyesinin artmasının, ölüm anı deneyimlerini açıklayabileceğini söyledi ve ekledi:
"İnsanların ışık görmeleri, beynin görme merkezinin yüksek seviyede uyarılmasından kaynaklanabilir."
|
|
|
17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİ VE GİZLENEN GERÇEKLER |
Yazar: EvrimBilge - 05-07-2017, Saat: 22:24 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
|
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 76 yıllık tarihinde, İsrail’li Subaylar TSK devir teslim törenlerinin hiç birine katılmamışlarken, neden 17 Ağustos 1999 tarihindeki Donanma Komutanlığı’nın devir teslim törenine katıldılar?
Furkan Dergisi Temmuz 1999 sayısında, yer alan ifadeler aynen şöyledir. “Mesela basına verilmeyen, ancak istihbarat kapsamında edindiğimiz bilgilere göre, Gölcük askeri tesislerinde oldukça garip olaylar meydana gelmektedir. Kapılar kendi kendine açılmakta, mühimmat depoları içinde, siyahi ziyaretçiler görülmekte, arabalar durduk yerde çalışmakta..”
Depremden sonra bir çok teoriler ortaya atılmıştı fakat içlerinde en ilginç olanı Future Times’da yayınlanan araştırma dizisinde yer alan hikaye şöyleydi : Kaliforniya San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler halinde dönüştürmenin yolunu bulmuştu. Yıllar önce Sırp asıllı Amerikalı bilimadamı mucit Nicola TESLA tarafından geliştirilen bu “düşük frekanslı elektromanyetik ışınımla yüksek enerji nakli” tekniğini, hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı. Bu yöntemle çok uzaktan, hatta uzaydan geniş alanlarda tahribat yapabileceklerdi.
ABD dünyanın ve kendi insanlarının tepkisini almamak için bu projeyi barışçı “deprem indirgeme” sistemi diyerek, bir yandan tepkileri azaltıp diğer yandan fonlama devamlılığını sağlamayı amaçlıyordu. Bu nedenlerle proje önce Avustralya’nın çıplak ve seyrek nüfuslu kırsal bölgelerinde denendi ve geliştirildi. Daha sonra değişik zamanlarda Kafkaslar’da, Okyanus tabanında ve Güney Amerika’daki Ant dağlarında denendi ve büyük aşama kaydetti.
Bu arada Türkiye, Japonya ve benzeri deprem kuşağındaki ülkelere sismik ağ şebekeleri kurularak bu bölgelerin tektonik verileri saniyesi saniyesine devasa bilgisayarların kayıtlarına gönderilmeye başlandı. Üniversitelerle ortak projeler geliştirildi, yüzlerce bilimadamına Amerika’da deprem konusunda araştırma yapma bursu verildi. Ancak projenin gizliliği esastı. Bu nedenle tüm ilişkiler paravan araştırma kurumlarında yürütülüyordu. Ancak zaman zaman bilgi sızıntısına olanak verilerek halkın bu konu hakkında bilgi sahibi olması istendi. Kobe’de ve başka yerlerde meydana gelen depremlerin arkasındaki gariplikler çıkar gruplarınca terör ve mafya örgütlerinin işi gibi gösterilmek istendi ve bunda da başarılı olundu.
Ve gün geldi bu sistem Türkiye’de denenmek istendi. Zaten bölge bu amaçla yıllardır sismik espiyonaj altındaydı. Nitekim gelişmeleri takip edenler, depremden hemen sonra, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın girişimleriyle Türk Telekom’un Türkiye’nin sismik bilgilerini Pentagon’a ileten NATO Üssü’nün iletişimini nasıl kestiğini hatırlayacaklardır.
ABD’nin asıl hedefi, Kuzey Anadolu fay hattındaki deneyden elde edeceği tecrübe ve bulguları,Kaliforniya San Andreas fay hattına uygulamaktı. Bu iş yine çok yüksek askeri gizlilik taşıdığından yürütme işi İsrail’li uzmanlara verilmişti. Gerekli makine ve donanım gizlice denizaltılarla Gölcük Üssüne getirilerek oradaki, yeraltı-denizaltı korunaklarına kuruldu. Türk makamları durumdan detay bazda haberdar değillerdi. Bunu İsraillilerle yürütülen askeri tatbikatın bir parçası olarak düşünüyorlardı. (Zaten İsraillilerle yapılan askeri tatbikat bu operasyon doğrultusunda önceden planlanmıştır. Çünkü dünyanın ve Türk Milletinin dikkatlerini çekmemek için tatbikat adı altında HAARP-TESLA Deprem Makinesini getirip rahatça kurdular.) Böyle bir makinenin deneneceğini zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Genel Kurmay Başkanı biliyordu, fakat ABD (Siyonistler tarafından yönetiliyor) ve İsrail’liler (Siyonistler) bizimkileri makinenin denenmesi için şu şekilde ikna ettiler : olası İstanbul merkezli bir depremde 100.000 kişinin ölümü, yüz milyar doları aşan maddi kayıp ve Türkiye’nin en az 25-30 yıl geri gitmesi demektir, diyerek bizimkileri ikna ediyorlar.
İsrailliler Amerikalı’larla gece şartlarında elektro-sismik haberleşme tatbikatı yapacaklardı. Deney başarılı olacağından sonunda kimse normal dışı bir şeyin olduğunu farketmeyecekti. Bu amaçla Gece Şahini Tatbikatı’nın (Operation Night Hawk) saat 03:00’te başlaması planlandı. Gece saat tam 03:00’te düğmeye basılacak ve Gece Şahini devreye girecekti. O an uzay filmini andırır devasa cihazlar çalışmaya başlayacak ve 1-2 dakika içinde de oluşturdukları muazzam enerjiyle Marmara’nın altındaki tektonik tabakayı zayıf yerlerinden kırıp, aylardır oluşan basıncı dışarı atacaklardı. Böylece büyük bir deprem önlenmiş olacaktı. Ama o gece sabaha karşı birşeyler yanlış gitti. Ve beklenen gerçekleşmedi. Herşey bir anda olup bitmişti. Cenab-ı Hakk’ın Doğası kendini yönetmeye kalkanlardan bir kez daha intikam almıştı. 45 saniye süren deprem, beklenenin 10,000 kat üstünde bir güçle gelmişti. Her yeri bir anda yerle bir etmişti. Zayıflayan ve titreyen elektrikler az sonra geri geldiğinde, gece saat 03:05’i gösteriyordu. Daha birkaç dakika öncesine kadar korunağın içinde ŞAMPANYA patlatmayı bekleyenler, şimdi korkudan buz gibi donmuş, hareketsiz ayakta duruyorlardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. On binlerce insan, çoluk çocuk, o an enkaz altında can çekişiyor veya cansız yatıyordu. Bu düşünce ile hepsi ürperdi. Bu asrın en büyük felaketiydi; hem de insan eliyle yapılan bir felaket...
Sessizliği İsrailli komutanın buz gibi emri bozdu: “Lets pack! We’re moving out! Call operation-Q! Right now! Immediately! Stop whinning! Move, move, move!” (Toplanın! Kaçıyoruz! Q planına geçiyoruz. Şimdi..Hemen! Hadi, hadi!!!)
İşte o andan sonra çantalardan çıkan “Q planı” çalışmaya başladı. İlk önce bölgedeki tüm haberleşme ve elektrik enerjisi felç edildi. 4 dakika içinde İsrail Başkanı Barak ve ABD Başkanı Clinton ile irtibat kuruldu. O anda İsrail’de Ben Gurion’un Lod askeri havaalanından 4 adet savaş uçağı eşliğinde 2 nakliye uçağı havalanıyordu. 2 dakika sonra da İsrail Deniz Kuvvetleri ve NATO Güney Deniz Saha Komutanlığı’na bağlı tüm birlikler DEFCON-4 acil durumuna geçirildi. Amerikan 6’ncı filosuna bağlı gemiler de rotalarını İstanbul’a çevirmek için Pentagon’dan emir aldılar.
Bu arada ilginç bir şey daha olmuştu. Depremle ilgili haberler birbiri ardına gelirken, bir haber önce görünüp sonra kayboldu. 20 Ağustos Cuma akşamı televizyonlar bir İsrail uçağının Ataköy açıklarında denize düştüğünü duyurdu. (bu bize Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu ki, bu olayları kimin yaptığını anlamamız için işaretler gönderiyor) Ancak bir süre sonra haber kesildi ve uçağın akıbeti ile ilgili bir daha haber alınamadı.
Olaydan bir gün sonra Deniz Kuvvetleri’nden bir dostum beni aradı ve bu olayda birtakım soru işaretleri bulunduğunu, bu konunun perde arkasını araştırmamı rica etti. Kısa sonra ulaştığım bilgiler, gerçekten ilginçti. Uçak, düştükten kısa süre sonra teknesiyle o sırada Ataköy açıklarında olan balıkçı Abdullah KAPLAN tarafından kurtarılmıştı. Abdullah Kaplan olayı şu şekilde anlatmıştı : “Uçağın düştüğünü görünce derhal yardıma gittik. Uçağın kanatları yara almıştı. Hemen uçağı bağladık ve Zeytinburnu limanına çektik. Teşekkür beklerken küfür yedik. Ne olduğunu bile anlamadık.”
Bu konu o gece o bölgede görev yapan Sahil Güvenlik 4. Botunun sorumluluk alanındaydı. Araştırmalar Sahil Güvenlik’in bu konuyla ilgilenmediğini ortaya çıkardı. Olay yerine gelen televizyon ekipleri ise şaşırtıcı bir şekilde çekim yapmaktan vazgeçmişlerdi. [patronlarından (İsrail-Siyonistler) aldığı emir gereği] Daha sonra uçağı Zeytinburnu’na yanaştıran balıkçı Abdullah Kaplan, olayı Kumkapı’daki Gümrük Muhafaza’ya iletti.
Kısa süre sonra tutanak tutuldu. Ancak Gümrük Muhafaza da tutanak tuttuğuna pişman oldu. Uçağın sahibi İsrail asıllı biriydi. O gece ne olduğu ise bir türlü anlaşılamadı.
Deprem için 1900’lerin başından beri Nicola TESLA adındaki Sırp asıllı bir bilimadamının buluşu olan “elektromanyetik endüksiyon tekniği” (TESLA Makinesi) kullanıldı. Makinenin ABD Kaliforniya San Andreas fay hattında olacak muhtemel bir deprem öncesi kullanılması düşünüldü. (ABD’lilerin asgari zarar ve ölümlerinin azaltılması için bazı denekler gerekiyordu, onların gözünde bir hayvandan bile daha değersiz olan bizim gibi insanlar üzerinde denenmesi normaldi.) Neden Türkiye diye soracak olanlar için ise; - Türkiye de ne yaparsan yap kimsenin umurunda olmaz, birkaç tane yetkiliyi ikna ettikten sonra her türlü deneyi yapabilirsiniz, bilinçli insan sayısı azdır, genelde okumamış cahildir, araştırmazlar kadercidirler, Kaliforniya San Andreas fay hattının dünyada tek eşi benzeri özelliklere sahip olan ikiz kardeşi Kuzey Anadolu fay hattıdır, karakterleri aynıdır.
Ancak ABD-İsrail’in bölge ile ilgili bu hareketliliği ne kadar gizli olursa olsun bazı kaynaklara sızmasını engelleyemedi. Kanadalı bir bilimadamı her nasılsa bu gizli verilere ulaşarak, bölgede bir deprem olacağını ve bunun için bölgenin takip altına alındığını anladı. Ve bunu kendi amaçları doğrultusunda yaklaşık 48 gün ve 240 km hata ile yayınladı. Ancak ne bu bilimadamına, ne de yayınına daha sonra nedense kimse dikkat etmedi.
Gölcük Donanma Komutanlığı’nda görevli asker, astsubay ve subaylar, Donanma karargahında garip birşeyler olduğunu farketmişlerdi. Bu konuyla ilgili bilgiler de nasıl olduysa yukarıda ismini zikrettiğimiz dergide yer almıştı. Peki İsrail askerlerinin bu projedeki yeri neydi? İsrailli askerler ve üst düzey subaylar o gece Gölcük’te ne arıyorlardı? Bu devir teslim töreni her yıl yapılan rutin bir ulusal törendi. Uluslar arası bir kimliği yoktu. Ama İsrailli subaylar ve üst düzey yetkilileri oradaydı! Peki ne arıyorlardı Gölcük’te?...
Bunun nedenini şimdi daha iyi kavrayabiliyoruz. Çünkü bu proje İsraile ihale edilmişti. Bizimkilerin ise bir şeyden haberi yoktu (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı hariç). Bize güvenen de yoktu zaten. Ancak o gece nedense hiç kimse İsraillilere, bugüne kadar hiç katılmadıkları bu devir teslim törenine neden katıldıklarını sormadı. Ya şaşkınlıktan ya da telaştan, enkaz altında kaç İsrail askerinin öldüğü, kaçının yaralandığını da soran olmadı. O felakette kaç İsrail askerinin öldüğünü ne Genelkurmay yayınladı ne de İsrail böyle bir bilgiyi açıklamak nezaketinde bulundu. Herkese verdikleri imaj ise oraya bize yardım için geldikleri şeklindeydi. Hemen bir hastane kurdular. Yaralarımızı sarmaya yardımcı olmak için daha sonra o bölgede bir yerleşim merkezi kuracaklarını açıkladılar. (İsrailliler bizim kara kaşımıza kara gözümüze mi hayranlar, bizi çok mu seviyorlar, bizi çok sevdikleri için mi Türkiye’nin doğusunu kendi toprakları olarak gösteriyorlar. Arz-ı Mev-ud, Vaad edilmiş topraklar Büyük İsrail Devleti). Esas amaçları enkaz altındaki askerlerini ve önemli askeri malzemeleri çıkararak götürmekti. Gerisi paravan operasyondu. Bizde “Bak şu İsrail’e, olsun, hemen yardımımıza koştu” diyerek sevindik.
Bu operasyon neden gündüz değil de gece olmuştu? Çünkü olacakları kimsenin görmemesi ve gözlemci riski ise en az düzeyde olduğu için gece oldu. Gece saat 03:00’te operasyonun başlaması için yeşil ışık yakıldı. TESLA Cehennem makinesi yer altındaki sığınakta ve deniz altında çalışmaya başlamıştı. En geç 1-2 dakika içerisinde gücü en üst düzeye ulaşmış olacaktı. Aynen de öyle oldu. Makine gürültüyle enerji toplamaya başlamıştı. Bu sırada, Avustralya’da ve Okyanusta bu tür suni depremler öncesinde görülen elektrik boşalması, hava yarılmasından oluşan ışıklar ve patlamalar oluştu atmosferde. Ve arkasından da makinenin boşalması ile birlikte yer yarıldı ve oluşturulan enerji doğaya aktarıldı.
Ancak hesapta doğanın (Cenab-ı Allah’ın) oyunu yoktu. Oluşan deprem hem beklenenden çok uzun süreli, hem de çok daha güçlü çıktı. Şiddeti 7.4’e ulaştığında Amerika’da aletler 7.8’i gösteriyordu. Ve büyük bir patlamayla her şey kontrolden çıktı. TESLA deprem makinesi, depremin enerji gerilimine dayanamayıp parçalandı ve ortaya çıkan güç yeraltında muazzam bir patlamaya neden oldu. Ve bu yer altı labaratuvarının tam üstündeki, herşeyden habersiz uyuyan yüzlerce askeri barındıran ve 8 şiddetindeki depreme dahi dayanıklı olması gereken askeri tesisler un-ufak olarak dağıldı. (demek ki deprem 8’den daha şiddetli oldu) (ABD’li ve İsrailli Siyonistler bir insan olarak Cenab-ı Allah’ın doğa olaylarına karışamayacaklarını anlayamamışlardı,)
Bir tedbir olarak tüm bölge ve hatta bütün İstanbul 4 saat süreyle bir haberleşme ablukası altına alındı. Elektrikler kesildi ve telefonlar iptal edildi. Kimsenin birbiri ile haberleşmesi istenmiyordu. Cumhurbaşkanı dahi sabahleyin “benim de telefonlarım kesildi” (Türkiye’de bütün her yerin telefonları dahi kesilse önemli kurumların kesilmez çünkü uydu telefonları vardır. Ama uydu iletişimini dahi kestiler) şeklinde garip bir açıklama yapacak ve biz de buna bir anlam veremeyecektik. Demirel tam bir şaşkınlık içindeydi. (Cumhurbaşkanı’nın şaşkınlığı normaldir çünkü o na böyle bir şeyin olacağı ihtimali söylenmemişti. Bu olay duyulur ise Türk halkına nasıl izah edeceğini bilmediği için şaşkınlık içinde idi.) (Hoş bu olay ortaya çıksa bile bu olayı terör örgütü veya mafyanın yaptığı açıklaması yapılacaktı.)
Ne yapacaklarını bilmedikleri için ne Cumhurbaşkanı, ne de Başbakan saatlerce bir şey diyemedi, demeç veremediler. “Üzgünüz” dahi diyemediler. Ancak sabah saat 09:00 sularında televizyon ekranlarının karşısına geçip halka üstün körü bir açıklama yapabildiler. Durum vahimdi. Hatta belki de Clinton dahi o anda konuya ilk kez vakıf olan yardımcılarından ve olağanüstü Milli Güvenlik konseyinden görüş alıyor ve Türkiye’ye nasıl yardım edileceğini hesaplıyordu. Hemen gerekli sıhhi yardım ekipleri organize ediliyor ve bölgedeki tüm Amerikan askeri birlik ve filolarına Türkiye’ye doğru hareket emri veriliyordu. Amerika diyetini Türkiye’ye tam destek vererek ödemeye çalışıyordu adeta.
Bu arada devreye Avrupa ülkelerinin liderleri de giriyor ve belki de onlardan da Türkiye için sözler alınıyordu. Yunanistan bile harekete geçirilerek Türkiye’ye karşı olan hasmane tutumuna son vermesi sağlanıyordu. Tüm Batı başkentleri hareket halindeydi, panik yoktu. Herşey kontrol ve koordinasyon altındaydı; bir tek Türkiye dışında. Bizde ise sanki bu emrivaki felakete karşı nasıl tavır almaları gerektiğine bir türlü karar verilemiyor; kararsızlık içinde bocalayarak büyük bir gizlilik içerisinde ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
Sabah saat 03:05 ile 06:30 arasında Batı’da bu hareketlilik yaşanırken bölgede de çok hızlı ve çok gizli bir askeri hareketlilik hakimdi. Ancak herkes kendi derdine düşmüş olduğundan bu olağanüstü gizli operasyondan kimsenin haberi olmuyordu. Böylece bu işi planlayanlar, gecenin karanlığından da yararlanıp denizaltından parçaları yüzeye vuran TESLA makinesinin kalıntılarını toplayıp, yer altı ve yerüstündeki tüm delilleri de yok ediyorlar ve hatta belki de insanları canlı canlı gömerek tüm izleri yok etmeye çalışıyorlardı. Ve bölgeye son hızla Rus araştırma gemisi dahi sabah saat 06:30’da bölgeye vardığında, havanın aydınlanmasıyla birlikte etrafta delil olabilecek tek bir cisim bile kalmamıştı. Deniz altında oluşan radyasyon anlaşılmasın, dibe çöken kalıntılar araştırılmasın ve patlama sonucu meydana gelen denizaltı krateri ve çukur ortaya çıkarılmasın diye bu bölge derhal askeri karantinaya alınarak dalışa yasak bölge ilan ediliyordu.
Ancak bütün bu temizlikler yapıldıktan sonra Ecevit ve daha sonra da Demirel’in bölgeye gitmelerine izin veriliyordu. Onların dahi ne bölgeye uçuşlarına, ne de telefon irtibatı kurmalarına izin vardı. Sanki koskoca İstanbul ve Kocaeli bölgesi uzaydan gelen yaratıklar tarafından abluka altına alınmışçasına tam bir haberleşme karanlığına sokulmuştu. Tek bir telefon dahi çalışmıyor, elektrikler verilmiyordu.
Ancak Ecevit ve Demirel, belki de olan biteni içlerine sindiremediklerinden (olmayan vicdanlarının azabı çektikleri için, yıllardır bu milletin sırtından geçindikleri için) olsa gerek, evleri kendilerine mezar olan binlerce insanımızın da acısıyla bir türlü rahat hareket edip halkla bütünleşemiyorlardı.
(Eğer olay ortaya çıkmış olsa idi bu olay PKK terör örgütünün üzerine atılmak sureti ile geçiştirilecekti. Bu doğrultuda CNN haber spikeri Patronları olan ABD-İsrailli Siyonistlerden aldığı emir doğrultusunda Ecevit’e şu soruyu yöneltiyordu.) CNN haber spikerinin “depremin ardında PKK mı var?” sorusuna, Ecevit ona “siz ne saçmalıyorsunuz, deprem ile PKK’nın ne alakası var? Bu deprem Cenab-ı Allah tarafından gönderilen bir doğa olayıdır!!” demesi gerekir iken, diyemiyordu. Sadece spikerle göz göze gelmemeye dikkat ederek “sanmıyorum” gibi o günlerde bizi epeyce şaşırtan bir ifade kullanıyordu.
Peki, Amerika ne yaptı sonra? Hemen tüm imkanlarını Türkiye için seferber etmedi mi? Clinton Amerikan halkından Türkiye’ye yardım etmelerini istemedi mi? Kasım’da Türkiye’ye geleceğini ilan edip, Ecevit’in de bu arada Amerika’ya kendini ziyarete geleceğini haber vermedi mi? Ecevit belki de Amerika’ya bu felaketin ve binlerce şehidin diyetini konuşmaya gidecekti. Nitekim gitti de. Ardından Clinton Türkiye’ye gelerek deprem bölgesini ziyaret etti, insanlarla konuştu, bizleri çok sevdiği imajı verdi, bebekleri kucağına alıp sevdi, onlara hediyeler ve yardımlar verdirdi. (bizlerde; ABD-İsrailli Siyonistler bizi ne kadar çok seviyorlar mış dedik) ABD’nin bu aşırı ilgisi sadece bir müttefik olmasıyla açıklanamazdı.
Bu arada, acaba hükümet içinden sızan bilgiler, bazı bakanların özellikle MHP kanadının yabancılara karşı saldırgan tavır takınmalarına neden olmuş olamaz mı? İlk anda çok yadırgadığımız Sağlık Bakanı Osman DURMUŞ’un “yabancılara tek hasta bile vermem ve onlardan kan da almam” demesini şimdi yadırgayabiliyor musunuz? ABD’nin saygın gazetelerinden New York Post’un haberine bir de bu gözle bakın:
“Türk hükümeti, ABD’nin Deniz Hastanelerini kullanmıyor...
Türkiye’deki şiddetli depremde 27.200’den fazla kişi yaralandı. Ancak yetkililer tarafından dün yapılan açıklamada, depremin meydana geldiği tarihten itibaren geçen iki haftalık süre içinde ABD tarafından gönderilen Deniz Kuvvetleri’ne ait üç adet yüzer hastanede henüz tek bir hastanın bile tedavi edilmediği bildirildi.
Türkiye’ye gönderilmiş olan uluslar arası yardımın çoğunun kullanılmaması Ankara’daki hükümetin eleştirilmesine neden oldu.
Türkiye’de yayınlanan Radikal gazetesi dünkü sayısında, 750 ton yardım malzemesiyle yüklü bir İsrail gemisinin üç gün süreyle gümrükte tutulduğunu yazdı.
ABD gemilerinin İzmit’e varışından önce Türkiye Sağlık Bakanı Osman DURMUŞ’un, bu gemilere ihtiyaç olmadığına ilişkin sözlerine geniş bir şekilde yer verildi.
Ancak ABD Büyükelçiliği, aralarında 600’den fazla yatak taşıyan Kearsarge adlı geminin de bulunduğu üç adet yüzer hastaneyle ilgili olarak bir uyuşmazlık yaşanmadığını bildirdi.”
Ne ölenler geri gelir, ne de anılarımız.
Ancak İzmit’te, Gölcük’te Yalova’da Halıdere’de Avcılar’da, Bolu’da Düzce’de ve daha nice yerleşim merkezinde enkaz altında hayatlarını yitiren binlerce Mehmet, Hatice, Ayşe ve Ali’ye karşı bir vicdan borcumuzda mı olmayacak? Onlar geride gözleri yaşlı onbinlerce sevenlerini, sıcaklıklarından mahrum bırakırken, sırf Kaliforniya’da Jony’ler, Susan’lar ve Alice’ler yaşasın diye yaşamdan çalındıklarını dünya bilmesin mi?
Emekli Bir Subay:
17 Ağustos depremi kuşkusuz hepimizi derinden sarstı. Deprem bütün ülke halkını derinden üzerken, depremin açtığı yaralar hâlâ tam haliyle sarılabilmiş değil.
Açıkça söylemek gerekirse 17 Ağustos Gölcük depreminden sonra ben de yukarıdaki senaryoya benzer şeyler düşünmüştüm. Daha sonra sağduyusuna güvendiğim bir dostuma “acaba onların işi olabilir mi?” diye sordum. Önemli bir devlet kurumunda uzman olarak çalışan dostum “Açıkçası ben de aynı şeyi düşündüm” diye cevap verdi, son derece sakin bir şekilde...
|
|
|
DÜNYAYI İSTİLA ETMEYE ÇALIŞAN KÖTÜLÜĞE MEYİLLİ İNSANIMSI SÜRÜNGEN IRK : REPTİLİANLAR |
Yazar: EvrimBilge - 05-07-2017, Saat: 21:21 - Forum: REPTİLİANLAR
- Yorum Yok
|
|
Bunlar aslen Alpha Draconis yıldız sisteminden gelmişlerdir.İnsanlığa karşı bir güç olarak yer altı üslerinde yaşamaktadırlar. İnsana benzeyen sürüngenimsi akıllı, şekil değitirip insan şekline giren varlıklardır.İngilizcede “Reptilian Humanoid” denmektedir. Aralarında birkaç türleri vardır.Binlerce yıldır dünyaya gelmektedirler. Reptilianları açık bir şekilde dünyaya haber yapan İngiliz yazar David Icke’dir.. Sümer Uygarlığında bunların izleri vardır. Sümerler bunlara, “Annunnaki”demişlerdir. David Icke’a göre, bu yaratıklar 1.5- 3.7 metre yüksekliği arasında olup, kan içen, şekil değiştirendir. 4.boyut varlıklarıdır.Telepati yetenekeleri vardır. İnsanları etkilerler. Amerikan Hükümetinde çalışmış baş mühendis Phil Schneider’a göre, “Uzaylı Griler, Reptilianlar ve Amerikalı Görevliler gizli yer altı üslerinde ve 51.Bölgede işbirliği halinde çalışmaktadırlar .
Şimdi başka bir kaynaktan alınan, Reptilianlar hakkındaki bilgilere devam edelim;
Reptilianlar (kertenkele sürüngen ırkı):
4. Boyutta yaşayan ve Orion kendine hizmet birliğine bağlı, insanların beyinlerini de kontrol edebilen bencil kötü demonik yani şeytansı varlıklardır.Draco yıldız sisteminde yaşarlar ve 5. boyut varlıklarıdır.
Reptilyanlar insanların akrabası hatta bir kısmımız da onların akrabası onların kanında çok fazla miktarda bakır bulunduğu için. İlluminati söylentisine göre bunlar öbür DDV lere karşı bir güç oluşturmak istemekteler fakat Pleadeslilerin engellemesi onlar için bir sorun teşkil etmekte.
Peki kimdir bu reptilyanlar? Reptilyanlar neredeyse insandan daha eski bir ırk olup dördüncü boyutta yaşamaktalar ve bu boyutu da görevleri icabı ziyaret etmekteler.
Hepimizde yüzde on onbeş reptilyan DNA sı var. Stewart ekliyor dünyadaki parayı yöneten gizemli12 aile reptilyan bu reptilyanlar aynen ejderha ya benzerler ve kendilerine hizmet ederler zaten insanları bu reptilyanlar yararlanmak üzere başka bir gezegene taşımak istemekteler.
Blue beam peojesini kullanarak insanları etkileyecekler ayrıca Montauk projesine katılan insanlar başka boyuta gidip gelerek bu reptilyanları görmüşlerdi.
İsviçreli çiftçi Billy Meier ile iletişime geçen Pledian’lar iyi varlıklar ve belki de veya büyük bir olasılıkla reptilyanların bizi tamamıyle kontrol etmesini önlemekteler.
Tercüme yaptığım kaynakta aynen şu cümle yeralmakta "there is some kind of military action is going on at somewhere" büyük bir savaş bütün galaksimiz içinde devam etmekte.
Bize yardım eden dostluk ve iyilik birliği müttefiklerimiz ve bu müttefiklerimizin liderleri de Pledian’lar. Pledian’lar galaktik olarak bizim kardeşlerimiz olduklarını söylemekteler. Peggy Kane isimli medyum bir gün beyninde bir hışırtı sesi duyar daha sonra beynindeki ses Peggy ye şöyle der "biz Pledian’larız ve seninle konuşmak istiyoruz" Bugünlerde Vatikan demonik olayları ve reptilyan durumunu gündeme almayı düşünmeye başladı.
Reptilian ile olan savaşta dünya kilit noktası ve savaşta son on yıldır sona gelinmek üzere. Dünya da insan kılığında dolaşan Pledianlılar da var reptilyanlar da var. Peggy (David Icke’ın karısı) bazen bağlantının kesildiğinden bahsetmekte ve bu bağlantıyı kesenler de tabii ki reptilyanlar.
Reptilianlar biz insanların evrendeki bizim güçlü müteffiklerimizle bağlantımızı kesmek veya sabote etmek için kaynağı aydan gelen bir elektomanyetik ağ net yayını yapmaktalar ve böylelikle de insanlığın ellerini kollarını bağlamak istemekteler. Ay ve Mars reptilyanların bizim güneş sistemimizdeki en önemli üsleri.
Kaynakta ayrıca şu mesaj yeralmakta -"uyanın arkadaşlar her uyanan kişi reptilyan ağını zayıflatmakta" hem Pledianlılar hem kasyopyalılar bilgi ve aydınlanmanın koruduğundan bahsetmekteler. Büyük insanlık uyanışı onları yokedecek. Daha öğrenecek çok bilgi var ama yakında hepsi açığa çıkacak.
Sky 2 kanalında Iran ve ABD arasında savaş çıkarmak isteyen reptilyan yandaşları ya da kendileri Iran a ABD den füze attılar bu füzeyi bbr UFO düşürdü. Bizim gezegenimiz bu adiler için çok önemli çünkü biz onların birincil yiyecek kaynaklarıyız. Colleen Thomas Pledian annesi yani mesajcı messenger. Bu hanım bu füzenin kesinlikle reptilyanlar tarafından ateşlendiğini söylemekte.
Bu reptilyanlar eski Mısır’da timsah tanrısı olarak anılmaktaydı.
Onların (Reptilianların) milyonlarca yıldır DNA ları değişmemiştir. Reptilyanlar Dracolar zamanında Lyrian sistemine saldırdılar ve kaçan insanlar bizim güneş sistemimize geldiler.
Samanyolu galaksisini bir uçtan diğerine katederek kaçan kolonistler bizim Güneş sistemimizi buldular.
Ne yazık ki Reptilyanlar bu kolonistleri takip ettiler ve buldular. Yoketmek için ilginç bir silah buldular, onlar içinde buz parçacıkları olan kuyruklu yıldız adı verilen meteorları (buzlu meteorları) yönlendirerek bir füze gibi kullanma yeteneğine sahiptiler. Bu silahlar ile saldırmalarının neticesinde Uranüs gezegeninin yörüngesinden çıkmasına sebep oldular Uranüs gezegeni Güneş sistemimizdeki tek yörüngesi kuzeyden güneye olan gezegendir.
Diğer gezegenler batı dan doğuya doğru dönerler. Bu buz kütleleri ile yapılan saldırı Jupiter ile Maldek gezegeninin yörüngelerinin şaşırmasına neden oldu Jüpiter Maldek gezegeninin patlayıp yokolmasına yol açtı. Satürn'ün halkasındaki buz kütleleri ve taşlar, Maldek gezegeninin kalıntıları olduğu gibi aynı zamanda Jupiter ve Satürn'ün uyduları da Maldek gezegeninin parçalarıdır. Maldek çok büyük bir gezegendi. .....Bu buz kümecikleri de daha sonra Venüs gezegenini oluşturdu. Burada kaynakta Venüs ün bu yüzden bulutlarla kaplı olduğundan bahsediyor ama o bulutlar halen var.
Reptilyanlar hem şekil değiştirebilmekteler hem de hologram kullanarak şekil
değiştirebilmekteler. Onlar ve griler bizim negatif enerjilerimizden ve üzüntülerimizden beslenmekteler.
Şimdi de Dünyada çok önemli bir yere sahip “Yabancı Irklar Kitabı” ve bunun videosundan Reptilianlar ve yaşadıkları gezegenler hakkında bahsedilen iki bölümü inceleyelim:
ALFA DRAKONYALILAR:
Alfa Drakonia ‘da koloniler kurduğu söylenilen Reptilian varlıklar. Bütün Reptilianlar gibi bunlar da binlerce yıl önce Terra’da ortaya çıktıklarını , kendi mülkiyetleri için Yeryüzünü tekrar ele geçirme girişimlerini devamlı haklı çıkarma olayını da iddia ederler. Onlar aşikar bir şekilde , yavaş yavaş kapanmaya başlayan “fırsat penceresi” ( Uluslararası insan topluluğunun gezegenler ve yıldızlararası bir güç olmaya başlamadan önceki zaman aralığı ) gibi gittikçe gizli süzülme modundan örtülü istila moduna dönüşen planlanmış bir istila topluluğudur...Onlar, sonunda Yeryüzü tarafından diğer gezegenlerin Terra sömürgesine neden olabilecek ve nüfus, kirlenme, yiyecek ve çevre problemlerine bir çözüm olabilecek kitlelerden ileri teknolojiyi saklı tutarak pencereyi açık tutmaya uğraşıyorlar.
Terralılar,küçük yaştan alışılmış “savaşçı” içgüdüsüne sahip olduklarından, Drakonyalılar onların yıldızlararası yeteneklere erişmesini ve bu nedenle kendi imparatorluk işlerine bir tehdit olmalarını istemezler.
DRAKONYALILAR (REPTILIANLAR):
Yerleri, Ana Sistemleri: Alfa Drakonis, Drako,Thuban ’ın Alfa Yıldızı olduğu, astronomik takım yıldızın ismidir. Bu takım yıldız ,Drakon İmparatorluğunun evidir. Thuban, yılanın Arapça kelimesidir. Bunlar,en azından 3 tane olan Reptoid türlerinin en meşhurları ve en korkulanıdır.Bunlar oldukça gelişmiş varlıklardır fakat insanları düşman ve tamamen aşağı derecede olarak gördüklerinden negatif,düşman ve tehlikeli karakter olarak görülmektedirler. Söylendiğine göre onlar, Dünyayı çok eski ileri karakol görmekte ve onu tamamen kontrol etmek istemektedirler; çünkü onların gezegeni yeterli destekte hayat sağlayamıyor.Onlar, teknolojik olarak en gelişmiş türlerden biri biri sayılıyor; fakat gelişmeleri için bir avantaj olarak kullandıklarından veya yapılacak işleri planladıklarından “gölgeler” halinde çalışmayı tercih ediyorlar.Drako kastının en üst sınıfı, beyaz derili Drako varlıklardır. Bazı deneyim yaşayanlar, beyaz derili Drakoların, yeşil-kahverengi derili Drakolar, Reptoidler ve çeşitli gri tiplerle etkileşimde bulunduklarını rapor ettiler.Bu durumlarda, Drakolar,griler ve Reptoidler dahil insan olmayan bütün diğer varlıklar, beyaz derili Drakolara, sanki kralları veya generalleri gibi davranmaktadır. Onlar boyutlar arası seyahat edebilirler, çoğu ırklar yapamaz, ve onların yüksek rütbeli üyelerinin bazılarının aynı zamanda görünmez olma gücü vardır. Onların, her gezegenin liderliği içinde süzülme yöntemiyle en az 500’ü sömürgeleştirilmiş, binlerce gezegende varlıkları vardır. Yeryüzünde 3 ana üsleri vardır: Biri Bermuda Üçgeni Yakınında, diğeri Danimarka kıyılarından uzakta bir yerde, ve biri de Yeni Zelanda kıyılarından uzakta bir yer.
Bunlar insan şekline giren cinlerdir. İslami kaynaklarda da ahir zamanda cinlerin yeryüzünde daha çok görüneceğine dair rivayetler vardır. Deccalin ordusunun çoğunun insan şekline girmiş cinlerden oluşacağı arifler tarafından bildirilmiştir. Cinlerin de şekil değiştirme kabiliyeti vardır. Asırlar boyunca cin hikayeleri incelendiğinde bunların çoğu zaman hep geceleri göründüğü anlaşılır. Çünkü Güneş radyasyonundan etkilendikleri için. Bununla beraber bir hikmet gereği zaman içinde bazı durumlar, olgular değişebilir. Cinlerin ahir zamanda açıkça insanlara görünmesi gibi. Bu konu vesilesiyle medyumlar hariç insanların pek azının bildiği ilginç birdurumdan da burada bahsedelim. Erkek bir insanla, cin kadın evlendiğinde çocuk cinlerden olur ve onların dünyasına ait olur; Erkek bir cin ile kadın insan evlendiğinde doğan çocuk insan olur ve insanların dünyasına ait olur. İşte bir hadisi şerifte bildirilen “Belkıs’ın ebeveynlerinden biri cin idi.” Rivayetinde Kraliçe Belkıs’ın annesinin insan , babasının cin olduğunu anlıyoruz.
Bu arada, bu konuda önemli bir olay söz konusu!.
Bir açıklamasında Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:
"Âhir zamanda cinler, yer yüzünde açık seçik bütün insanlara görünecek!."
Bu, ya insanların beyninin, cinlerin dalga boyuna açık olması sebebi ile gerçekleşecek. Veya belli bir araç geliştirilecek ve bu araç vasıtasıyla... Mesela, TV gibi bir araç oluşacak, bu araç vasıtasıyla cinlerin varlıkları bütün insanlar tarafından görülebilecek...
Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm bir açıklamasında buyuruyor ki:
“İnsanların sayısının on katı cin; cinlerin sayısının da on katı melek yer yüzünde dolaşmaktadır.” (5) Tarih boyunca edinilen bunca bilgi ve yaşanan olaylardan sonra şu anlaşılıyor ki, Kainatta insanoğlunun gözüne görünmeyen veya bilinmeyen milyarlarca varlık vardır!..
Bir internet sitesi editörünün açıkladığı bilgilere göre de; bunlar Amerikadaki laboratuvarlarda insan geni ile yılan geninin birleştirilmesinden veya insan embriyosu ile timsah embriyosunun genetikle birleştirilmesinden oluşturulmuş yeni bir tür melez ırktır (mutant) . Bunlardaki şeytani amacın şöyle olduğunu açıklıyor:
“ Amaç ABD de 51. bölgedeki geliştirilen UFO benzeri araçlara bindirilmiş bu tür varlıklarla yeni bir hegamonya oluşturacakları ÇAKMA UZAYLI istilası gerçekleştirmek...bu korku peşinde tüm devletleri birleştirmek...ve TEK DÜNYA DEVLETİ ni kurmak.
UZAYDAN geldiğini iddia edecekleri bir DECCAL i de KUDÜS merkezine oturtmak .
Bazı ünlülerin gözlerine zum yapılarak bunların bir çeşit uzaylı oldukları ve gözlerinin de sürüngene benzediği vurgulanıyor sürekli ...
Gözlerinin o şekilde olması aslında şeytani öğretilerin etkisi altında olmalarıyla
alakalı. Yapmayı planladıkları şey bu tür bir korkuyu besleyip hazırlamak..ileride de eğer bu embriyo insan +sürüngenleri yaşatabilirlerse ... UFO benzeri araçlarla farklı yerlere gönderip korku oluşturmak ve istila gerçekleştirmek ... Ve tüm devletlerin bir DÜNYA DIŞI saldırı için birleştirilmesinin zorunluğu...
SONUÇ: Birçok haberler, bulgular,işaretler ve yaşanmış gerçekler incelendiğinde üç seçeneğin de makul olduğu görülüyor. Babası ve kendisi yıllarca Amerikan Hükümetinde çalışmış jeolog ve yapı mühendisi Phil Schneider’ın birçok açıklamaları ve Prenses Diana’nın “Kocasının bazı geceler yaratığa dönüştüğünü” söylemesinden kısa bir süre öldürülmesi dikkate alındığında Reptilianların varlığı açıkça ortaya çıkıyor. İngiliz Kraliyet Ailesinin 1800’lü yıllardan beri Reptilianlar olduğu dünyada birçok kaynak tarafından bildirilmiştir! Diğer ayrıntıları ve az bilinen gerçekleri okuyucuların ve araştırmacıların kendisine bırakıyoruz. Yorum yapmak isteyenler görüşlerini bildirirlerse müzakereye katkıda bulunmuş olurlar! “Bunları öğrenince ne işime yarayacak?” gibi yaygın bir soru soranlara tavsiyemiz, “Kendinizi kurtarmak için Allah’ın gösterdiği yolda dürüst ve adaletli bir şekilde yaşayın; ve Kıyametin büyük alametlerine hazırlanın!” olur. Selam ve iyi dileklerle.
|
|
|
|