Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1331 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 1331 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 310
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 304
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,006
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,129
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,071
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,004
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,144
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,519
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,285
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,169

 
  AY OLMASAYDI
Yazar: Emka - 28-06-2016, Saat: 02:59 - Forum: AY - Yorum Yok

Ay olmasaydı ne olurdu? Bu durum Dünya’ya iklimlere, yeryüzünde yaşayan milyonlarca tür canlıya nasıl tesir ederdi? Ay, mevcut kütlesinden daha büyük veya küçük olsaydı neler olurdu? Dünya’nın yörüngesine rastgele girivermiş bir kütle midir Ay?

Soruları daha da artırmak mümkün. Maine Üniversitesi’nden (ABD) Astronom Neil F. Comins, Ay’ın olmaması durumunda insanları nasıl bir senaryonun beklediğini yazdığı kitapta anlatmıştır.1 Comins’e göre, Dünya’nın kâinatta hayatı idame ettirmeye müsait tek ortam olmasının (günümüz verileri ışığında) milyonlarca sebebinden biri de, Dünya-Ay arasındaki hassas denge münasebetidir. Kâinatta hiçbir hâdise tesadüfen meydana gelmediği gibi, “Güneş ve Ay bir hesap iledir.”2 ilâhî beyanıyla tavsif edilen Ay, bir denge unsuru olarak var edilmiştir. Bu denge o kadar hassastır ki, Ay olmasaydı, “Dünya’da sebepler plânında hayat da olmazdı.” denebilir.

Atmosferi olmayan, üzeri kraterlerle kaplı, toz ve kayalarla dolu bir küre parçası olan Ay, Dünya’nın tek uydusudur. Ay’ın yarıçapı, Dünya’nın yarıçapının yaklaşık dörtte biri; hacmi, Dünya’nın hacminin yaklaşık ellide biri; kütlesi ise, Dünya’nın kütlesinin yaklaşık seksen birde biri kadardır. Ay, Dünya’nın merkezinden yaklaşık 385.000 km uzaklıkta bulunmakta ve Dünya etrafındaki bir dönüşünü 29,5 günde tamamlamaktadır. Yaratılışı tam olarak aydınlatılmış olmasa da, hâlihazırda en geçerli nazariyeye göre, astronomların Theia ismini verdikleri, Dünya’dan on kat daha hafif başka bir gezegen Dünya’ya çarpmış ve bu çarpışmada Theia’nın bir bölümü kopup uzaya fırlamıştır. Uzamış ve şeklini büyük ölçüde yitirmiş olan bu kütle, Dünya’nın çevresini dolandıktan sonra tekrar Dünya’ya çarpmıştır. Bu çarpışmada Theia’nın demirden çekirdeği, Dünya’nın merkezine çökelirken, mantosundaki hafif kayalar da uzaya saçılmıştır. Zaman içinde bu kaya parçaları birbirleriyle kaynaşarak Ay’ı oluşturmuştur. Ay, önce Dünya’dan yalnızca 22.000 kilometre uzaklıkta bir yörüngeye oturmuş; zaman içinde bu yörünge genişleyerek günümüzdeki ortalama 385.000 km’lik yarıçapa ulaşmıştır. 

Ay’ın Dünya üzerindeki en büyük tesiri med-cezir hâdisesidir. “Evrensel çekim” prensibi kâinattaki herhangi iki kütlenin birbirini çektiğini, bu çekme kuvvetinin maddelerin kütleleriyle doğru, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olduğunu ifade eder. Dünya ile Ay arasındaki çekim kuvveti, suyla kara arasındaki adhezyon (Birbirine temas eden farklı maddeler arasındaki çekim kuvveti. Bardaktaki suyu boşalttığımızda bir miktarının bardakta kalması buna bir örnektir.) kuvvetinin nispî olarak zayıf olması sebebiyle dünyadaki okyanus ve denizlerin kabarmasına veya alçalmasına vasıta olur. Bu hâdiseye “med-cezir” (gel-git) denir ve Ay’ın konumuna göre med (kabarma) veya cezir (alçalma, çekilme) hâdiseleri gözlenir. Dünya’daki med-cezir hâdiselerinin üçte biri Güneş, geri kalanı ise Ay’ın çekim kuvveti sebebiyle yaratılmaktadır.

Ay, med-cezir hâdisesinden dolayı Dünya’dan her yıl yaklaşık 4 cm uzaklaşmaktadır.5 Bu uzaklaşma ile beraber Dünya-Ay sisteminin açısal momentumunun korunması için Dünya’nın kendi etrafındaki dönme süresinin (1 gün) yılda 0.02 milisaniye uzadığı tespit edilmiştir.6 Şu an yaklaşık 24 saat olan Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönme süresinin, Ay ilk yaratıldığında 8 saat olduğu, arada geçen süre zarfında günlerin uzayarak şimdiki hâline geldiği belirlenmiştir. Ay yaratılmasaydı Dünya üzerinde med-cezir hâdisesinin meydana gelmemesinden dolayı, 1 gün yaklaşık yine sekiz saat olurdu ki, bu da Dünya’nın 3 kat daha hızlı dönmesi demektir. Bir gezegenin kendi ekseni etrafında daha hızlı dönmesi, yüzeyindeki rüzgârların daha şiddetli esmesine yol açabilir. Meselâ kendi etrafında çok hızlı dönen Jüpiter ve Satürn’ün bir gününün yaklaşık 10 saat olduğu, bu sebeple yüzeylerinde doğu-batı doğrultusunda saatte hızı 500 km’ye varan sert rüzgârların estiği bilinmektedir. Bu gezegenlerin atmosferlerinde ve dönme yönlerinde bu şiddetli rüzgârların yol açtığı toz bulutları dünyadan teleskoplarla görülebilmektedir.

Jüpiter’in, Hubble Uzay Teleskopu ile çekilmiş yukarıdaki fotoğrafında görülen siyah nokta, en yakınında dolanan uydusu Io’nun gölgesidir. Jüpiter 10 saatte bir dönüşünü tamamladıkça atmosferini de beraberinde sürükler. Sürüklenen atmosferle doğu-batı doğrultusunda rüzgârlar oluşturulur. Fotoğraftaki koyu ve beyaz sarımlar Jüpiter üzerindeki rüzgârların istikametini göstermektedir. 

Ay olmasaydı, Dünya’nın daha hızlı dönmesinden dolayı hava, kara ve denizler arasındaki ısı değişimi daha hızlı olurdu ve yeryüzünde doğu-batı doğrultusunda saatteki hızı yaklaşık 160 km olan kasırgalar eserdi. Bu da başta insan olmak üzere kompleks yapıda olan canlıların yaşamasına sebepler açısından elverişsiz şartların meydana gelmesi demektir. Meselâ konuşma ve dinleme gibi temel beşerî faaliyetler de gerçekleşemeyebilirdi. Bir gün sekiz saat olacağı için başta insan olmak üzere bazı canlıların biyolojik saatleri ile gün saati arasındaki farktan dolayı hayat karmaşık bir vaziyet alacak ve birtakım biyolojik dengesizlikler yavaş yavaş belirecekti. Ay olmasa idi kabarma hâdisesi düşük olacak ve deniz canlıları için uygun bir ortam meydana gelemeyebilecekti.1

Ay, Dünya’nın dönme ekseninin 23,5 derece açıda dengelenmesinde de rol almaktadır. Dünya’nın bu eğikliğinin mevsimlerin meydana gelmesine, eğiklik açısının kutupların ve Ekvator’un dengeli miktarda güneş ışığı almasına vesile olduğu, böylece Dünya’da hayatın devam etmesine uygun iklim şartlarının oluşturulduğu bilinmektedir. 7
Ay’ın Dünya üzerindeki bir başka tesiri de, Güneş’ten gelen ışığı yansıtarak Dünya’nın 0,2 ºC ısınmasına sebep olmasıdır.8 Ayrıca Ay, uzay boşluğunda gezen göktaşlarına karşı bir kalkan vazifesi gördüğünden, yokluğunda Dünya yüzeyine daha fazla göktaşı düşebilirdi.

Uzaydan gelen kozmik ışınların çoğu, Dünya’ya giydirilen manyetik alan tarafından zararsız hâle getirilmektedir. Çok azı da, Dünya’ya ulaşıp atmosferdeki ve yeryüzündeki kimyevî hâdiselerin meydana gelmesinde rol oynamaktadır. Ay olmasaydı, Dünya ile birlikte merkezi de hızlı dönecekti. Dünya’nın merkezinde hızlı dönen sıvı dış çekirdek sebebiyle manyetik alan da daha kuvvetli olacaktı. Bu durumda hem atmosferin yapısında değişiklikler meydana gelecek, hem de bazı bakteriler ve manyetik alanı kullanarak yön bulan deniz kaplumbağaları, som balıkları, yılan balıkları, güvercinler, göçmen kuşlar gibi birçok canlı menfî tesir görecek ve çeşitli ekosistemler bugünkünden çok daha farklı olacaktı.

Bilindiği gibi Ay, Güneş’le birlikte insanlık tarihi boyunca bir takvim olarak kullanılmıştır. Yüce kitabımız Kur’ân’ı Kerîm, “… hem de yılların sayısını ve hesabı bilesiniz …”9 İlâhî beyanıyla Güneş ve Ay’ın bu hizmetine dikkatimizi çeker: 

Ay bağlandığı gezegene nispetle bilinen en büyük uydudur (Dünya kütlesinin % 1,23’ü kadar bir kütleye sahiptir)4 ve bu büyüklük daha önce de belirtildiği gibi Dünya’nın hassas dengesinin meydana getirilmesinde veya hayatın yeryüzünde tesis edilmesinde kritik bir öneme sahiptir. Dünya üzerindeki tesirleri incelendiğinde, Ay’ın hayatımız için özel olarak yaratıldığı görülecektir. Ay’ın bu ayrıcalığına yine Kur’ân’ı Kerîm dikkatimizi şöyle çekiyor: “... O, Güneş’i ve Ay’ı da ince birer hesap ölçüsü kıldı…” 10
Netice itibariyle Ay’ın, “Gökyüzünü yükseltip ona bir nizam ve ölçü veren”11 tarafından ince bir hesap ile nice hikmet ve faydalar yüklenerek insanlığın hizmetine sunulduğu anlaşılmaktadır. 


Dipnotlar
1. Neil Comins, “What If the Moon Didn’t Exist? Voyages to Earths That Might Have Been”, New York, HarperCollins, 1993
2. Rahmân Sûresi 5. âyet
3. Marcus Chown, “The planet that stalked the Earth”, New Scientist 14 Ağustos 2004 syf. 27-30
4. Paul D. Spudis, “Moon”, World Book Online Reference Center, NASA, 2004
5. Tony Phillips, “What Neil & Buzz Left on the Moon”, Science, NASA 2004
6. Richard Ray, “Ocean Tides and the Earth’s Rotation”, IERS, 2001
7. Paul J. Henney, astronomytoday
8. John Gribbin, “A Mysterious Monthly Temperature Cycle,” New Scientist, s. 18, 28 Ocak 1995
9. İsrâ Sûresi 12. âyet
10. En’âm Sûresi 96. âyet
11. Rahmân Sûresi 7. âyet


maxresdefault.jpg

Bu konuyu yazdır

  Rüzgar Esmeseydi
Yazar: Emka - 28-06-2016, Saat: 02:56 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Güneş'in atmosfer kütlesine yaydığı ısıyla hava ısınır, ısınan hava genişler ve harekete geçerek yükselir. Yükselen hava kütlesi, atmosferin dışına çıkamayacağından, önce dikey, sonra da yatay yönde hareketlenir. Havanın ısınıp yer değiştirmesi, basınç değişikliğine sebep olur. Basınç; yerçekimine, sıcaklığa ve rakıma bağlı olarak değiştiğinden dünyanın her tarafında aynı değildir. Bu durumda yüksek ve alçak basınç merkezleri oluşur. Hava, yüksek basınç alanlarından alçak basınç alanlarına doğru akar ve böylece rüzgârlar ortaya çıkar. "Yüksek basınçtan alçak basınca doğru olan hava hareketi" rüzgâr olarak tarif edilir.

Basınç merkezleri arasındaki yatay uzaklık, yer şekilleri, basınç farkı ve dünyanın kendi ekseni etrafındaki hareketi gibi faktörler, rüzgârın hızına tesir eder. Kısa mesafede basınç farklılıklarının fazla olduğu yerlerde rüzgârın hızı fazladır. Çünkü yatay uzaklık az olduğundan, sürtünmeden kaynaklanan hız kaybı da az olur. Yer şekilleri de rüzgârın hızına tesir eder. Meselâ engebeli bölgelerde, dünyanın dönüş hızının daha yüksek olduğu Ekvator çizgisinde ve onun yakınında, dönüşten kaynaklanan savrulma sebebiyle rüzgârın hızı daha azdır. Basınç merkezlerinin konumu, sıradağlar, boğazlar, derin ve uzun vadiler gibi sebeplere bağlı olarak rüzgârların yönü değişir. 

Rüzgârların "aşılayıcı" özelliği
Okyanusların ve denizlerin yüzeyinde, köpüklenme sebebiyle sürekli hava kabarcığı meydana gelir. Bu kabarcıklar patladığında, milimetrenin yüzde biri çapında binlerce damlacık havaya fırlar. "Aerosol" denen bu parçacıklar, rüzgârlar sayesinde karalardan gelen tozlarla karışarak atmosferin üst katmanlarına taşınır. Rüzgârların bu şekilde yükseklere taşıdığı parçacıklar, burada su buharı ile buluşur. Bu parçacıkların etrafına toplanarak yoğunlaşan su buharı, su damlacıklarına dönüşür. Bu damlacıklar, bir araya gelerek nispeten daha yoğun bulutların teşekkülüne vesile olur. Bir süre sonra da yağmur yüklü bulutlar, âdeta bir nakliye vasıtası vazifesi gören "müjdeci" rüzgârlarla çeşitli coğrafyalara "taşınır", yani sevk edilir (A'râf, 57; Fatır, 9; Hicr, 22). Allah'ın (celle celâlühü) kudret ve hikmet delillerinden bir "âyet" olarak zikredilen rüzgârların vazifelerinden biri de, aşılayıcılıktır (Furkan, 48–49). 

İtalya'ya zaman zaman kırmızı yağmurların yağdığı belirtilir. Bunun sebebi olarak da, rüzgârlarla Afrika'dan gelen kırmızı tozların (ince kum) bu yağmurlara yoğunlaşma çekirdeği teşkil etmesi gösterilir. Yurdumuza bilhassa nisan ayında giren kırmızı tozlar, erozyon göstergesi değil, Büyük Sahra'dan gelen çöl topraklarıdır. Rüzgârlarla taşınan bu tozlarda yüzde beş nispetinde +3 değerlikli demir bulunur. Bu demir, havada güneş ışığı karşısında +2 değerlikli hâle gelir. Bu çok açık bir rahmettir. Çünkü bitkiler +3 değerlikli demiri değil, sadece +2 değerlikli olanı alabilecek şekilde yaratılmıştır. Böylece, bir rahmet olarak gelen yağmurlar ile bir müjdeci olarak iş gören rüzgârların taşıdığı demir elementi bitkilerden bol mahsûl alınmasına vesile olmaktadır. 

Diğer yandan, Sahra Çölü'nden rüzgârla gelen bereketli tozlar, yağmurla denize indiğinde balıkların ve diğer deniz canlılarının besleneceği plânkton gibi mikroorganizmaların çoğalmasına vesile olmaktadır. Pasifik'te yapılan araştırmalar, az nispetteki bir demir aşılamasının bile mikroskobik canlıların miktarında büyük bir artışa vesile olduğunu göstermiştir. Fitoplânktonların (fotosentez yapabilen mikroskobik canlılar) çoğalması için gerekli azot, fosfat ve silisyum gibi temel elementler, denizlerin beşte birinde kullanılamamaktadır. Açık denizlerde demirin az bulunması, bunun sebebi olarak gösterilmektedir.

Yağmurun yağmasında rüzgârlara verilen bu önemli vazifenin, insanların tabiat hâdiseleri hakkında detaylı malûmat sahibi olmadıkları bir devirde Kur'ân'da bildirilmiş olması, ondaki i'caza güzel bir misaldir. Âyette rüzgârların, bitkilerin döllenmesinde oynadığı role de dikkat çekilmektedir. Rüzgâra yüklenen bir başka fonksiyon da, bitkilerde olgunlaşan polenleri (erkek gamet) uçurup dişi çiçeklerin üzerine bırakmadır. Birçok açık tohumlu bitki, çam, palmiye ve benzeri ağaçlar, çiçek veren bütün tohumlular ve çimensi otların tamamı rüzgârla döllenir. Böylece rızık ve bereket vesilesi olan rüzgârlar, besin zincirinde mühim bir yer tutan birçok bitkinin varlığının devam ettirilmesinde vazife görür. Ayrıca, yine bir rahmet eseri olarak, rüzgârlarla hava temizlenir; yeryüzündeki bütün canlılar temiz hava teneffüs eder. 

Enerji kaynağı olarak rüzgâr
Rüzgâr enerjisi ilk olarak M.Ö. 2800 yıllarında Orta Doğu'da kullanılmıştır. M.Ö. 17. yüzyılda, Mezopotamya ve Çin'de sulama için rüzgâr gücünden faydalanılmıştır. Türkler ve İranlılar, yel değirmenlerini M.S. 7. yüzyılda kullanmaya başladıkları hâlde, Avrupalılar 12. yüzyılda, Haçlı Seferleri'nden sonra kullanmaya başlamıştır. Tahıl öğütmek, su pompalamak, hızar çalıştırmak gibi gayelerle geliştirilen yel değirmenleri Avrupa'da Sanayi Devrimi'ne kadar hızla yayılmıştır. 18. yüzyılın sonunda yalnızca Hollanda'da 10.000 yel değirmeni bulunuyordu. Ancak rüzgâr gücü; buhar makinesinin icadıyla ve odun, kömür gibi yakıtlardan kesintisiz enerji üretimine başlanmasıyla ehemmiyetini kaybetmiştir. 1891'de rüzgâr türbini denen ve elektrik üretiminde kullanılan ilk makineler îmal edilmiştir. Bundan kısa bir süre sonra ABD'de küçük güçteki rüzgâr türbinleriyle elektrik enerjisi üretilmeye başlanmıştır.Fosil yakıtların ucuzluğu sebebiyle bir müddet pek rağbet görmeyen rüzgâr enerjisi, 1970'li yıllardaki petrol krizi sebebiyle yeniden hatırlanmış ve rüzgâr enerji santralleri kurulmaya başlanmıştır.

Enerji talebinin her geçen yıl artması ve fosil yakıtların gittikçe azalması sebebiyle günümüzde yeni enerji kaynakları aranmaktadır. Bazı bilim adamlarına göre 2030 yılında petrol rezervleri ihtiyacı karşılayamayacaktır. Ayrıca fosil yakıtların sebep olduğu atmosferdeki karbondioksit miktarı her yıl artmaktadır. 

Rüzgâr enerjisi, tabiatı kirletmeyen, ucuz bir enerjidir. Rüzgâr santralının kuruluş ve işçilik masraflarından başka masrafı, hemen hemen yok gibidir. Ayrıca tükenme ihtimalinin olmaması yönüyle de fosil yakıtlar ve nükleer enerji ile rekabet edebilecek özelliktedir. Rüzgâr santrallerinin oldukça yüksek olan maliyeti de, teknoloji geliştikçe ve kullanım sahaları arttıkça düşmektedir. Rüzgâr türbinleri, tesis edildikleri sahanın sadece yüzde birini kaplar. Dolayısıyla, kalan kısımlar ziraî faaliyetler için kullanılabilir. 

Dünya ülkeleri, elektrik ihtiyacının bir kısmını rüzgâr enerjisinden karşılamaktadır. Dünyanın rüzgâr potansiyeli 53.000.000.000 (elli üç milyar) MW (megawatt) olup, mevcut kurulu rüzgâr gücü 12.000 MW civarındadır. Türkiye'nin toplam rüzgâr enerjisi potansiyeli 83.000 MW'tır. Bu potansiyel, teorik olarak Türkiye'nin elektriğinin tamamını karşılayabilecek seviyededir.

Rüzgârların Kur'ân-ı Kerîm'de "karanın ve denizin karanlıklarında yol gösteren ve İlâhî rahmetin bir müjdecisi" olarak (Neml, 63) anlatılması, onun fosil yakıtlar yerine temiz bir enerji kaynağı şeklinde kullanılmasının bir işareti olarak düşünülebilir. Rüzgâr konusunda dikkat çekici mühim bir husus da, Kur'ân'da Hz. Süleyman'a (as) rüzgârlardan en üst seviyede faydalanma kabiliyeti verildiğinden bahsedilmesidir. "Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü bir aylık mesafe" (Sebe, 12) ifadeleri, rüzgârlama mantığından faydalanılarak üretilen uçak ve balon teknolojisine bir işaret olabileceği gibi (Risale-i Nur Külliyatı, 20. Söz) gelecekte rüzgârdan ve özellikle "şiddetli rüzgârdan" (Enbiya, 81) çeşitli şekillerde faydalanılabileceğine de bir işaret olabilir.

Cenab-ı Hak, hadlerini aşıp azgınlaşan ve zulüm işleyen milletleri cezalandırırken de rüzgârları istihdam etmektedir. Kur'ân'da, Ad kavminin kökünün, ortalığı kasıp kavuran bir kasırga ile kurutulduğu (Zariyat 41) ve kasırgaların "taş yağdıran" bir felâkete dönüştürülebileceği beyan edilmektedir (Mülk, 17). Dolayısıyla, esas itibariyle rahmet eseri olarak yaratılan yağmur ve rüzgâr gibi fizikî hâdiselerin insanlığın felâketine de sebep olabileceği unutulmamalıdır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), en ufak bir rüzgâr esmesinde bile "Allah'ım (celle celâlühü) bundan gelebilecek şerlerden sana sığınırım. Bununla hayırlar getirmeni umarım." şeklindeki beyanları, bu hakikate işaret etmesi açısından oldukça önemlidir.

Kaynaklar:
-Sızıntı Dergisi
-Gençoğlu M.T. Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Türkiye Açısından Önemi, 2002.
-Yalkı H. Türkiye'deki Güneş ve Rüzgâr Enerjisi Potansiyelinin İncelenmesi ve Bu Enerjilerden Faydalanılması, 2007.
-Övet L. Türkiye'de Rüzgâr Enerjisi Potansiyeli ve Kullanım Alanları, 2002, Yüksek Lisans Tezi.
-Aymaz A. Çöl Tozları ve Aşılayıcı Rüzgârlar, Zaman Gazetesi, 2001


532887Blowing_in_the_Wind_by_TheImperfectImpala.jpg

Bu konuyu yazdır

  BİLİNÇ YARATMASI VE GERÇEKLİK OLUŞMASI
Yazar: Spiritüeller - 27-06-2016, Saat: 22:45 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Her canlıda, bütün canlıların ortak özelikleri vardır. Canlılar arasında yaşanan etkileşimler, mevcut potansiyel durumların hangisinin  aktif olarak iş göreceğini belirler. Yani, hangi canlı ile hangi pencereden etkileşirsek o yönümüz öne çıkar. İnsanlar arasındaki ilişkide  bir sürü yön aynı anda veya ayrı ayrı etkileşim imkanı verir. İnsanın hayvanlardan ayrı geliştirdiği  bilinç düzeyi etkileşim biçimlerinde etkin rol aldığından, mevcut  etkileşmelerin biçimini değiştirir. Zenginleştirir.
 
Bilinç bir yaratma biçimi olması ve bu yaratma biçiminin  dili kavramlar üzerine kurulu olması işi zorlaştırır. Çünkü kavramları doğru kullanmadığımızda, bu durumla ilgili farkındalığımızın yetersiz olması durumunda çok farklı yaratma oluştururuz ki, bunların bir çoğu bize fayda yerine zarar verir. Evrende olma durumu zor olan süreçlerin bilinçle zorlanması mevcut enerji alanlarında huzursuzluk yaratır.

Dengenin geçici bir biçimde bilinç istemi yönünde bozulması ile oluşan zorlama istem, ileri bir dönemdeki enerji dengesi nedeniyle bozulabilir. Bu  mevcut enerji alanlarında ki enerji dengelerinin o istemin olmasını tam kabullenmemesindendir.
 
Evrende her oluş belli bir zaman dilimini  doldurur. Yani insan için gerçeklik algısını yaratan her durum, belli bir zaman sürecinde varlık olarak var ve nesne görünümünde var olandır. Bu gerçeklik algısı, insan için uzun dem oluşlarla var olan varlıkların  varlığını sürdürmesiyle anlamlı gerçeklik oluşturmasıdır. Daha kısa süre sonra  gerçekliğinin ve varlığının bozulması durumları ise insanda anlam eksikliği yaratır. Yani uzun süre varlığı hissedilmeyen her oluş sahtelik içerir. Bu bakımdan  oluşlar sürecinde istemle yaratılan her varoluşun, evrensel enerji dengeleri ile uzun dem onaylı, var olmasının sağlandığı durumlarda,  başarılı bir var oluş olur. ALP ‘lerde gül yetişmez. Everest de hiç bir ağaç yetişmez. Bu o ortamdaki enerji dengelerinin bu  canlıların yaşamasına izin vermemesinin en güzel örneğidir. Uzay boşluğunda nasıl bir insani yaşam  yoksa, diğer oluşlar ve süreçlerde de benzer izinler söz konusudur.
 
Bilinç yaratmasındaki istemlerimiz de mevcut şartların dengesinin izin verdiği  eylemlerin neler olabileceğinin farkındalığını yaşamak ayrı bir farkında olma durumudur. İnsan bilinç tuzağında yapacağı enerji alanlarını zorlama, kendi bilinç alanına  acı olarak yansır. Orada olması güçleşen her olgu bizden enerji çalar. Biz ne kadar O’nun olmasını istersek, sürekli bizden enerji çalar. Bu sürecin uzun olması durumunda, yaşam enerjimizde ciddi azalma oluşur. Bu azalma sonucunda kendimizi biyolojik ve ruhsal olarak yaşlanmış buluruz. Olması gereken zaten KOLAY olandır.

Yaratma süreçlerinde benzer acı vardır. Yaratmada hem haz hem acı iç içedir. Bir yandan fazla enerjinin boşalması, diğer yandan yaratmanın verdiği enerji beslenme biçimimizdeki eksik acıyı doğurur. Her zaman  yaratma süreçlerinde belli bir zorlama vardır. Bu nedenle arzuların doruk noktalarında acı ile  haz iç içedir. Bir oluşun oldurulma safhasında yaşanan enerji dönüşümleri  kolaysa sevinç boyutu büyüktür. Zorlama fazla ise acı boyutu daha fazladır. Acı boyutu fazla olan yaratmalarda  ruhsal enerji kaybı çok olur. Bu nedenle yaratmadan sonra ki süreçlerde yaratmanın varlığını korumaya harcadığımız ve sürekli beslediğimiz enerjimiz azaldığında, yarattığımız değer kısa sürede kendi anlamını hem yitirir hem de varlığını besleyen enerjinin azalması, yok olması nedeniyle  bozunur (ölür). Varlığın, varlığı yokluk boyutuna dönüşür.

Bilinç ile yapılan yaratma biçimleri bu anlamda  tehlikelidir de…
Bu çağda bilinç eksenli yaptığımız  izinsiz yaratma biçimleri ve belli bir andaki dengeye bağlı yaratma fırsatında yaratılan her şey varlık oluştursa da, kalıcı süreçlerde varlığını koruması yinede başka dengelere bağlıdır.
 
Yaratma süreçlerinde zorlanan enerjinin  belli bir eşik değerin zorlanmasında  geri dönüşü olmayan kırılmalar yaratıp, zor olan oluşların sonraki dönemde olurluğunu sağlanması mümkündür.

Bu durum evrensel enerji bakımından izinli halle gelmiştir. Fakat orada yaratılan enerjinin kendi biçimselliği  varlıkların varlığı açısından denge unsurlarından uzak olması her zaman zıt bir kuvvet yaratır. Buna en güzel örnek nefretin büyümesinin insan sevgi enerjisini yok edebilecek bir etkileri yaratması gibidir. Burada evrensel olarak  nefret enerjisi  kendini büyütmeyi başarırken,  sevgi enerjisi kendini koruyamaz. Bu nefret enerjisinin  izinli olması anlamına gelmez, sadece  belli bir dengeye kadar kendini büyütme iznini ve gücünü yaratmıştır. Evrendeki diğer enerji dengelerini gerebildikçe, zorlayabildikçe zorlar. Belli bir AN ‘a kadar. Sonra negatif bu enerji biçimi kendini büzüşme, geri sönüm sürecinde bulur. İşte döngüsel kırılmanın oluştuğu  bu noktadan sonra başka bir sürece doğru ilerleme yaşanır. Nefret enerjisi kendi gücünü kaybedip en az düzeye doğru başlayan yolculuğunda  kendi gücü ile yaratığı tüm gerçeklik de yok olmaya başlar. Bu yok oluşta  anlamlar yıkılır azalır ve belli bir noktadan sonra tümden varlığının gücünü yitirir ve ölüm anlamında o enerji dönüşme biçiminde bir sınıra varır. Bu sınır değer tamamen değişme noktası ve kendi varlığının  bitmesidir. Kalan kısım sadece tohum misali bir miktar enerjidir. İleride bir zamanda yeniden büyümeye fırsat bulabilirse, tüm canlı yapılar gibi yeniden kendini  büyütüp var eder.
 
Uygarlıkların pik noktasından sonra  yok olması buna güzel bir örnektir. Eski bir şatafatın bugüne kalan harabesi, yıkıntısı buna güzel bir örnektir.
Olumlu ve izinli yaratmaların insanın yaşam enerjisini beslemesi ve diğerlerinin insandan yaşam enerjisi çalması  çok ilginç bir deneyimdir.
 
Bu yaratma biçimlerinde, içimizdeki yaratma istemi ile  evrendeki enerji dengelerinin olmasını istediği durumlar çakıştığında  rezonans etkisi ile ortaya çıkan  enerji büyümesi hem istemin yaratılmasını hem de  kendi iç enerjimizin artmasını  sağlar. Dahası bu  büyüyen enerji  çevresel olarak diğer insan ve canlılara da yansır. Bu bakımdan topyekun birliktelikle yaşamsal enerjinin büyütülmesini  bazen tek bir bilinç istemi bile  başlatılabilir.

Bu nokta mucize denen şeylerin oluştuğu andır.  Bu ritüel durumun oluşması  çok ender olması  istem dengelerin çakışmasındandır.  Diğer taraftan bu istem dengelerinde istemin oluşma biçimi sırasında bilinç zorlaması değil algısal olarak  dış dünyadaki zorlamalara uyumlu bir  bilinç durumunda olunması ile oluşan bu durum,  algı açıklığı ile  yakalanan  farkındalık durumudur. Bu bakımdan farkındalık durumuna çok farklı bir derinlikte bakmak önemlidir. Bilinç isteminde koşullanma oluşu bu dengeleri hiçe sayan boyutları ile bizi farkındalıktan uzaklaştıran  bir hal almamızı sağlar.

bilinc-maddenin-bir-hali-olabilir-mi-bilimfilicom.jpg

Bu konuyu yazdır

  YAŞADIĞIMIZ BİR DEĞİŞİM Mİ YOKSA SAFSATA MI ?
Yazar: Spiritüeller - 27-06-2016, Saat: 22:31 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Bu gün insan oğlu kendi biyolojik ve ruhani gelişimi için  hızlı bir caba içine girmiştir. Bunun için eski ve yeni ne kadar öğreti varsa onları baş tacı yapmıştır. Fakat bu bilgilerin doğruluğu konusunda sorgulama olmadan da  neredeyse…
Değişim istemi insanın doğasında var olan bir şey. Fakat  bir o kadar da değişime direnç gösteren yapısı da var. İnsan için değişimi tetikleyen unsurlar biyolojik ve  psikolojik   olmak üzere iki boyutludur.
 
Fakat insan   değişimi istediği kadar da direnç gösteren bir ruhsal  yapı içinde yaşar. Bu direncin gerçek nedeni nedir? İnsan psikolojisinin temellerine indiğimizde bu durum, organizmanın içsel dengeyi koruma eğilimi olarak karşımıza çıkar. Diğer taraftan değişme istemini  yaratan, bu istemin oluşmasını sağlayan nedir? İşte bu da bizim dış dünyaya açık penceremiz olan bilinç alanımızın  bilinç altına verdiği kuvvetli bir uyarımdır.

Öğretiler İnsana Ne Kadar Yardım Eder ?
Bilinç düzeyindeki değişim istemini ilk tetikleyen şey, bilincin etkilenme alanlarıyla alakalıdır. Bilinç ruhsal bir aydınlanma sağladığı  kesin. Fakat  aynı  düzlemde, bilinç kendi işlevselliğini sürdürürken çeşitli etki alanlarından etkilenme, etki altında kalma, ilgilendiği düşünsel biçimle yaptığı  algısal kontaktan dolayı algı yönelmesi yaşar. Bu algı yönelmesi sonucunda  sorgulama biçimi kendi içinde ketlenme yaşar. Yani yöneldiği  bilgisel etkilenmeyi  sorgulamadan kabul etme ve onun doğruluğuna inanç geliştirir. Bu inanç onun  yönelimi ile kurduğu kontak durumun onun  işleyiş biçimini düzenlemesi ve inancın kalıcı olmasını sağlayan bir besleme yapmasındandır. Bu bakımdan öğretiler insanların bir algı biçimi içinde kalmasını ve bilinç alanlarını yapılandırmasıyla,  bilincin algı yönelmesi oluşturması nedeniyle oluşan gerçeklik algısı içinde inanç geliştirmesini sağlar. Bu bakımdan öğretiler hedeflediği ve biçimlediği her düşünsel olguyu  insan bilinç alanlarında gerçeklik yaratması bakımından koşullu eylemlere dönüştürür.
 
Bu biçimde öğreti içinde kalan insan ve toplumsal  kabuller gerçeklik yaratma süreçlerinde  kendilerine gerçek yaratırlar. Ta ki bu gerçeğin insan ruhuna  çeşitli sıkıntılar getirdiği  bir sınıra kadar.  Bu sınırda öğretiler ya terk edilir ya da değiştirilir.

İnsan  gelişimini  farkındalıkla yürütebilir mi ?
Farkındalığın tanımı  çoğu zaman insan algı ve anlam bütünlüğü içinde kalan bir sınır taşır. Herkes kendi kültürel anlamları ile ve algılama biçimleri içinde farkındadır. Bu bakımdan farkındalık, bir durum değişiminin gözlenmesidir. Fakat farkındalık burada kullanılma ve faydalanılma biçimi yine başka etkilerle yönlendirilme ve yönetilme yaşadığında  kendi işlevini eksik yapar. Bunu şöyle örnekleyebiliriz. Farkındalık, insanın  bilinç alanı içinde iken var olan bir kırılma anında durumun farklılığının  kısa bir anda gözlenmesidir. Tam bu  an bilinç alanında  bir değişim yaşanması gerekir. Bu bir farklı yönelmedir. Bu yönelmenin referans ı  önemli hale gelir. Tam o anda  çok da farklı bir biçimde bilinç alanında yönelme yaşanırsa başka bir yanılsama içinde yeni gerçeklik yaratılma süreci başlar ki, bu tam bir farkındalık değil, anlık farkındalıkla başka bir sürece yönelmedir. Bilinç kırılması anındaki değişimdir. Fakat bu değişim ilkinden farklı bir yaşam  ve algılama biçimi olsa da GERÇEKTE farkındalık yitirilmesi ile girilen farklı bir algı biçimidir.

Bu anlamda farkındalık  kişiye ve durumlara göre değerlendirme farkı olan terminolojik bir kelimedir.
Farkındalık gözlem ile olan boyutunda  insan algısının  gözlemlenenin izlenmesi ve sürekli bir değerlendirmelere açık alan biçimi ile anlam kazanan  tam bir terminolojik karşılığı olması lazım. Farkında Olmak halinin an ve an içinde sürmesi demek olan bu durum  farkındalığın bir yaşam biçimi olarak kazanılmasıdır.
Burada bile farkında olunan  ve farkındalığı  yön olarak  sürdürülmesi gereken temel ve alt bir felsefe olması gerekir. İnsan düşünsel  yapısı bunu böyle ister.
Burada ki zemin, referans veya mihenk taşı olan biçim, insanın kendi özgün ve öz mutluluğu olduğunda farkındalık bireysel alanda kalır. Toplumsal değerler olduğunda sosyolojik farkındalık yaşanır. Bu noktada farkındalık zemini ve anlamı   çok önemli bir değerdir.

Değişimin Yönü, Biçimi, Sürekliği ve Miktarı Ne Kadar Olmalı ? 
Değişim olgusuna bu kadar kapılmış iken değişimi sorgulamak pek de akıllıca bir şey olmadığını düşünüyor olabilirsiniz. Fakat değişim kendi içinde  biyolojik bir süreç içermeden algısal yaşandığında giderek hissettiğimiz şeyler bizi bize yabancılaştırır hale gelir. Biyolojik olarak  yapısallıklarımız değişmeden, kendi bilinç alanımızdaki her değişim bizim iç yapımızı değişime zorlayacaktır. Fakat biyolojik yapımız ve organlarımızın  bu değişime ayak uydurması belli bir yerde yetersiz kaldığında değişim kendi içinde içsel sıkıntılar yaratacaktır. Bu anlamda değişimin belli bir seyri ve içselleşme, durma noktaları, zamanları olduğunu bilmeliyiz.
 
Kısa Sürede Olan Değişim Bizi Ne Kadar Mutlu Eder ?
Kısa sürede olan değişimler  hiç olmadığı kadar bize hayata tutunma enerjisi verir. Yaşanan duygu seli bizim algımızda yarattığı coşku ile her tür sürece kendi enerjisini yansıttığı içinde çok şeyin  aynı hızla değişeceği  sanrısını verir.  Bu nedenle ilk  olumsuzlukla karşılaşmada hayal kırıklığı yaşanır.
 
Kısa Sürede Olan  Değişimlerin Sakıncaları Nelerdir ?
Kısa sürede olan değişimler, bizi ani duygu değişimleri yaşattığı ve bizi beklenenden daha fazla yaşamsal coşku verdiği için kalıcı olamaması durumunda umutsuzluk çukuruna düşürür. Verdiği enerjinin sonraki zamanlar da hissedilmemesi, içimizde huzursuzluk oluşturur. İlk değişim anında yakalanan coşkunun yarattığı duyguyu yaşayamamanın verdiği  eksiklik, huzursuzluk ve hoşnutsuzluk içinde kalırız.
Kısa süreli değişimlerin süreklilik oluşturması için ise yaşanan değişim durumunun korunması ve bu değişimi yaratan metodoloji, bakış açısı, duygu, düşünce ve davranış biçimlerinin  kararlı sürdürülmesi gerekir. O zaman  insan kendi ile ilgili değişimi dönüşüme çevirir ve bu dönüşümde kalıcı mutluluk oluşturur.

Sürekli Değişmek Zorunda mıyız ?
Sürekli değişmek zorunda değiliz. Mutluluk, belli bir değişim yaşandığında içsel ve ruhsal rahatlamanın bir süreç halinde yaşanmasıdır. Burada mutluluk algısı değişimde değil değişme ile yakalan duygu ve yaşayış biçiminde  olduğu anlaşılmalıdır. Bu nedenle sürekli değişim halinde olmamız gerekmiyor. Ancak belli bir içselleştirme sürecinden sonra  mevcut  mutluluk algısını gölgeleyen durumlar vara ise o durumlar üzerinde bir değişim sürecine girilebilir. Bu sağlıklı bir biçimdir. Sonrasında mutluluk hissini artıran bir durumdur.

Değişmezsek Ne Olur ?
Değişmemek, mevcut yaşam algısının içinde  kalmamız demektir. Bu zaten öyle  ya da böyle yaşadığımız bir  hayatın kendisidir. Zaten ona  da alışmış durumdayız. İnsanın kendine  dair sorgulamasının olmadığı bu durumda  bir şekilde  kazanılmış alışkanlık ve kabullenilmiş bir yaşam biçimi olarak  hayatı sürdürebiliriz. Ta ki, bir bunalım yaşanana kadar. Mevcut hayatımızda bir bunalım ortaya çıktığı zaman değişmek sorunda olduğumuz bir sınıra gelmişiz demektir.
Bu gün  başlatılan değişim  süreci insanların algısında sürgit bir biçimde kendini belemektedir. Sanki herkes kendinden vazgeçmiş gibi değişimden bahsediyor.
Neden ?
Bu bugün birikmiş sorunlarıyla  yaşanan bunalımlar daha derindir. Bir dizi  bastırılmış, ötelenmiş, birlikte yaşamaya alışılan sıkıntılar olduğu halde, yeni gelen bunalımla  içinden çıkılmaz bir  hayat içinde  bulduk kendimizi.
Bu nedenle de değişime öyle sarıldık ki,  kendimizde ciddi tadilatlar yapmamız gerekmekte. Fakat bu kez de  yaşanan değişimin içselleştirme sürecini yaşamadan devam eden  değişim sürecinin huzursuzluğunu yaşamak zorunda kalıyoruz.
Birimiz diğerlerine göre değişimi başlatmış iken  diğerleri değişirse bizim referansımız kime göre olacak ?
İlginç bir bakış açısı oldu sanırım. Sosyal açıdan uyumlu yaşamak için bir değişim yaşanması söz konusu ise böyle bir paradoks ortaya çıkar. Bu durumda değişim mümkünse uyumlu yaşama süreci yakalamak isteyen  kişilerin birlikte bir değişim sürecini yürütmeleri ve daha çok  birlikte yaşamı  sağlayan bir değişim hedefi  ortaya konmalıdır.

Değişimin Referansı  Neye Göre Olmalı ?
Değişimin referansı kişinin  birey olarak kendini daha mutlu ve huzurlu hissetmesine yönelik olmalıdır. Bu açıdan yapılacak değişim sürecinin hedefleri iyi belirlenmelidir. Bu tanımlamada genel anlamda, değişimin bireysel ve sosyolojik boyutunda neler olması  gerektiği üzerinde net belirlemeler yapılması, bireyin  öznel yaşamı ve sosyal yaşamı için  çok önemlidir.
Peki Bu Gün İçin Yaşadığımız Değişim Dediğimiz Algısal Genişleme mi? Yoksa Algısal Yönelme mi ?
Bu bakış açısından baktığımızda her değişimin iyi sorgulanması gözlemsel açıdan önemlidir. Bireyin kendi yanılsamasını yaşarken bunu sorgulaması pek de uygun  düşmez.
Fakat sosyolojik  araştırma bakımından  incelemeye değer bir durumdur. Tarihsel bakış açısından baktığımızda ikisi de tutarlı  görünür. Fakat bilgece bir yaklaşım açısından, kişilerin  olgunlaşması bakımından,  değişim algısal genişleme yaşandıktan sonra bir yönelme olmasıdır. Birey bu durumda yaşamına kattığı yeni anlamla daha bir farklı mutluluk yakalar. Sonrasında ki yönelme toplumsal  yeniliği tohumlar. Yenilenen ve değişen bir algısal toplum, bireyler açısında  daha kalite bir yaşam demektir. Yaşama katılın  kalitenin  oluşturduğu  anlam genişleme biçimli bir zihinsel huzur ve hayatın değişimindeki yaşam coşkusu ile de mutluluğu büyütür.
 
Bir Çok İnsan Değiştiğini Algılarken Algı Genişliğinden Çok Algı Yönelmesi  Yaşıyor Olabilir mi?
Sosyolojik uyum hedefli bütün değişimler algısal yönelme ile oluşur. Dolayısı ile daha derin bir  algısal değişim değildir. Ama bireyin algıladığı değişim  güncel yaşamsal bir uyum bakımından  anlam büyümesi yaratır. Birey bu açıdan yaşadığı değişime olumlu bakar. Çünkü  rahatlar.

Dönemsel Metodolojiler Bir Yana, Dönemsel Farklı  Dönüşümlerde Araç Olarak Kullanıldığı Bu Dönemde İnsan  Bilinç Alanını  Obur-Cuburla Dolduruyor Olabilir mi ?
En büyük tarihsel yanılgılar tam da burada yaşanır. İnsan bilinç alanının yapısal özelliği sistematik bulduğu her şeyi kabul etmesi ve ona tabi olmasıdır. Her tür öğretinin bizi  koşullandırması düşünüldüğünde, her bir metodolojinin insana faydalı ve zararlı  yönleri vardır. Bilinç biçimlenmesi yaşayan insanın bu tuzaktan kurtulması da zordur. Bu zoru, ancak başka bir  farklı düşünüş biçiminin, kendi kutuplu halini kırması  durumunda tuzaktan kurtulur.  Her tür öğretiye mesafeli davranmak ayrı bir şeydir. Bu durum kişisel farkındalık olayıdır. İnsan  bu noktada kendisini yöneten her tür mekanizmayı tanır. Kendi zaaflarından tutunda  kendi içinde her tür  süreçleri belirleyen fiziki, kimyasal, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olguların kendine kattığı değerleri bilir. Bu farkındalık  durumunda değişim çok daha derin ve anlamlı yaşanır. Hem değişim süreci gözlemlenir hem de  değişimle ilgili hedefleme sağlıklı yapılır.

yasam-olum-dogum-life-death-birth-8ED3-26B3-BF84.jpg

Bu konuyu yazdır

  BÖBREKLERİNİZİ ARINDIRMANIN 5 BASİT YOLU
Yazar: Emka - 27-06-2016, Saat: 22:21 - Forum: SAĞLIK - Yorum Yok

Hatırlamakta fayda var, böbrekleriniz bütün gün boyunca, kanınızı atıklardan ve toksinlerden arındırmakla uğraşır. Bu önemli fonksiyonu bir imtiyaz olarak algılamayın; zira sağlığınız ve yaşam kaliteniz buna bağlıdır. Öyleyse, neden böbreklerimizi sağlıklı kılmak ve üstün performansla çalışmalarını teşvik etmek için bu beş basit yöntemi öğrenmeyelim ki?

Böbreklerinizi Temizlemenin Önemi
 
Böbrekleriniz, bir an için bile olsun durmaz, sürekli çalışır. Kanı filtreler, arındırır, fazla tuz ve toksinleri giderir, hormon salınımını tetikler ve tüm bunların sonucu olarak da, kan basıncınız daha iyi şekilde düzenlenmiş olur ve vücudunuz elektrolit dengesine sahip olur. Birçok insan, bu organların görevlerinin önemini küçümsemektedir ve farkında olmadan, sağlıksız bir yaşam tarzı güderek, böbreklerine zarar vermektedir. Ancak, sonunda, sorunlar ortaya çıkacaktır. Kreatinin seviyeleri yükselecek, böbrek fonksiyonlarını kaybedecekler ve kanın düzgün filtrasyonu yavaşlayacaktır. Artık yavaş yavaş kendinizi yorgun ve hasta hissetmeye başlarsınız. Ve eğer, şu an hayatınızın karmaşık olduğunu düşünüyorsanız, bir de diyalize bağlı olmak zorunda olduğunuzu hayal edin. Belki de halihazırda bu şekilde yaşamak zorunda olan birini tanıyorsunuz ve böbreklerinize iyi bakmanın önemini öğrendiniz. Peki onları korumaya, neden bugünden başlamayasınız?
 
Böbreklerinizde Problem Olabileceğinin Belirtileri
 
Birazdan açıklayacağımız belirtilerden bir veya birkaç tanesini mutlaka yaşamışızdır. Örneğin bazı günler kendinizi daha yorgun hissedebilirsiniz veya bacaklarınızda şişkinlik olabilir. Bu durum tamamen normaldir; ancak eğer bu düzelmeyen bir durum haline gelirse veya bu duruma idrara çıkarken zorlanma veya acil idrara çıkma ihtiyacı da eşlik ederse, mutlaka bir doktora görünmelisiniz.
 
Sürekli yorgunluk,
Bacaklarda, özellikle de ayak bileklerinde şişkinlik,
Vücut genelinde kaşıntı, gerginlik,
Normalden daha fazla, sık sık idrara çıkma,
İştahsızlık, kusma ve baş dönmesi,
Ellerde ve ayaklarda boşalma,
Ani uyuma isteği,
Vücudun bazı kısımlarında koyu lekelerin oluşması.
 
Böbreklerinize Detoks Yapmanın Beş Yolu
 
1. Karbonat
 
Eminiz ki, siz bu tavsiyeyi daha önce duydunuz. Karbonat, doğal elektrolittir ve kandaki asiditeyi (pH seviyesini) düzenleyicidir. Böbrek rahatsızlığınız varsa, renal asidoz olarak bilinen, asiditenin artarak böbrek fonksiyonlarının bozulmasına neden olduğu rahatsızlıktan yakınıyor olmanız çok mümkündür. Karbonat, asiditeyi engelleyerek, pH dengesinin sağlanmasına yardımcı olur ve ayrıca böbrek taşı oluşumunu engelleyicidir, varolan böbrek taşlarının ise ilerleyerek böbrek fonksiyonlarını bozmasını önlemeye yardımcıdır. Bu sebeple, bir su bardağı suya bir çay kaşığı karbonat ilave ederek bu içeceği haftada en az üç defa tüketmek iyi bir fikirdir.
 
2. Elma Sirkesinin Faydaları
 
Bu konu ile ilgili, elma sirkesi böbreklere faydalı olan bir asit içermesi ile konuya dahil omaktadır. İlk bakışta biraz çelişkili görünebilir, çünkü sirkeyi kandaki asidite seviyesini yükseltmek için kullanmıyoruz; elma sirkesinin bu konudaki işlevi sindirimi teşvik etmesi ve böbreklere olan detoks etkisidir. Ana öğünlerden sonra, bir bardak suya bir çay kaşığı elma sirkesi ekleyerek tüketmeyi deneyin. Neden hemen denemeyesiniz ki?
 
3. Böbrekleriniz İçin En Faydalı Bitkiler
 
Fitoterapi, kan akışınızı filtreleyerek, iltihaplanmayı azaltarak ve böbrek taşı oluşumunu önleyerek; böbreklerinizi temizlemek için en ideal yollardan biridir. Akşam çayı yapabilmek için en faydalı bitkiler aşağıdaki gibidir
 
Fesleğen: Acı verici böbrek taşlarından korunmak için çok etkili bir bitkidir. Bunun için, beş yaprak fesleğen ve bir çorba kaşığı bal kullanarak, bir çay yapabilirsiniz.
 
Karahindiba: Sindirim, karaciğer ve böbrekleriniz için en etkili bitkilerden biridir. Detoks için mükemmeldir. Çay yapmak için, sadece iki çay kaşığı kurutulmuş karahindiba çiçeğini on beş dakika kadar kaynatın. Bu çayı günde bir defa tüketin.
Zencefil: Halihazırda zencefili seviyorsanız, çok şanslısınız. Çünkü zencefil, enfeksiyon, ağrı, iltihaplanma gibi problemlerin çözümü için kullanılabilecek en ideal köklerdendir. Zencefil ayrıca, karaciğer ve böbrekleri arındırır ve güçlendirir.
 
4. En İyi Meyveler ve Meyve Suları
 
Karpuz: Bu meyve, böbrekler için iyileştiricidir ve adeta doğal bir ilaçtır. Neden? Çünkü her şeyden önce, bu meyve yüksek oranda su içerir, vücuttaki dokuları ve kan akışını arındırıcıdır. Unutmayın, karpuzu, taze iken yemeye özen göstermelisiniz.
Nar Suyu: Sıkıştırıcı özellikleri sayesinde bu asidik meyve suyu, sağlıklı bir beslenme diyetinin olmazsa olmazıdır.
 
5. Sabahları Bir Çorba Kaşığı Zentinyağı ve Limon
 
Bildiğiniz üzere, zeytinyağı, oleik asit açısından zengindir ki bu asit de vücuda anti-enflamatuar etki yaparak fayda sağlamaktadır. Zeytinyağı ayrıca, mono doymamış yağlarla doludur, ki bu yağlar böbrekler için çok iyidir. Sabahları, bir çorba kaşığı zeytinyağı ile birkaç damla limon suyunu karıştırın ve tüketin. Bu karışım, sizi böbrek taşı oluşumundan koruyacaktır. Neden hemen başlamayasınız ki?


55ea5747f018fbb8f8799bc9.jpg

Bu konuyu yazdır

  İç Organlarımızdaki Zehirli Maddeleri Nasıl Atarız?
Yazar: Emka - 27-06-2016, Saat: 17:34 - Forum: SAĞLIK - Yorum Yok

Çin tıbbına göre, insan vücudundaki beş iç organda zehirli maddeler birikir, bu zehirli maddelerin birikmesi, vücutta belirtiler bırakır. Şimdi zehirli maddelerin saklandığı yerleri bulalım ve bu zehirli maddeleri yok etme yöntemleri öğrenelim. Eğer dalakta zehirli maddeler birikirse, yüzde benekler görülür. Yüzünde benekler olan bir kadının sindirim sistemi nispeten zayıflar; beyazımtırak akıntısı fazla olur; yağ birikir. Çin tıbbına göre, dalaktaki sindirim iyi olmadığı takdirde, zehirli maddeler zamanında dışarı boşaltılmaz. Bu nedenle kilo vermek isteyen bir kişi, öncelikle dalağının ve midesinin işlevini normalleştirmeli; dalağında zehirli maddeler bulunan kişide ağız kokusu olur, ağız ülseri görülür.


Şimdi dalaktaki zehirli maddeleri boşaltma yöntemlerine geçelim.

Dalaktaki zehirli maddelerin boşaltılmasına ekşi yemekler iyi gelir. Ekşi yemekler, bağırsak ve midenin sindirim işlevini pekiştirir, yemeklerdeki zehirli maddelerin en kısa sürede boşaltılmasını sağlar; ayrıca ekşi yemekler dalağı güçlendirir.Dalaktaki zehirli maddelerin boşaltılması için Shangqiu adlı akpunktur noktasına basılabilir. Bu akpuntur noktası, iç topuk kemiğinin altındaki çukurun ortasında bulunur. Bir parmakla bu noktaya, azcık acı hissetecek şekilde basabilirsiniz. Bu basma bir defasında üç dakika sürerse, yeterli olur.Yemekten sonra yürüyüş yapmak. Spor, dalağa ve mideye yardımcı olur. Bu yöntem azimle uygulanmalı.Yemek sonrası, zehirli maddelerin en kolay oluştuğu zaman dilimidir. Yemeklerin zamanında sindirilmemesi veya emilmemesi halinde zehirli maddeler birikir. Bu nedenle yemekten sonra yürüyüş tavsiye edilir. Ayrıca yemekten bir saat sonra bir meyve yenebilir.

Aftimuni dalağın en iyi ilacıdır, kaynatılarak içilir. Karabaş otu, kekik, sinameki, anason, kimyon, kuru incir dalağın en güzel ilaçlarındandır. Mercimek, patlıcan, sığır eti, kuyruk ve lahana yenmemelidir. Karaciğer, insanın diğer önemli iç organlarından biridir. Karaciğerde zehirli maddeler birikirse, tırnak üzerine çıkıntılı çizgi veya tırnak çökmesi görülür. Çin tıbbına göre, kirişler karaciğere bağlıdır, tırnak ise kirişlerden bir bölümüdür. Bu nedenle karaciğerde zehirli maddeler biriktiği takdirde, tırnak üzerinde belirgin işaret olur.

Karaciğerde zehirli maddeler bulunursa, kadında mastit görülür; deprasyon başgösterir. Çünkü karaciğer insan vücudunda duyguları ayarlayan iç organdır. Eğer içindeki zehirli maddeler zamanında boşaltılmazsa, Qi dolaşımı engellenir, bu da depresyon duygusuna neden olur. Ayrıca yarım baş ağrısı ve aybaşı ağrıları gibi belirtiler görülür. Yüzün iki yanağı ve göbek, karaciğer ve safra kesesinin “etki alanı”dır. Eğer karaciğerde zehirli maddeler varsa, yüzde ve göbekte mutlaka belirti gözükür.


[b]P_ic-organlardaki-zehirli-maddeler-nasil-atilir.jpg[/b]

Karaciğerdeki zehirli maddelerin boşatılması için, yeşile çalan mavi renkli yemekler tüketilmeli. Örneğin portakal veya limon suyu, karaciğere iyi gelir; karaciğerle bağlantılı akpunktur noktasına basmak iyi gelir. Basılacak nokta, birinci ve ikinci ayak parmaklarının buluştuğu noktanın önündeki çukurun ortasında yer alır. Ağlama, zehirli maddelerin boşaltılmasına yardımcı olur. Kadınların erkeklerden daha uzun yaşamasının gözyaşlarına bağlı olduğu, hem Batı tıbbınca, hem de Çin tıbınca doğrulandı. Gözyaşları gerçekten insan vücuduna zararlı maddeler içerir. Bu nedenle istediğiniz zaman ağlayabilirsiniz.

Sülfür içeren besinler karaciğeri temizler, soğan, sarımsak, lahana, brokoli, brüksel lahanası sülfür içeren gıdalardır. Ayrıca enginar karaciğer dostu bir sebzedir. Alkol, kimyasal ilaçlar, işlenmiş gıdalar, inek eti, aşırı proteinle beslenme karaciğeri yıpratan gıdalardır. İnsan kalbinde zehirli maddeler birikirse, dil ülseri olur, alnında kabarcıklar oluşur, uykusuzluk ve kalp rahatsızlığı meydana gelir. Çin tıbbına göre, kalple en yakın ilişkili organ dildir. Bu nedenle ülser dilde görülür. Alın, kalbin “nüfuz alanı”dır. Eğer kalpte “ateş” varsa, alın “yanar”, kabarcıklar ortaya çıkar. Kalpteki zehirli maddelerin boşaltılması için, nilüfer tohumları gibi, acı yemekler tavsiye edilir; kalbi simgeleyen Shaofu adlı akpunktur noktasına basılır. Shaofu, insanın yumruğunu sıktığı zaman, avuçta yüzük parmağı ve küçük parmağının tırnaklarının değdiği yerdir. Bu noktaya güçlü bir şekilde basılır. Yeşil fasülye, zehirli maddelerin idrar yoluyla boşaltılmasına yardımcı olur.

Çin’de yaz mevsiminde hemen hemen her ailede yeşil fasülye suyu içilir. Siz de deneyebilirsiniz. Kalp için omega 3 yağ asidi içeren somon, ton balığı, ceviz, keten tohumu gibi gıdalar faydalı olacaktır. Akciğerde zehirli maddeler birikirse, insanın cildi pas renginde olur, kabızlık çekilir, duygusal durumunda hassasiyet meydana gelir. Çin tıbbına göre, akciğer, tüm cildi yönetir. Cildin iyi olup olmaması, akciğerin sağlıklı olup olmamasına bağlıdır. Akciğerdeki zehirli maddelerin miktarı fazla olursa, bu zehirli maddeler akciğerin çalışmasıyla cilde yansır; ayrıca akciğer ve kalın bağırsak tek bir sistemdir. Yukarıda akciğerde zehirli maddeler varsa, aşağıdaki bağırsak içinde de anormal birikim olur, kabızlık çekilir; akciğerdeki zehirli maddeler de Qi ve kan dolaşımını engeller.

Turp, akciğere en iyi gelen yiyecektir. Çin tıbbına göre, kalın bağırsak ile akciğer arasında yakın ilişki vardır. Akciğerdeki zehirli maddelerin ne kadar boşaltılacağı, kalın bağırsağın iyi çalışıp çalışmamasına bağlıdır. Turp kalın bağırsağın dışkıyı boşaltmasına yardım eder. Turp çiğ de yenir. Ayrıca akciğeri temsil eden akpunktur noktasına basmak da yararlıdır. Hegu adlı nokta, el sırtında, parmakların arasında bulunur. Terlemek, akciğere iyi gelir; çünkü terle vücuttaki zehirli maddeler atılır; sıcak duş ve derin nefes da benzer sonuç verir. Akdiğerdeki zehirli maddelerin boşatılması için en uygun zaman dilimi sabah 7:00 ile 9:00 arasıdır. Bu zaman içinde bol oksijen almayı sağlayan spor yapılırsa, çok iyi olur. Meyan kökü, zencefil, okaliptus, brokoli, turp akciğerler için şifalı bitkiler olup sigara akciğer için en büyük zarardır. Böbrek içinde zehirli maddelerin biriktiği zaman, aybaşı miktarı az, süresi kısa ve rengi koyu olur. Aybaşının oluşması ve kaybolması, böbrek işlevinin güçlü olup olmamasına bağlıdır; böbrekteki zehirli maddeler, hidronkusa neden olur, altçenede kabarcıklar oluşur, yorgunluk çekilir. Böbreği simgeleyen akpunktur noktası Yongquan’dır. Bu nokta, insan vücudundaki en alçak akpunktur noktasıdır. Yongquan, ayak tabanının üçte birinin ilerisinde bulunur. Bu nokta hassas olduğu için fazla güçlü basılmamalıdır. Beş dakika yeterlidir. Böbrekteki zehirli maddelerin boşaltılması için en iyi zaman dilimi sabah 5:00 ile 7:00 arasıdır. Bu nedenle sabah kalkınca bir bardak su içilmesi çok iyi olur. Gün boyu yeterli su içilmesi, bedenin susuz bırakılmaması, aşırı tuz alınmaması, likopence zengin gıdalar domates, karpuz, böbrekleri temizleyip koruyacaktır.

Bu konuyu yazdır

  HAYATIMIZDAN ROL ÇALANLAR
Yazar: Emka - 27-06-2016, Saat: 15:55 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Tiyatroda bir deyim vardır; “Rol Çalmak” Oyun ve konuşma sırası başka bir oyuncudayken, seyircinin dikkatini kendi üzerine çekmeye rol çalma denir.

Bir de hayatımızda rol çalıcılar vardır. Siz ‘sahnedeyken’ oyun sırası sizdeyken, bir ortamda gereksiz yere sürekli öne çıkıp dururlar. Sizin yaşam alanızı, oyun sahanızı sürekli daraltmaya çalışarak, size manevra yapacak bir alan bırakmazlar ve sık sık yaşam sahnenizi işgal ederler. Bu durumun farklı bir versiyonu daha vardır:

Bu kişiler, kendi düşüncelerini ve hayallerini coşkuyla, duygusal sömürüyle veya çeşitli şekillerde allayıp pullayarak; sizin hayallerinizin üstüne kendi hayallerini inşa ederler. Eğer yeterince uyanık davranmazsanız bir bakmışsınız ki onların hayalleri, sizin hayalleriniz olmuş! Bu noktada sizin düşünceleriniz artık, onların beklentilerine ve hayallerine hizmet eder hale gelir. Kayıptır artık hayalleriniz… Böylelikle, enerjinizi de alırlar. Kendi hayalleri ve istekleri için ustalıkla kullanırlar, düşüncelerinizin enerjisini…

Siz artık, başkası için “hoş” ama sizin için “boş” bir hayalin peşinden gitmektesinizdir. Elbette, ara sıra harlarlar bu hayal ateşini. Ya iyi arkadaş cümleleriyle veya “şöyle yaparız birlikte, şunu yaparız” cümleleriyle… Veya çeşitli hediyelerle yaparlar bunu. Başkasının hayalinin rotasında, sizin olmayan bir yolda yürür hale gelirsiniz. Bu durumdan uzaklaşmak için öncelikle, herkesle iyi geçinmek zorunda olmadığınızı anlamalısınız. Sırf insanlarla iyi geçinmek ve onaylanmak için herkesin her dediğine inanmamalıyız. Zaten bu gerçekçi bir düşünce de değildir ve eninde sonunda bizi hayal kırıklığına götürür.

“Başkalarının, senin hakkında ne düşündükleri konusunda endişe duyduğun sürece onlar senin sahibindir.” Walsch

İnanmak veya İnandırılmak

İnancın birçok yönü kanmaktan geçer. İnançlarımız çoğunlukla sağlam temeller üzerine kurulmamıştır. İnançlar; iyi düşünülmüş, iyi hesaplanmış cümlelerle, süslü sözlerle donatılmıştır çoğunlukla. Biz bunları onaylayıp kabul ettiğimiz anda söylenenlere inanmışız demektir. İnandırılmak istenen şeyin çoğunlukla manipüle edici bir tarafı da vardır.

Her inanç, benzer temalar içeren inançlarla bir karşıt görüş oluşturur. Dinsel inançları buna örnek verebiliriz: Müslümanlık, Hristiyanlık, Yahudilik… Hepsi dinsel inançlardır ve birine inandığınızda; bir anlamda geriye kalan hepsini ret etmiş, inanmamış olursunuz. Katıldığınız şey, kaçırdığınız şeyi belirler başka bir ifadeyle…

Bazı insanlar size gelip: Yeterince “iyi ve başarılı” olmadığınızı ve “yapamayacağınızı” söylediğinde ve siz buna içten içe “Acaba öyle mi?” dediğinizde yüreğimize “kendine inançsızlık” tohumu ekilmiş olur. Ve bu tohumlar aracılığıyla, biz bundan sonra yaptığımız şeylerde artık yeterince “iyi” ve “başarılı” olamayabiliriz. Birilerinin sözleriyle veya zamanla kendi kendimize eklediğimiz iç içe geçmiş halkalarla oluşturduğumuz zincirleri kırdığımızda ve inançlarımızdan özgürleştiğimizde, gerçekten bize çizilmiş olan o daireden dışarı çıkıp, genişleriz. Düşünce ve hareket özgürlüğü kazanıp, ona göre seçimler yaptığımızda, kendi aklımızla düşünüp, ona göre yaşadığımızda olası dramlardan kurtuluruz.

“İnsanlar genellikle olduklarına inandıkları kişi haline gelirler. Eğer bir şeyi yapamayacağıma inanırsam; bu inanç, onu yapma gücünü elimden alır. Yapabileceğime inanırsam, başlangıçta sahip olmasam bile onu yapacak gücü kendimde bulurum.” Mahatma Gandi

Unutmayın, hayatınızın öznesi sizsiniz. Eğer bu gerçeği hayatınızda yeterince kavramamışsanız; kendi yaşam oyununuzda kendinize “figüran” rolünü biçiyorsunuz demektir. Kendi hayatınızın başrolünü oynayabilmek ve rolünüzün hakkını layıkıyla verebilmek için her daim uyanık bir zihin halinde olunmalıdır. Ayrıca farkındalığınızı sürekli yüksek tutmalı ve kendinizi iyi tanımalısınız. Her zaman güçlü ve kendinden emin olmak da önemlidir. Hayatta kim olduğunuzu, ne istiyor olduğunuzu iyi biliyor olmalısınız. Kendinin önemli ve değerli olduğuna dair tam bir inanç, her zaman kişiye güç verir. İsa, bunu çok güzel bir şekilde ifade etmiştir: “Kendini tanı! Bu gerçek, senin özgür olmanı sağlayacaktır.”

“Herkes kendi hayatına sahip çıkmalı. Herkes kendi ruhuna çare olmalı. Kimse, kimsenin ruhuna deva olamaz. Yeri geldikçe, bunu kendimize hatırlatmalıyız.”


tiyatro-rol-calmak.jpg

Bu konuyu yazdır

  TARİHİN EN ACIMASIZ 10 İNSAN DENEYLERİ
Yazar: Emka - 27-06-2016, Saat: 15:18 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

İnsanlık tarihi boyunca birçok vahşi deney kayıtlara geçti. Pek çoğu ‘bilim‘ adına yapılan bu deneylerde işe yarayacak bilgiyi elde etmek için insanlar üzerinde acımasız yöntemler denendi. Nazilerin veya Japonların savaşta tıp tekniğini geliştirmek için giriştiği işkencelerden bir hastalığa çare geliştirmek için öldürülen deneklere kadar insanlar üzerinde yapılan en acımasız deneyler…

Zehir fabrikası

Sovyetler Birliği, Gulag adı verilen çalışma kamplarında tutulan mahkûmlar üzerinde birçok zehir araştırması yürüttü. Hardal gazı, risin, dijitoksin gibi kimyasalların test edildiği bu deneylerin sonunda C-2 geliştirildi. C-2 kurbanları fiziksel değişime uğratıyor; kısalan, güçten düşen, kurbanlar 15 dakika içinde ölüyor.

Nazilerin ‘insan deneyleri’

Tarihin belki de en kötü şöhretli deneylerinin yapıldığı Nazi döneminde ‘bilim‘ adına türlü işkenceler yapıldı: İkizler kullanılarak göz rengi değiştirmek, kısırlaştırma projeleri, askerleri için dayanıklı malzemeler geliştirmek amacıyla mahkûmları saatlerce buzlu su tanklarının içinde tutmak, savaş yaralarını daha çabuk tedavi etmek için sağlıklı Yahudilere tetanoz, tüberküloz ve kangren bulaştırmak bunlardan sadece birkaç tanesi. Tüm bunlar Alman ırkının gücünü ve dayanıklılığını artırmak için Nazi doktorları tarafından yapıldı.

Henry Cotton deliliğe karşı

1900’ler Amerikası’nda bir psikiyatrist olan Cotton, deliliğin vücut parçalarında gizli olduğuna inanıyordu. Hastalarını tedavi etmek için diş, bademcik ve hatta bazı iç organları çıkarmaya denedi. Hiçbirinin rızasını almadığı hastalarından 49’u bu garip inanç uğruna öldü. 1800’lerde, genelde kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşan bir hastalık olan tifo için tedavi çareleri aranıyordu. Dr. Walter Jones, hastaların üzerine kaynar su dökmeyi tavsiye etti! Her dört saatte tekrarlanan bu işlem hastalara ölümden başka bir şey getirmedi.

Kasıtlı frengi

1946’da Amerika’daki kötü şöhretli bir sağlık organizasyonu, Guatemala’da bir penisilini test etmek için hayat kadınlarına kasıtlı olarak frengi bulaştırdı. Hayat kadınlarının durumdan haberi yoktu ve ‘deney’ uğruna 83 kişi yaşamını yitirdi.ABD yönetimi yıllar sonra bunun için özür diledi. 1932 yılında da benzer bir deney siyah erkekler üzerinde yapıldı.

Kolera nerede hıyarcıklı veba nerede?

Richard Strong, kolera için bir aşı geliştirmek isterken Filipinler’deki Manila hapishanesindeki 13 mahkûma hıyarcıklı veba bulaştırdı. Tüm mahkûmlar öldü. Aşıları karıştırdığı iddia edilen Strong, olayın duyulmasının ardından yaşanan öfke nedeniyle yatağa düştü. Altı yıl sonra kaldığı yerden devam etmek isteyen Strong, bu kez beriberi için aşı geliştirmeye çalıştı ve yine deneklerinin ölümüne neden oldu.

Çocuklara LSD ve elektroşok

Başarılı bir psikolog olan Lauretta Bender (1897 – 1987), çocuk şizofrenisiyle baş etmek için onlara yetişkinlerin alabileceği dozda LSD ve bir tür halüinatif olan psilosibin verdi. Bender, en küçüğü üç yaşında olan 100 çocuğa elektroşok tedavisi de uygulamıştı. Bender, CIA için zihin kontrolünü hedefleyen birçok çalışmaya da katılmıştı.

Ordunun cinsiyet operasyonu

Güney Afrika’nın apartheid rejimi zamanında, birçok beyaz lezbiyen ve gay asker ordunun ‘cinsel değişiklik operasyonlarına‘ maruz kaldı. Ordu, eşcinselliği yok etmek için elektroşok vermekten kimyasal hadıma kadar birçok yol denedi. Bu operasyonlar sonucunda birçok asker mensubu istemese bile orduya dahil edildi.

Canavar araştırması

Kekemeliğin genetik ya da organik sebeplerden kaynaklandığına inanmayan Wendell Johnson 1939 yılında ‘Canavar Deneyi‘ne başladı. Johnson, “çocuklara kekeme oldukları söylenirsa çocuklar sağlam bile olsa kekeme olur” şeklindeki düşüncesini kanıtlamaya çalışıyordu. 22 tane çocuğu denek olarak seçen Johnson, onları iki gruba ayırdı. Bir gruptaki çocukların konuşmalarına övgüler düzerken diğerlerini “kekeme” olarak çağırdı ve kötü konuştuklarını söyledi. Deney sonunda, ‘kekeme‘ grubundaki beş ‘normal‘ çocuk kekelemeye başladı. Bu beş çocuktan üçünün durumu kötüleşti ve kekemelik durumları ciddi boyutlara ulaştı.

Proje 4.1

1954 yılında ABD tarafından Marshall Adaları civarında yürütülen gizli bir nükleer projeydi. Ada, ABD’nin bu tarihte ilk hidrojen bombası denemeden önce de bir hayli ‘popülerdi’. 1946 ve 1958 yılları arasındabirçok nükleer bomba denemesi yapılmıştı. Denemeden yıllar sonra ada halkında özellkle çocuklarda tiroid kanseri vakaları görülmeye başlandı.

731’nci birim

Bu birim, Çin-Japon Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın biyolojik ve kimyasal işkence birimi olarak ‘ünlendi’. Birim, insanlar üzerinde pek çok deney yaptı; frengi ve bel soğukluğununa karşı aşı geliştirmek için kasıtlı olarak hastalık bulaştırıldı, hatta bunun için bazen tecavüz bile denendi; kurbanın ne kadar kan kaybı yaşandığını ölçmek için kol ve bacak gibi bazı uzuvları kesildi, kangreni incelemek için kurbanların bazı uzuvları dondurulup tekrar çözüldü…


timthumb.jpg

Bu konuyu yazdır

  DUYULARIMIZIN ÖTESİNDEKİ ESRARENGİZ DÜNYA
Yazar: Emka - 27-06-2016, Saat: 09:26 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Beş duyunun erişemediği bir dünyanın varlığına inanan bilginler artıyor. Yanımızda olmayanların mesajları ve uzaklarda olagelmiş olaylar hakkında bilgi sahibi olabilmemiz, onların haklı olduklarını gösteriyor.

Amerika’nın Georgia eyaletinde bir sabah kahvaltısında, genç bir öğretmen kız, elindeki çatalı sofranın üzerine fırlatarak, o sıralarda açık denizlerde olan genç gemi mühendisi nişanlısının tehlikede olduğunu haykırdı:

“Her an havaya uçması mümkün!“ diye bağırarak koştu ve radyonun düğmesini çevirdi. Tam o sırada, ajans haberlerinde, bir geminin ambarındaki patlayıcı maddelerin parladığı ve geminin uçmasının dakika meselesi olduğu bildiriliyordu. Gemi, kızın nişanlısının gemisiydi. Sonunda, patlayıcı maddeler kontrol altına alındı ve gemi kurtuldu. Öğretmen, tehlikeyi nasıl sezdiğini bir türlü anlatamadı. Washington’da da bir kadın akşam yemeğini hazırlarken birdenbire, “Babam öldü! Onu koltuğunda otururken gördüm!“ diye bağırdı. Ailesi onu, hayal gördüğüne inandırmaya çalıştıysa da az sonra başka bir eyaletteki evinden gelen telgraftan, adamcağızın koltuğunda otururken kalp krizinden öldüğü öğrenildi.

Pennsylvania’da başka bir kadın, rüyasında dört küçük oğlunun yüzmeye gittiklerini, dokuz yaşındakinin üzerinde de kırmızı mayo olduğunu görmüştü. Rüyanın daha sonraki bir safhasında, çocuklar girdaba kapılıyorlardı. Anne bunun üzerine suya atlıyor ve kırmızı mayolusu hariç, hepsini kurtarıyordu. Sonra uyandı. Haftalardan sonra, dokuz yaşındaki oğlu girdaba kapılarak boğuldu. Üç tane mavi mayosu olmasına rağmen, tesadüfen o gün ağabeyinin kırmızı mayosunu giymişti.

Bunlar, Duke Üniversitesi’nin Parapsikoloji Laboratuarının dosyalarından rasgele derlenmiş olaylardır. Bu hayret verici olaylar, parapsikologların DDA (duyular dışı algılamalar) dedikleri gücün sonucu olabilir mi?

Tabiatıyla her şaşırtıcı olay DDA ile ilgili değildir. Bir DDA denemesi, insana, gerçeğe uyan bir mesaj vermelidir. Daha önemlisi, bu mesajın, duyular yoluyla, hafıza, muhakeme, sonuç çıkarma yahut tahmin gibi zihni işlemler sonucunda elde edilmiş olmaması da şarttır. Bu iş nasıl olabiliyor? Pennsylvania’da bir kadın, nasıl olmuş da geleceğe bir bakış atıp oğlunun boğulacağını ve hatta nasıl boğulacağını görebilmiştir? Zihnin ne olduğu ve nasıl çalıştığı, bilimin bugün hala meçhulü olduğuna göre, bu soruya tam bir cevap verilememektedir. Bununla beraber, en büyük kısmı anlaşılamamış Psi denilen bir zihin yeteneğinin varlığını kabul etmekle, az çok bir şeyler açıklanabilir. (Psi’nin incelenmesi psişik araştırma diye tanınmakta iken son yıllarda parapsikoloji adını almıştır.)

Telepati ve uzakta olan şeyleri görmenin ikisi de Psi’nin görünüşleridir. Telepati’de bilgi, başka kimselerin düşüncelerinden, uzakta olan şeyleri görmede ise olaylardan ve cisimlerden gelir. DDA’nın üçüncü bir tipi de vardır; bunda, henüz ortaya çıkmamış olaylar hakkında bilgi edinilir. Çoğu Psi olayları, bu üçünden birinin veya her üçünün birleşmesinin sonucudur.

Telepati’nin iki zihin arasındaki bağlantısı, iki kişi arasında doğan ilgi ve duygu bağıyla anlatılabilir. Mesela, yeni bir üsse atanan genç bir subayın karısı, bir akşam televizyon seyrederken, 500 km uzaktaki baba evini telefonla araması için, içinde bir zorlama hissetmişti. Telefona ağlamaklı bir sesle cevap veren annesi oldu:

“Ah kızım, deminden beri telefonun başında oturuyor ve kocanın yeni üssünde seni nasıl buldurup babanın bir kalp krizi geçirdiğini haber vereceğim diye düşünüyordum.”

Göze görünmeyen şeyleri görmek de telepati kadar sık geçmektedir. Bunların birçokları, başta mücevherler olmak üzere, kayıp eşyayla ilgilidir. Bir kadın bulaşık yıkamadan önce, yüzüklerini çıkarmış ve bir dolabın rafının üzerine bırakmıştı. Akşamüzeri aklına gelip onları arayınca, rafın üzerinde olmadıklarını gördü. Kendisi ile kocası ilkin mutfağı, sonra da bütün evi boşu boşuna aradılar. Derken kadın birdenbire buzdolabına gitti, buz kalıplarından birini çekti; bir de ne görsün, yüzükler orada buz külçelerinden birinin içinde donmuş değiller miydi? Kocası, dolaptan bardak alırken, farkında olmaksızın onları raftan buz kutusunun içine düşürmüştü. Kadın bu konuda, “Beni, o buz kutusunun içine bakmaya sevk eden gücün ne olduğunu bilemiyorum.”demiştir.

New Jersey’li bir kadın da, iki yaşındaki kızını kocasıyla bırakarak alışverişe çıkmıştı. Sonradan şunları anlatmıştır:

“Yarı yola varmıştım ki içimde bir his bana hemen eve dönmem gerektiğini söyledi. Müthiş bir korku benliğimi kapladı. Otobüsten indiğim gibi, hemen bir başka otobüsle evin yolunu tuttum. Kocamla kızım divanın üzerinde uyuyordu, kocam uyurken küçük kızım havagazı muslukları ile oynamış ve onları açık bırakmıştı. Sonra, divana babasının yanına tırmanmış ve o da uyuyakalmıştı.”Bu durumda, uyuyan koca, karısına bir telepati mesajı göndermiş olamayacağına göre, kadında, uzakta olan şeyleri görme duyusu vardı.

Gerçeği ne olursa olsun, “Psi”, mesafeleri hiçe saymakta ve insanlar, cisimler yahut olayların arasında ister bir oda ister bir kıta veya okyanus olsun, aynı derecede kolaylıkla etkisini gösterebilmektedir. Geçmişte, kehanetin, bazı yüksek din adamlarına, kahinlere ve mistiklere özgü esrarengiz bir kudret olduğu sanılırdı. Fakat Duke Üniversitesi’nde yapılan denemeler, sıradan kimselerin de bazen, henüz olmamış olayları görebildiklerini göstermektedir.

25 yıl kadar önce, bir yaz günü, Iowa eyaletinde mutlu bir genç kız, o akşam gideceği bir baloyu düşünerek işten evine dönüyordu. Sonradan o da şunları anlattı:

“Birdenbire içimde müthiş bir sıkıntı hissettim. Bu sıkıntı bütün akşam, üzerimden gitmedi. Hep beraber baloya gitmemiz için, birçok arkadaşlar bizim eve gelmişlerdi. Ama ben evde kalmaya karar verdim.

Kız kardeşim Frances de baloya gidenlerin arasındaydı. Korku içinde ona, ‘O otomobile binme, Frances. Buna bin!’ diye haykırdım. İkinci otomobil yeni bir modeldi. Ertesi sabah 2.30’da Frances bir otomobil kazasında can verdi. Yeni otomobil fazla hızlı gitmediği için,arkadaşlarıyla eski otomobile geçmişti.“

Bazı hayaller ise hem göze, hem de kulağa hitap ederler. 14 Mart günü saat tam 3’de, New York’ta genç bir kadın, İtalya’daki babasının, “Maria! Maria!“ diye bağıran sesiyle uyanmıştı. Kadıncağız korku içinde yatağının içinde oturunca, pencerenin dışında babasının yüzünü gördü. “Baba!“ diye haykırması üzerine, hayal kayboldu. Bu hikayeyi duyan kızın ailesi, gülüp geçtiler. Fakat üç gün sonra İtalya’dan bir telgraf aldılar; Maria’nın babası, 14 Mart günü, NewYork saatiyle 3’te ölmüştü.

Koku almaya dayanan hayaller de vardır. Brooklyn’de bir kadın, sabahın 2’sinde duman kokusu duyarak uyanmıştı. Yatağından kalkıp sobayı ve ocakları kontrol ettiyse de hiçbir şey bulamadı. Sebebini kendi bilmiyordu. Birdenbire, dokuz kilometre uzaktaki dükkanında bir şeyler olmasından korktu. Otomobiline atlayıp oraya gidince, dükkanın duman içinde olduğunu gördü. Arkadaki odada kocası baygın yatıyordu. Elinden düşürdüğü sigara, üzerinde yattığı divanı tutuşturmuştu.

Duke Üniversitesi’nin koleksiyonunda, faciaların veya faciaya yakın olayların çoğunlukta olması, DDA’nın mahiyetinden çok, insan tabiatının sonucudur. Birçoğumuz, hayatın mutlu veya alelade olaylarını oldukları gibi kabul etmekte, buna karşı olağanüstü olayların ve özellikle felaketlerin etkisi altında kalmaktayız.

Bir zamanlar, Psi’nin sadece İskoçyalılar, İrlandalılar ve Çingeneler gibi ırk gruplarına özgü olduğu sanıldığı halde, şimdi böyle bir sınırlama olamayacağı anlaşılmıştır.

Psi, zeka derecesiyle ilgili değildir. Bazı şartlar altında, DDA derecesi, dışa dönük kimselerde kısmen daha yüksek olma eğilimini gösterebilir. Tahmin edildiğine göre, herkeste Psi vardır, ancak buna karşı takınılan tavır, kişilik özellikleri ve bazı şartların bir araya gelmesi, bu yeteneklerin bazı kimselerde daha çok göze çarpmasına sebep olmaktadır. Birçok kimselerin başından Psi tecrübelerinin geçtiği, ancak bunların farkında olmadıkları sanılmaktadır.

Psi’yi kontrol etmek ve kullanmak, yani uzaklardaki olaylar, başkalarının düşünceleri ve henüz olmamış olaylar hakkında bilgi edinmek, nispeten genç bir bilim olan parapsikolojiyi geliştirmemizle mümkün olacaktır. Artık insan zihninin, duyuların sınırları içinde hapsolmayacak kadar geniş olduğu anlaşılmaktadır.



652_320_073caa62.jpg

Bu konuyu yazdır

  KELEBEK ETKİSİNİN KRİPTOLOJİYE ETKİSİ
Yazar: Spiritüeller - 27-06-2016, Saat: 06:27 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen isimdir. İsmi, Edward N. Lorenz’in hava durumuyla verdiği örnekten geliyor: "Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, Avrupa’da fırtına kopmasına sebep olabilir."
Kelebek Etkisi’ni 1963 yılında Edward N. Lorenz bilgisayarıyla hava durumuyla ilgili hesaplar yaparken buldu. İlk hesaplamasında 0,506127 sayısını başlangıç verisi olarak kullandı. İkinci hesaplamada ise 0,506 sayısını verdi. İki sayı arasında sadece yaklaşık 1/1000 (binde bir), yani bir kelebeğin kanat çırpmasının yarattığı rüzgârla eşdeğerde fark olmasına rağmen, süreç içinde ikinci hesap birinci hesaba karşın çok farklı neticeler verdi.

Not: Lorenz’in 1963'te yayınlanan orijinal araştırması bir martının kanadını çırpmasının, hava durumunu sonsuza dek değiştireceğinden bahsetmektedir. Daha sonra verdiği konferanslarda Lorenz martıyı daha romantik olan kelebek ile değiştirdi.

Kriptografi İçinde Kelebek Etkisi

Kriptografik özet fonksiyonları, girdinin boyutundan bağımsız olarak sabit değerli özetler üretecek şekilde hazırlanırlar ve veri bütünlüğünün garanti edilmesinde kullanılırlar. Dolayısıyla verinin bir bitinin bile değişmesi sonuç değerin yarısından fazlasının değişmesine neden olmalıdır. Bu etkiye kriptografide “avalanche effect” ya da “çığ etkisi” de denir.

107_11385_Kelebek-Etkisi-2-Ali-Emino%25C4%259Flu.jpg

Bu konuyu yazdır