Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065
Detaylı İstatistikler
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 1654 kullanıcı aktif » 0 Kayıtlı » 1654 Ziyaretçi
|
Son Aktiviteler |
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 310
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 303
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,005
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,129
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,071
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,004
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,141
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,519
|
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,285
|
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,169
|
|
|
ÖLÜMSÜZLÜK İKSİRİ |
Yazar: Spiritüeller - 24-06-2016, Saat: 23:47 - Forum: İKSİR
- Yorum Yok
|
|
Birçok tradisyonda rastlanan bir semboldür. İslamî tradisyonda ab-ı hayat adını alır. Ölümsüzlük ve sonsuz gençlik verdiğine inanılan ab-ı hayat, Tevrat ve Kuran'da sözü edilen Hızır'la ve 'balık' sembolüyle ilişkilendirilir (Hızır'ın ab-ı hayatı bularak ölümsüzlüğe kavuşması öyküsü, İbrani tradisyonunda Yeşua ile İlya'nın öyküsü, Kuran'da Musa Peygamber ile Hızır'ın ya da Yuşa'nın öyküsü olarak anlatılır.)
Bu mucizevi içeceğin eski Türkler'deki adlarından biri bengisu'dur. Eski İran tradisyonunda ise haoma ya da homa adıyla bilinir. Beyaz renkteki haoma'nın 'Dünya Dağı 'dan edinilebileceği belirtilir.
Grek mitolojisinde ölümsüzlük içeceği nektar'dır, adı "ölümsüz" (ambrotos) sözcüğünden türetilen ambrosya ise ölümsüzlük yiyeceğidir. Çiçek özleriyle ilişkilendirilen ambrosyanın bal gibi tatlı olduğu belirtilir. Grek mitolojisine göre ilahların ölümsüzlüklerini ve yaralanamaz oluşlarını borçlu oldukları bu besinlere kimi insanlar da ulaşabilirler. Nektarı içen ya da ambrosyayı yiyen insanlar gençlik, mutluluk ve ölümsüzlük kazanırlar, yani bir bakıma ilahlaşırlar. Kimi Batı tradisyonlarında söz konusu içecek 'yaşam suyu çeşmesi' olarak ifade edilir.
Ölümsüzlük içkisi Hint tradisyonlarında, Vedalar'daki adıyla soma'dır. Bu, ölümsüzlük ve mükemmellik özsuyudur. İlahların içeceğidir, gücü sınırsızdır. İnsanlar içinde "Göğe" ulaşmaya yönelmiş kişilerden bazıları bu içecekten içebilecek dereceye varabilirler. Yükselebilmiş olanlara takdim edilir. Bu, ruhsal olarak içilen bir içecektir, içmeyi başaranlar ilahlar safına katılır. Bu besinin Hint'teki diğer adı amrita'dır.
Aden cennetindeki 'yaşam ağacı'nın meyvesi, Hesperid'ler bahçesinin altın elmaları ve Çin'deki sivangumu şeftalileri ölümsüzlük içkisi sembolünün çeşitli versiyonlarından başka bir şey değildir. Sembol, çeşitli tradisyonlarda değişik adlarla, içecek ya da yiyecek olarak ifade edilmiştir. Hepsindeki ortak nokta ölümsüzlük sağlamalarıdır.
Bu kavram "dış simya "ya ezoterik öğretiyle, özellikle Hermetika metinleri aracılığıyla geçmiş, fakat ezoterik anlamıyla değil de, egzoterik anlamıyla ele alınmış ve imal edilebilecek bir sıvı sanılmıştır. Ölümsüzlük içkisini kimi okültistler evrenin her yerinde gizil halde mevcut evrensel yaşam gücü olarak yorumlamışlardır.
Ölümsüzlük içkisi sembolü, kimi teozofların deyişiyle "yukarı sular" denilen, esîrî tesirlerin yüksek karakterde olanlarını simgelemektedir. Yani bu sembol, Neo-spiritüalist deyişle Yüksek İdare Mekanizması 'nın çok ince vibrasyonlu yükseltici tesirlerini ve bunların yükseltici niteliğini simgelemektedir. Ölümsüzlük içkisinden içme, belirli bir tekâmül düzeyine ulaşmış, şuur ve idraki belirli bir düzeye erişmiş ve ince vibrasyonları alabilecek duruma gelmiş bir insanın geçici aralıklarla da olsa, zaman zaman, çok ince vibrasyonlu bu yükseltici tesirleri alabilmesini, yüksek plânlardan gelen bu tesirlerle beslenmesini simgeler. Bu irtibat halinin, eski inisiyasyonlardaki inisiyelerde görüldüğü gibi süreklilik kazanmasını kimi mistikler, 'fenafillah' (-yanlış anlaşılma sonucu verilmiş bir isimdir-), kozmik temas, kozmik şuurla temas, 'kurtuluş' aydınlanma gibi çeşitli adlarla ifade etmiştir.
Bu aşamada, insan maddeye dönük nefsani duyguların kölesi olmak yerine, kendini diğer varlıkların tekâmülüne şuurlu olarak yardım etmesini sağlayan vazife sezgisinin uyarılarına teslim etmiştir.Ölümsüzlük içkisinden içenlerin ölümsüzlüğe kavuşması sembolizminde ya da bir başka deyişle varlığın doğum-ölüm çemberinden kurtulması sembolizminde, varlığın artık dünyada reenkarne olmasına gerek kalmadığı bir tekâmül düzeyine ulaşmış olması, yani 'Dünya gezegeni okulu'ndan alacak bir dersinin kalmamış olması ifade edilir. (Fakat bu, tekamülünün bitmiş olduğu anlamına gelmez, okul değiştirme anlamına gelir.)
|
|
|
İKSİRİN ÖZELLİĞİ VE ÖNEMİ |
Yazar: Spiritüeller - 24-06-2016, Saat: 22:31 - Forum: İKSİR
- Yorum Yok
|
|
İksirler yenileyici ve şifa verici olduğu inanılan içkilerdir. Bu terim ilk önceden simyagerler tarafından (aynı zamanda felsefe taşı olarak bilinen) basit metalleri altına dönüştüren, hastalıkları tedavi eden ve yaşamı uzatan maddeyi tanımlamak için kullanılırdı. Simyagerler her ne kadar bu kelimeyi türetmişlerse de, böyle bir madde konusundaki inanç simyadan önce de vardı ve sürekli olarak mitoloji ve din tarihinde rastlanır.
Kelimenin Kökeni
Bu kelime, Latince elixir kelimesinden kaynaklanır ve eliksir de Arapça el-iksir kelimesinin Latinceleşmiş bir şeklidir. Grekçe'de tıp ve simya dönüşümü için kullanılan kuru bir toz olan xerion kelimesine akrabadır.
Özelliği ve Önemi
Din, mitoloji ve peri hikayelerinde bir yerlerde yaşlıyı genç kılan, hastayı iyileştiren, ya da ondan bir yudum, soluk ya da parça ısıracak kadar şanslı, bilge ya da kurnaz olana bolluk ve sonsuz yaşam veren bir ot, pınar, taş, sarhoş edici içki ya da cadı kazanında hazırlanan zehirleyici bir karışım olduğu fantezisi oldukça yaygındır. Gılgameş Destanında Uruk'un görkemli kralı sonsuz yaşamın sırrını bulmak için yolculuğa çıkar ve denizin dibinde sonsuz yaşam otunu bulma şansını sahip olur. Onu yerinden söker fakat dikkatsiz bir şekilde onu ortalıkta bırakır ve bir deniz yılanı onu çalar.
Gılgameş'in kaybettiği şeyi bulmak için sayısız insan çabalamıştır. Sağlık, bolluk ve sonsuz yaşamı bağışlayabilen sihirli bir maddenin varlığı konusunda inanç insanların ölüme meydan okuması kadar eski bir düşünsel dilektir. ölümü yaşamın doğal sonucu olarak kabul etmekten uzak, her yerde insanlar ölümü cehalet ve kötü niyetin sonucu olarak görmüşlerdir. insanların bir zamanlar ölümsüz oldukları ve hâlen olmaları gerektiği inancı ölümün dünyaya nasıl girdiğini anlatan mitolojik öykülerde içerilmektedir. Gılgameş Destanındaki gibi bir deniz yılanın ölümsüzlük otunu çalması motifi dünyanın her tarafında tekrarlanmaktadır. Hepsi bir yılan ya da deniz canavarının kutsal bir ölümsüzlük pınarı, yaşam ağacı, gençlik pınarı, altın elma vs. koruduğu mitinin varyasyonlarıdır. Bütün bu mitlerin arkasında tanrıların kıskanç olduğu ve ölümsüzlük iksirini insanların ulaşamayacağı yerlerde sakladığı korkusu yatar. insanlar öz hakkı olan ölümsüzlüğü geri kazanmak için tanrıları ayartmak ya da atlatmak için gerek fiziksel, gerekse de ruhsal olarak büyük çaba harcamışlardır.
Yaşam Suları
Mısır, Hint, Grek, Babil ve İbrani yaratılış efsanelerine göre hayat, her şeyin özünü taşıyan ilkel madde olan sudan çıkar. Tufan efsanelerinde hayat sulara (şekilsiz biçim) geri döner, buradan yeni şekillerle yeniden ortaya çıkabilir. Vaftiz töreni suyun hayatın kaynağı olduğu ve dolayısıyla yeniden doğma ve ölümsüzlüğün kaynağı olduğu inancından doğmuştur. Bu şekilde su en son büyüsel ve tıbbi madde olmaktadır. Arındırır, gençliği yeniler ve bu yaşamda ve gelecek yaşamda ölümsüzlüğü temin eder. Bu sihirli "ab-ı hayat"a (yaşam suyu) birçok isim verilmiştir-soma, haoma, ambrosya, şarap-her biri insanlara ve tanrılara bilgi, güç ve ölümsüzlük başlayabilecek kutsal bir içecektir.
Hem aylık yinelenmesinden dolayı, hem de hayatın kaynağı su üstündeki kontrolünden dolayı ay yinelenmenin en son sembolüdür. Ayı deniz suyu, yağmur, bitkisel yaşam, dişi bereket, doğum, ölüm, inisiyasyon ve yinelemeye ilişkilendiren sembolizm Neolitik çağına kadar iner. Güneş de güçlü bir yineleme ve ölümsüzlük sembolüdür. Güneş ve ayla ilgili mitolojik ve dinî bağlantılar, insanların bu gök cisimlerine ilgili sıvı, bitki, hayvan, mineral ve metalleri kullanarak neden iksirler hazırlamak istediklerini açıklar.
|
|
|
SÜPER DÜNYALILARIN YENİ IRKI DOĞUYOR |
Yazar: Emka - 24-06-2016, Saat: 22:02 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
BİLİM ADAMLARI SÜPER DÜNYALILARIN YENİ IRKININ DOĞMAKTA OLUP OLMADIĞINI SORUYOR
Bilim adamları beklenmedik ve sarsıcı bir keşif yaptı - insanlar arasında çok fazla sayıda yeni ve daha önceden görülmemiş mutasyonlar belirlendi. Yakında insanlar arasında büyüleyici x - men'lerin olacağını öne sürenler var. Bu süper dünyalılar gişe rekorları kıran ünlü filmlerde olduğu gibi gizli laboratuarlardan çıkmıyorlar, doğal olarak doğuyorlar. Diğer bilim adamları daha az iyimser ve öngörülmeyen gelişmenin insan bedeninde bilinmeyen değişimlere yol açabileceğini düşünüyorlar. Bu beklenmedik ve ürkütücü keşif ABD Cornell Üniversitesi ve Kaliforniya Üniversitesi bilim adamları tarafından yapılan bir araştırmanın sonucudur. Tüm dünyadan binlerce insanın genlerini inceledikleri zaman, insanlığın son yıllarda yeni, daha önceden görülmemiş mutasyonlar edindiği ortaya çıktı. Bilim adamları 14,002 insanda 202 geni araştırdı. İnsan genomu 3 milyar baz çiftini kapsar; bilim adamları bu çiftlerin 864,000 ini inceledi. Bu genomun yalnızca küçük bir parçası iken, 14,002 insanın örnek büyüklüğü insanlarda dizilim araştırmasında şimdiye dek en büyük sayıdır. Bu proje Kaliforniya Üniversitesinden John Novembre ve İngiltere'deki ilaç şirketi GlaxoSmithKline'den Vincent Mooser tarafından yönetildi, 14,000 insandaki 202 gen dizilimiyle değişkenlerin %95 inden fazlası nadir idi ve değişkenlerin %74 ü araştırmadaki sadece bir veya iki kişi tarafından taşınıyordu. John Novembre, "Nadir bir varyasyon olacağını biliyordum, ama bu kadar çok olacağı ile ilgili bir fikrim yoktu!" dedi.
Araştırmada 10,621 insanda 12 hastalıktan biri vardır, bu hastalıklara koroner kalp hastalığını, multiple sclerosis, bipolar rahatsızlığı, şizofreni, osteoartrit ve Alzheimer's dahildi; 3,381 kişinin hastalığı yoktu. Novembre, "En geniş örnek büyüklüğü kalıpları öncesinden çok daha net olarak görmemizi sağlıyor." "Eğer nadir değişkenler uzak yıldızlar gibiyse, bu türde geniş örnek büyüklüğü Hubble Teleskobuna sahip olmaya benziyor; öncesinden çok daha fazlasını görmemizi sağlıyor." Bir sürü varyasyon görüyoruz ve bu nadir değişkenler proteinlerde değişiklik yapıyorlar. Bu şekilde, bu araştırmanın insanlardaki hastalığın genetik temeli için önemli çıkarımları var. Bir çok hastalığa kısmen nadir değişkenlerin neden olduğu fikri ile tutarlı." Novembre "Elli yıl önce yapılan araştırma mutant genin bin kişi arasında sadece bir insanda olduğunu gösterdi ve şimdi beş insanda var" diye açıkladı.
Mutasyonlara neden olan nedir?
Daha önceleri genetik anormalliklere radyasyonun, virüslerin, transpozonların ve mutajenik kimyasalların neden olduğu düşünülüyordu, ama şimdi bilim adamları mutasyonlar ile sonuçlanan bir başka faktörü tanımladılar - aşırı nüfus artışı!
İnsan nüfusu artışı çok büyük sayıda genetik değişkenleri açıklamaya yardımcı oluyor. "Gerçek şu ki, kısmen insan nüfusunun çok hızlı büyümekte olduğu gerçeğinden dolayı bu kadar çok nadir değişkenler görüyoruz. İnsan nüfusu çok arttığı için, mutasyonların gerçekleşme fırsatı da arttı. Gördüğümüz değişkenlerin bazıları çok genç, ziraatin icadına ve hatta Sanayi Devrimine kadar gidiyor; bu büyüme genomda mutasyon için bir çok fırsatlar yarattı, çünkü büyük nüfuslarda ebeveynden çocuğa kromozomların çok fazla iletilmesi var." Aşırı nüfusun sonucu olarak, nadir gen değişkenlerinin gerçekleşmesi daha olası. Ve bilim adamları yakında insan bedeninde bilinmeyen değişimlere yol açan yeni türde mutasyonların olabileceğini göz ardı etmiyor.
Yeni X - men ırkı mı doğuyor?
Mutasyonlarda faydalar gören bilim adamları var. Kaliforniya Üniversitesinden Profesör Darren Kessner Dünyalılar arasında yakında büyüleyici "X - Men" grubunun olacağını işeri sürdü. Bu varlıklar gizli laboratuarlardan çıkmıyorlar, doğal olarak doğuyorlar. "Yeni mutasyonlar miras kalan varyasyonun kaynağıdır, bunların bazıları hastalığa ve işlevsizliğe yol açabilir ve bazıları evrimsel değişimin doğasını ve hızını belirleyebilir. Bunlar heyecan verici zamanlar." Hem yararlı hem de zararlı mutasyonlar tamamen normal bir fenomen olarak her zaman var oldu, ama mutasyonların sayısı dramatik şekilde artarsa, insan bu gelişmenin insan ırkı için ne ima edeceğini merak ediyor...
|
|
|
ARZULARINIZIN LİSTESİNİ YAPIN ! |
Yazar: Emka - 24-06-2016, Saat: 20:52 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Niyet ve Arzu Yasası'.
Deepak Chopra bu yasayı şöyle anlatıyor;
'Eski bilgeler 'Ben O'yum, sen O'sun, her şey 'O ve O'ndan başka da bir şey yok' demişlerdir. Bedeniniz evrenin bedeninden ayrı değildir.
Mekanik kuantum seviyesinde kesin, net köşe ve sınırlar yoktur. Sinir sisteminiz kendi kuantum alanınızdaki enerji ve bilgi içeriğinin farkına varır ve siz bedeninizde kendini hissettiren bu içeriği bilinç ve farkındalıkla değiştirebilirsiniz'. Daha basit bir anlatımla; niyet ve arzularınızla, bilinçli olarak çevrenizin ve dünyanızın enerjisini, içeriğini değiştirebilirsiniz.
Bu da isteklerinize kavuşmanızı sağlar.
Burada en birincil hareket 'dikkat'. Dikkat enerjiyi verir, niyet ise dönüştürür. Yaniiii, dikkatinizi yaşamınızda neye yönlendirirseniz o gelişir, o büyür ve onu deneyimlersiniz.
Dikkatinizi uzaklaştırdığınız şeyler ise solar, kaybolur, yok olur.
Arzularının listesini yap!
'Niyet' sonsuz bir planlama ve organize etme gücüne sahiptir. Niyet hayat orkestranızın şefidir.
'Ha bu arada gerçek bir niyet olmadan arzu işe yaramaz' diyor Chopra 'Çünkü niyet sonuca bağlı olmayan bir arzudur. Şimdinin farkındalığı ile yapılan eylem en güçlü etkiyi doğurur'.
Sonuç odaklı değil, şimdide niyetinize odaklı olmanız gerekiyor özetle.
Gördüğünüz gibi yine 1. yasaya dönüyoruz. Çünkü şimdide olmadığın sürece, arzu ve niyet yasasını da uygulayamıyorsunuz. Bütün yasalar sırasıyla birbirine bağlı. Müthiş bir sistem.
Gelelim 'Niyet ve Arzu Yasası'nı nasıl uygulayacağımıza;
1. Tüm arzularınızın listesini yapacak, bu listeyi daima yanınızda taşıyacaksınız.
Sessizliğe girmeden, meditasyona başlamadan önce bu listeye bakacaksınız. Geceleri uyumadan, sabah uyanınca da bu listeye bakacaksınız.
2. Listenizdeki dileklerinizi özgür bırakacak ve üretkenlik haznenize teslim edeceksiniz.
Yani işler ters gittiğinde kurcalamak, kurmak, paniklemek, olumsuzluğa düşmek yok. Bunun bir kozmik plan olduğunu, işlerin böyle de yolunda olduğunu kabul etmek var.
3. Tüm eylemlerinizde 'şu anın' farkındalığını uygulamaya çalışın ve kendinize birinci yasayı hatırlatın. Problemlerin şu anı bozmasına izin vermeyin. Şimdiyi olduğu gibi kabul edin.
Ben size söyleyeyim sevgili 'kişisel gelişimci' okurlar. Ben bu kitabı alıp yaşam koçum yaptım, yürekten inandım, sizinle paylaşmayı görev bildim.
Tüm dikkatimi verdiğimde, hadiseden kırılmalar -kopmalar yaşadığım anları fark ederek yine bu yasalara dönerek yaptığım çalışmalar hayatımı nasıl tatlı tatlı değiştiriyor anlatamam.
Sadece bilme hali yetmiyor, bildiğini uygularsan, tembelliği, umutsuzluğu bırakır sımsıkı sarılırsan mucizeler başlıyor
AYŞE ÖZYILMAZER
|
|
|
HAYATTAN SONRA HAYAT |
Yazar: Emka - 24-06-2016, Saat: 14:41 - Forum: NOTLAR
- Yorum Yok
|
|
Bizler Bilinciz
Bu Dünya planına Kozmik Bilincin bir zerresi olarak geliriz.
Kaynaktan gelirken, Benliğin yapısı olarak Eterik Beden ile geliriz.
Bu Dünya planına eşsiz deneyimler yaşamak için geliriz.
Deneyimlerimiz için, rahmi seçeriz,
Anne babamızı, ortamımızı ve durumları seçeriz.
Yaşamın tüm tasarımı Benlik için bilinirdir.
Doğum
Anneyi seçtikten sonra, bilinç zerresi annenin rahmine girer.
Bilinç annenin rahmine girdikten sonra, cenin hayat kazanır.
Fiziksel beden Eterik Bedendeki Kozmik Enerjiye ve Nedene uygun olarak şekillenir.
Bilinç ilk nefesi alıncaya kadar kaynağa sık sık yolculuk yapar.
Annenin rahminden çıktıktan sonra, ilk dışsal nefesini alır.
Bu, Doğum olarak bilinir.
Yaşam
Birinci günden yedi yaşına kadar, kaynağın farkındalığına sahibiz.
Yedi yaşından itibaren zihin şekillenmeye başlar ve 14 yaşına kadar tamamen oluşur.
Entellekt aktivasyonuna 14 yaşından itibaren başlar ve 21 yaşına kadar tamamen gelişir.
21 yaşından 28 yaşına kadar, insan beden, zihin ve entellektin birleşimini deneyimler.
Yirmi sekiz yaşından itibaren, hayat Kendini Bilmeye bağlıdır.
Eğer insan Benliğin farkındalığına sahip değilse, Bilinci beden ve zihin arasında yatar.
Bu nedenle, tüm sefalet başlar.
Durumları anlayamaz.
Olaylar onun için daha kritik hale gelir.
Gizlenmiş katılığa biçimlenir.
Katılık Kozmik akışı bloke eder.
Bundan dolayı fiziksel hastalık, stres ve gerilimlerden sıkıntı çeker.
Günlerini farkındalıksız olarak geçirir.
Yaşamının temel amacını anlayamaz.
Ölüm ve Ötesi
Eğer insan hayatını farkındalıksız olarak ve bir şey anlamadan geçirirse,
O zaman, çocukluktan gençliğe, yaşlılığa ilerler ve sonunda bu Dünya planından, bu Dünya planına geliş amacını tamamlamadan göçer.
Ölüm dediğimiz şey budur.
Ölümden sonra bile, yanlış anlayışa sahip katı zihin katmanı Bilincin Kaynağa ulaşmasına izin vermez.
Yanlış anlayış nedeniyle,
Kendi Cehennemini yaratır ve düşük Astral Dünya varlığı olarak kalır.
Eğer insan hayatına Benliği ile başlarsa,
Tüm durumlarda her zaman vecd dolu olur.
Ölümden sonra bile, düşük frekanslarda olmaz.
Kaynağa geri döner.
Üçüncü göz vasıtasıyla, astral yolculuk vasıtasıyla yüksek bilgileri,
yaşam ve ölüm bilgisini elde ederek insan beden, zihin ve entellektin, Benliğin ve yaşam gücünün mükemmel anlayışına sahip olur.
Bilincin enerji ve bilginin birleşimi olduğu anlar.
Bilinç daha fazla enerji ve bilgi edinmek ve yaratmak için bu plana gelir.
Her zaman bu anlayış ile yaşayarak, tüm yaradılışın var oluşu ile ilgili
daha yüksek anlayışa sahip olur.
Bu anlayışla insan mucizevi bir yaratıcı haline gelir.
O zaman söylediği her şey tezahür eder,
Düşündüğü her şey tezahür eder,
Yaptığı her şey bir yaratım olur.
Bu aydınlanmadır.
|
|
|
İŞKENCE ŞEKİLLERİ VE KULLANILAN ALETLER |
Yazar: Emka - 24-06-2016, Saat: 14:25 - Forum: Engizisyon
- Yorum Yok
|
|
Kafa Ezici: Kurbanın kafası kase biçimli başlığa yerleştirilir, çenesi de alt tarafındaki çubuğa dik gelecek şekilde oturtulur. İşkenceci , vidayı yavaş yavaş çevirir ve suçlunun kafası sıkışmaya başlar. Kase ve çubuk birbirine yaklaştıkça ilk başta dişler kırılır. Daha sonra kafası kırılan suçlu yavaş ve ağrılı bir biçimde ölür. Bu alet ortaçağda, özellikle İspanyol engizisyonunda kullanılmıştır. Kafa eziciyle yapılan işkence yarım bırakıldığında suçlanan kişinin göz, çene ve beyninde hasar kalabiliyordu.
Kazığa Oturtma: 15. Yüzyılda Romanya’da uygulanan bir işkence yöntemiydi. Kazıklı Voyvoda yada Kont Dracula olarak bilinen Eflak prensinin kullandığı bir işkence türüdür. Suçlu ucu sivri bir kazığa oturtulur, yavaş yavaş kendi ağırlığıyla kazık vücuduna saplanırdı. Bu yöntemde kazık anüsten girip vücudu yavaşça delerek göğüsten çıkardı. 3- 4 gün süren bu işkencenin verdiği acı dayanılmazdı. Kont’ un söylediğine göre bu şekilde en az 20.000 kişi kazığa oturtulmuştur.
Gergi: Mahkumun eklemlerini yerinden çıkartmak için tasarlanan bu alet tahta bir çerçeve, ikisi alt tarafa sabit ve ikisi de üst kısma kulplarla bağlanmış olarak üzere 4 halattan oluşuyordu. Üst taraftaki kulplar çevrilemeye başlandığında kollar gerilir, kemikler kırılır. İşleme devam edildiğinde kollar ve bacaklar yerinden çıkmaya başlar ve kopmayla sonuçlanır. Daha sonraları gergi aleti geliştirilerek çiviler eklenmiştir. Suçlu direndiği takdirde çiviler vücuduna batıyordu.
Yahuda’ nın Beşiği ( Judas Sandalyesi ): Kazığa oturtmanın benzer bir yöntemidir. Suçlu piramit şeklindeki kazığa, vajinası yada anüsüne denk gelicek şekilde oturtulurdu. Yukarıdan aşağıya ağırlık verecek şekilde iplerle bağlanan suçlunun giderek açılan vajina yada anüsü ölüme kadar devam eder. İşkencenin utanç boyutunu arttırmak içinde tamamen çıplak bırakılır. Bazen ölümü hızlandırmak veya acısını arttırmak için kurbanın ayaklarına ağırlık bağlanırdır. Bu alet her türlü hijyenden yoksun olduğu için suçlu birde enfeksiyonun verdiği acıyla da baş etmek zorunda kalır.
Iron Maiden ( Demir Bakire- Nuremberg Bakiresi ): Bir çok tipi bulunan bu alet ilk olarak Nuremberg’ de ortaya çıkmışır. Mumya tabutuna benzeyen bu aletin içinde demirden sivri çiviler bulunmaktaydı. Bu çiviler hayati organlara denk gelmezdi. Çünkü amaç yavaş ve acı veren bir ölümdü. Suçlu kişi bu tabutun içinde ayakta durmak zorundaydı, ayakta durmaktan yorulduğunda vücuduna batan çiviler yaralarını daha derin hale getirmekteydi.
Çift Çatal: İspanyol engizisyonunun din karşıtı olanlara uyguladığı işkence tekniğidir. Metal bir tasmanın ortasında çatala benzeyen sivri kazıklar bulunur. Suçlunun boynuna takılan bu aletin aşağıda ve yukarıda bulunan dişleri çene ve göğse denk gelir. Kurbanın hareketini engellenir, eller arkadan bağlanır. Çok acı veren bu alet hayati organlara batmaz, iç organlara ilerlemez.
İşkence Tekerleği ( Catherina Tekerleği ): Suçlu tahta bir tekerleğin üzerine kolları ve bacaklarından bağlanır, her zaman da ölümle sonuçlanırdı. İşkencelerin en uzun süreni bu yöntemle olanıydı. Tekerlek yavaşça döndürülür, işkenceci demirden sopasıyla suçlunun kol ve bacaklarını kırardı. Kol ve bacaklar iyice ezildiğinde suçlu bu şekilde ya tekerleğin üzerinde bırakılır kuşların canlı canlı kurbanı yemesi sağlanır, ya da yüksek bir kazığa konur susuzluktan ölmesi sağlanırdı. Bu şekilde infaz edilen suçlu günlerce acı çekerdi.
Testere İşkencesi: En çok kullanılan ve kolayca her yere kurulabilen işkencelerden biridir. Suçlu kafası aşağı sarkacak şekilde ayak bileklerinden bir askıya bağlanır bütün kanın beyne akması sağlanırdı. Eller arkadan bağlanır direnmesi engellenirdi. Kan akışı sağlandığında suçlu bacaklarının arasından kesilmeye başlanırdı. Baş aşağı olduğu için suçlunun bilinci uzun süre kaybolmaz ve acı çekmesi sağlanırdı. Zina, ayaklanma, büyücülük, itaatsizlik, hırsızlık gibi suçlardan hüküm giyenlere uygulanırdı. Bu infaz yönteminin çok uygulanmasının nedeni kullanılan aletlerin hemen her evde bulunabilmesi ve hızlı bir şekilde uygulanabilmesidir.
Göğüs Kerpeteni ( Göğüs Koparıcı ): Kadın suçlular için uygulanılan bir işkence yöntemidir. 19.yüzyılın başlarına kadar Fransa ve Almanya’ nın bazı bölgelerinde uygulanmıştır. Zina yapanlara, bilerek düşük yapan kadınlara, dinden çıkanlara, büyücülük yapanlara, tanrı ve dine küfür edenlere karşı kullanılırdı. Bu alet bazen kızdırılır, bazen de soğuk olarak kullanılırdı. Göğüs ucunu yada göğsü tamamen koparıp suçlunun kan kaybından ölmesine neden olurdu.
Sorgulama Koltukları:Bu koltukların tahtadan veya demirle yapılmış birçok çeşidir bulunmaktadır. Bu koltuklar tamamen demir veya tahta çivilerle kaplıdır. Suçlu koltuğa sıkıca bağlanır ve vücudunu delen çivilere rağmen kıpırdayamazdı. Tamamı demirden yapılmış işkence koltıklarının ısıtılıp daha da acı vermesi sağlandığıda olurdu.
Garotte: İspanya’ da ortaya çıkmıştır. Dünyada benzerleri kullanılmıştır ancak İspanyolların geliştirdikleri daha özellikli ve kapsamlıdır. Demirden yapılan tasma biçimindeki boyunluğun arka tarafında omuriliğe denk gelicek şekilde yapılmış vidalı yada çivili bir demir parçası bulunur. Maksat suçluyu konuşturmaktır. İspanyol modelinde ise suçlunun omuriliğini sıkıştırıp, dayanılmaz acılar içerisinde yavaşça ölmesi sağlanırdı.
Vajina ve Rektum Armudu ( Tıkama Armudu): Bu aletin adı şeklinden gelir. İki veya üç vida ile genişleyen parçalardan oluşur. Vajina veya rektuma sokulan alet açılabildiği kadar açılır ve tedavi edilemez hasarlara yol açardı. Tıkama armudunun kullanıldığı suçlar ise zina, homoseksüellik, şeytani seks ayinlerine katılma, ensest ilişki kurma gibi suçlara uygulanırdı.
Metal Kafes ( Tabut ): Suçlu insan biçimindeki kafese koyulur, güneş alabileceği şekilde bir ağaca yada direğe asılırdı. Çevresinden geçen insanların zaman zaman taş attıkları olur, akbaba ve kuşlar saldırırlardı. Tüm bunlara ek olarak suçlu yorulduğu halde oturamazdı.
Kedi Pençesi ( İspanyol Gıdıklayıcısı ): Kedi pençesine benzeyen bu alet bir sopanın ucuna takılarak kullanılır. Uzun, sivri ve keskin tırnakları vardır. Bağlı ve asılı olan suçlunun etini ince ince yırtar. Kas ve kemiklere etki etmezdi. Suçlunun etini kemiğinden ayırırdı. Bazen işkencecinin eline takıldığı da olurdu.
Aşağılama Maskeleri: Direğe bağlanan suçlunun başına geçirilen maskelerin içinde burun ve ağza baskı yapan toplar vardı. Bu toplar suçlunun çığlık atmasını engelliyordu. Başına maske geçirilen kişiyle insanlar alay ediyorlardı. Bazen psikolojik işkencenin yanında fiziksel işkencede uygulanırdı. Maskelerin çeşitleri çoktu. Eşek, domuz gibi hayvanlara benzeyenleri olan maskeler suçluya aptal bir görünüm verirdi. Böylece suçlanan kişi rencide olurdu.
Timsah Makası: Bu işkence aleti vatan hainlerine, hükümdarlara suikast girişiminde bulunanlara ve bunu başaranlara kullanılırdı. Pense benzeri bir alet olan bu makasların içlerinde jiletler bulunurdu. Ateşte kızdırılıp suçlunun penisi koparılırdı ve kan kaybından ölmesine neden olurdu.
Filistin Askısı (Strappado veya Ters Askı ): Suçlunun kolları vücudunun arkasında birleştirilir ve bu şekilde yüksek bir direğe iple asılırdı. Bazen vücuda fazladan ağırlıklar eklenirdi. Bu işkence sonucunda suçlunun kolları yerinden çıkardı.
Ezme: Suçlu yere yatırılır ve üzerine aşamalı olarak ağır taşlar koyulurdu. Cellat bu süreyi istediği gibi uzatabilirdi. İşkence sonucu suçlu nefessiz kalarak ölürdü.
İspanyol Eşeği: Judas sandalyesinin benzeri olan bu alet daha uzundur. Suçlu eşeğe biner gibi bu alete bindirilir ayak bileklerine de verilmesi istenen acıya bağlı olarak ağırlık bağlanırdı.
Çöpçünün Kızı: Londra kulesinin teğmeni William Scevington’ un icadıdır. suçlu çömelir ve etrafına metal bir çevçeve geçirilir. Ağzından ve burnundan kan boşalana kadar sıkılır.
Diz Bölücü:Bu alet dizi bacaktan ayırır ve kullanılamaz hale getirmek için kullanılırdı. İki odun parçasının arasında yine odundan yapılmış sivri kazıkla bulunurdu. Dizleri arasına koyup vidaları sıkıştırmaya başladıklarında parçalanarak kopardı. Bu alet başka organların parçalanmasında da kullanılabiliyordu.
Kurşun Süzgeci: Bir sapın ucuna takılı süzgeçten oluşan işkence aletidir. İkiye ayrılabilen bu aletin alt kısmına erimiş metal, kızgın yağ, kaynar su gibi işkencede kullanılacak maddeler koyuluyordu. Süzgeci suçluya doğru sallayarak içindeki kaynar maddelere maruz bırakılıyordu.
Sarkaç: İşkence masasına yatırılıp bağlanan suçlunun üzerine çok büyük ve ağır bir balta sallandırılıp yavaş yavaş ip sarkıtılıyor. Her sarkıtılmada suçlunun vücudu doğranıyor.
Tüm bu işkencelerin dışında kırbaçlamak, falaka, metalden sıcak ayakkabı giydirip etlerin kemikten ayrılmasını sağlamak, demirden sıcak elbise giydirmek, canlıyken derinin yüzülmesi, iç organların çıkarılıp suçlunun görebileceği şekilde yakmak, burnundan yada ağzından ölene kadar su vermek, ayakları ve elleri bağlanmış şekilde boyunlarına ağır taş bağlamak yada çekiçle vurmak, kulak, burun,dudaklar, cinsel organ gibi uzuvları kesmek, saat başı vücudun herhangi bir yerine çivi çakmak, gözleri çıkarmak, dilini kesmek, aç bırakmak, civa veya kızgın yağ içirmek, kol ve bacakları bağlanan suçluyu ayrı yerlere koşturulan atlarla parçalamak, parmak kırma aletiyle parmakları kırıp kopartmak, vahşi hayvanlara atılma, bekaret kemerleri gibi işkenceler de uygulanıyordu.
|
|
|
Engizisyon Mahkemesi işleyişi |
Yazar: Emka - 24-06-2016, Saat: 14:15 - Forum: Engizisyon
- Yorum Yok
|
|
Mahkeme işlemleri basitti. Sanık ya piskoposluk sarayında ya da bir manastırda yargılanırdı. Mahkeme bir sorgucu kurulundan, noterden ve iki hukuk uzmanından oluşurdu. Bu uzmanlardan biri kilise dışından seçilebiliyordu. Mahkemelerde suçlanan kişinin bir avukatı yoktu. Sadece, sorgulamalarda itiraf edip etmediğine tanıklık etmek için bir kraliyet temsilcisi hazır bulunuyordu. Sorgucular, mahkemede suçlamalarını hem Latince hem de suçlunun anadilinde yapmak zorundaydılar. Sorgucular, çoğunlukla suçlu sıralarından çok daha yüksekte bulunan bir kürsüde otururlardı. Sorgucu konuşmasına, önce suçlunun kimliğinden, işinden, ailesinden söz ederek başlar ve daha sonra sözü işlenen suça getirirdi. Sorgucular psikolojik taktik konusunda çok uzmandılar. Suçluyu çelişkiye düşürüp, erken ve acele bir itiraf peşindeydiler. Bazı sorgucular bu konuda öyle uzmanlaşmışlardı ki, suçluyu giyiminden, bakışından ve duruşundan saptayabiliyorlardı. Engizisyon sorgucularının en ünlülerinin başında Bernardo Gui geliyordu. Çeyrek yüzyıl boyunca kendini soruşturmalara adayan bu Dominiken din adamı, sorgulamalarının büyük bir çoğunluğunu, 1324 yılına kadar Fransa’nın Toulouse kentinde sürdürdü. Başpiskopos ilan edildiğinde, o güne kadar tam 930 kişiyi yargılamış ve cezalandırmıştı. Suçunu itiraf etmekte direnenler için işkence uygulanması, belki de engizisyon adının bu denli tiksinti ve ürperti yaratmasının nedeni..
İşkence
Tarihin şahit olduğu Hıristiyanlığın gerçek insanlık dışı vahşi yüzüdür. Aslında, Ortaçağ boyunca bu yönteme çok fazla rağbet edilmemişti. İşkence uygulamasının kurumlaşması 14. yüzyıldan sonra Roma hukukunun kabul edilmesinden sonra gerçekleşti. İşkence, mahkeme boyunca söylediklerinde çok büyük kuşkular ve çelişkiler olan suçlular için, ancak ve ancak başpiskoposun onayıyla yapılırdı. Engizisyon mahkemelerinin uyguladığı işkenceler konusundaki tartışma, günümüzde de tüm hızıyla sürüyor. Bir grup tarihçi, bu işlemlerin acımasızlığını ve zalimliğini dile getiriyor. Onlara göre, bazı yazılı kaynaklarda işkence gören kimi suçluların vücutlarının normalden 30 santim daha uzadığı belirtiliyordu. Yine kurbanın ağzına, büyük hunilerle bir seferde litrelerce su, hatta kimi zaman idrar boşaltılıyordu. Günahkârların kalçaları kızgın kerpetenlerle sıkılıyordu. 1486 yılında Alman engizisyon sorgucuları tarafından kaleme alınan “Cadıların Tokmağı” adlı el kitabı, engizisyon mahkemesinin uyguladığı bazı işkence yöntemlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Dinin afyon olduğu hakikat ancak ve ancak Hıristiyanlık için söylenebilir,burada bilime karşı verdiği savaş açıkça görülmekte ve insanlık için Hıristiyanlığın değerlerinin ne kadar ilkel ve barbar olduğu açıkça görülmektedir. Katolik kilisesi, Ortaçağ’da gücünü sağlamlaştırdıktan sonra, kabul edilmiş doktrinlere karşı çıkanları toplum düşmanı olarak ilan etmeye başladı. Ancak, pişmanlığı reddedenler de vardı: ;Roger Bacon (1220-1292):Britanya İmparatorluğu’nda yaşayan Kelt bilim adamı, deney yöntemini ilk savunan Ortaçağ aydınlarındandı. Büyüteci bulan ilk olarak tarihe geçti. Fransisken öğretisini eleştirdiği için 15 yıl hapis yattı. ;Ockhamlı William (1285-1347):İngiliz filozof, varlık konusundaki yalınlık ve tutumluluk ilkesiyle ünlüydü. “Nesneler zorunlu olanlar dışında çoğaltılmamalıdır” sözü, “Ockham’ın usturası” şeklinde adlandırılıyor. Papalığa karşı imparatorluğu desteklemenin İncil’e uygun olduğunu söylediği için mahkum edildi. Ancak, Münih’e kaçarak yaşamını burada sürdürdü. ;Giordano Bruno (1548-1600):Aristotelesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik’in tezini savundu. Evrende, Dünya’dan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için Roma’da kazığa bağlanıp, diri diri yakıldı. 1633 yılının 22 Haziran günü, Roma, tarihinin en önemli günlerinden birine tanık oluyordu. Engizisyon mahkemesinde yargılanan Galileo Galilei’nin son sözleri merakla bekleniyordu. Ünlü bilgin acaba düşüncelerinde direnecek miydi, yoksa “itiraf” mı edecekti? Yüzlerce izleyici ve jüri sıralarını dolduran onlarca din adamının ortasında, kendisini tarihle hesaplaşmak üzere bir av gibi hisseden Galilei’nin ağzından şu sözler döküldü: “Ben, ‘Güneş evrenin merkezindedir’ dediğim için yargılanıyorum ve bu tür aykırı görüşleri nefretle kınıyorum, lanetliyorum. Aynı zamanda Kutsal Katolik Kilisesi’ne yapılan tüm yanlışları da…”
69 yaşındaki bilim adamı, kendisi gibi Güneş’i merkez kabul eden görüşü savunanlardan Giordano Bruno’nun kazığa bağlanıp yakılmasından sonra, pek kahramanca davranamamıştı. Ama yine de, bugün engizisyon denince akla “Galileo Galilei’nin duruşması” geliyor. Nitekim 2000 yılında papa, bin yıl kutlamalarını fırsat bilerek, başta büyük bilim adamları olmak üzere, bir zamanlar din adına gerçekleştirilen bu uygulamalardan dolayı özür diledi! Bruno (1548-1600), evrenin sonsuzluğu fikrini ortaya attığı için kilise tarafından çok ağır ve uzun işkencelere tâbi tutulduktan sonra diri diri yakılmıştır. Galile de bu akıbetten kurtulabilmek için engizisyon mahkemesi önünde, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü yolundaki iddiasından dönmek zorunda bırakılmıştır. Bu tür örnekler, Ortaçağ ile sınırlı değildir. Çok daha yakın dönemlerden bir isim olarak Paganini (1782-1840), ölmeden önce günah çıkartmayı kabul etmediği için, uzun yıllar boyunca ölüsüne gömülecek yer verilmemiştir. Nice’te ölmesine rağmen, oğlunun başvurusu üzerine, Papa, üç yıl kadar süren incelemelerinin sonucunda, tahnit edilmiş olan nâşının Cenova yakınında geçici olarak defnine izin vermiştir. Bu büyük müzisyenin cesedi, daha sonra gene kilisenin baskısıyla, iki kere daha gömüldüğü yerden çıkarılarak değişik yerlerdeki mezarlara nakledildikten sonradır ki nihayet 1896’da Parma’da bugün bulunduğu mezara gömülebilmiştir.
Endülüs Örneği
2 Ocak 1492 sabahı Kardinal Don Pedro de Mendoza, El-Hamra Sarayı’nın Alcazaba denilen baş kulesine gümüş haçı dikerek İspanya’da Müslüman egemenliğinin sona erdiğini ilan etti. 500 bin nüfusu ile Avrupa Kıtası’nın en büyük şehri olan Gırnata İspanyollara teslim oldu. Kaçanlar kurtuldu, kaçamayan Müslümanlar da kitle halinde öldürüldü. Hâlbuki taraflar arasında imzalanan ahitname gereği Müslümanların can ve malına dokunulmayacaktı. Ama kral şehre girdiği gün, daha ahitnamenin mürekkebi kurumadan sözünü çiğnemişti. Papa’nın müsaadesiyle, Engizisyon Mahkemesi kuruldu. Hıristiyanlığı kabul etmeyenler yakıldı; malları yağma edildi. Kısa zamanda İspanya’da tek bir Musevi ve Müslüman bırakılmadı. Târihçilerin belirttiğine göre Engizisyon Mahkemesi, 18 sene içinde 24.000′ den fazla Müslüman’ın idamına karar verdi. Endülüs sadece insanı ile değil; tarihi, sanat ve ilmî eserleriyle, zengin kütüphaneleriyle, cami ve medreseleriyle beraber tarihten siliniyordu. Engizisyon Mahkemesi’nin kararıyla Gırnata’da 1 milyon cilt kitap yakılmıştı. Kardinal Ximenes, 80 bin el yazması eseri, bizzat eliyle yaktı. Ünlü “Karamazov Kardeşler” romanında, Ivan’ın ağzından şöyle bir öykü anlatıyordu:Hazret-i İsa yeryüzüne inip İspanya’ya gidiyor, atıp tutmaya başlıyor, Engizisyon mahkemesi baş rahibi Torquemada da onu kamu ve kilise düzenini bozmaktan tutuklatıp diri diri yakılmasına karar vermişlerdir.
Engizisyon ve İhbar Müsessesi
Engizisyon mahkemeleri, çoğunlukla “ihbar” müessesesi üzerine kurulmuştu. Eğer bir kişi kendi günahlarını gelip bir ay içinde itiraf ederse ve “özür dilerse” affedilirdi. Ancak bu süre içinde böyle bir davranışta bulunmazsa, ona karşı dava açılırdı. Davalı, mahkemede kendisini kimin ihbar ettiğini asla öğrenemezdi. Sorgucunun katedralde verdiği vaaz, daha sonra yazılı olarak kiliselerin kapılarına asılırdı. Böylece hiç kimse “Benim, mahkemenin geldiğinden haberim olmadı.” diyemezdi. Bu ilandan sonra, sorguculara ihbarlar yağmaya başlardı. Mahkeme bir ay boyunca bu ihbarları okur, değerlendirir ve ihbar edilenlerin kendilerini göstermelerini beklerdi. İhbarların tümü noter tarafından kayda geçirilir ve bir temele dayanıp dayanmadıkları ya da sadece çamur atma olup olmadıkları araştırılırdı. 1593 yılında tutuklanan ünlü bilim adamı Giordano Bruno, önce Venedik Senatosu’na sevgilisi olan bir kadının kocası tarafından zina suçuyla ihbar edilmişti. Halkın tepkisinden korkan Senato, bu ihbarı kendisi değerlendirmek yerine engizisyon mahkemesine havale etmişti. Mahkeme tutanaklarından, engizisyona gelen ihbarların yüzde ellisinin ciddiye alınmadığı açıkça görülüyor. Öte yandan, bugüne kadar pek bilinmeyen bir nokta, yanlış ihbarlarla suçlamada bulunan kişilerin de işkenceyle cezalandırılmasıydı. İhbarın üzerinden bir ay geçtikten ve iyice değerlendirildikten sonra, engizisyon bir ön sorgulama yapardı. Bu noktada çok dikkatli davranılır ve suçlanan kişinin saygınlığını yitirmemesine özen gösterilirdi. Çok nadir olarak, ön sorgulamadan önce tutuklama yapılır ve bu durumda mutlaka iki tanık gösterilirdi. Ancak, ön sorgulamadan sonra, suçlanan kişi “tehlikeli” olarak tanımlanırsa, hemen tutuklanır veya piskoposluk sarayının ya da kraliyet mahkemesinin zindanına atılırdı. Engizisyon kurallarına göre, tutukluların her türlü bakımından ve harcamalarından kilise sorumluydu. Belgeler, bu konuda oldukça ilginç uygulamalara tanıklık ediyor. Örneğin, bazı mahkumlar pahalı şaraplar sipariş ediyor; hatta bazıları, geceyi eşleriyle birlikte geçirmeyi talep ediyorlardı. 1632 tarihinde engizisyon, mahkeme boyunca Galileo Galilei’yi üç odalı bir evde ağırlamış ve kendisine bir de hizmetçi tahsis etmişti.
|
|
|
Engizisyon nedir? |
Yazar: Emka - 24-06-2016, Saat: 14:07 - Forum: Engizisyon
- Yorum Yok
|
|
Roma Katolik Kilisesinin Hıristiyanlığı muhafaza etmek ve karşı olanları veya yeni fikirler ortaya atanları cezalandırmak için kurduğu ruhban cemiyeti mahkemeleri. 1183 (H.578) tarihinde kurulmaya başladı ve 1807 (H. 1222)ye kadar tam altı asır devam etti. İtalya, İspanya, Fransa ile diğer Batı Avrupa devletlerinde kurulan bu korkunç malikanelerde sayısız insanlar, ya din uğruna veya yeni fikirler ortaya koydukları için, haksız yere öldürüldüler, yahut diri diri yakıldılar.
Engizisyon mahkemelerini papazlar idare ediyor, bütün muamelatları gizli yapılıyordu. papa Üçüncü İnnoceutius, Engizisyonun öncülerindendir. Suçlanan kimsenin avukatı veya kendisini müdafaa edecek bir sözcüsü olmazdı ve suçlamaların kim tarafından yapıldığını öğrenmek hakkı yoktu. Engizisyon ruhban cemiyetinin verdiği cezalar içinde “Haçlı seferlerine katılma gibi” cezalar da vardı. Sanıklarda pişmanlık duygusu görülmezse, cezası yakılarak öldürülmekti. Eğer suçlanan kişi ölmüş ise, onu mezar bile Engizisyondan kurtaramaz. Ölü mezardan çıkarılıp cesedi yakılır, mirasına da el konurdu. Almanya’da engizisyonun korkunç temsilcisi Konrad Von Malburg oldu. Mary Tuder,
Engizisyon Mahkemelerinin İngiltere’de kurulmasına çalıştı. İtalya’da Üçüncü Paulus zamanında engizisyon faaliyetleri devam etti. Engizisyon mahkemeleri yalnız Hıristiyanlıktan çıkanları değil, bütün aydınları yok ediyor, fennin ve ilmin ortaya koyduğu yenilikleri günah sayıyordu. Dünyanın küre şeklinde (yuvarlak) olduğunu ve döndüğünü Müslümanlardan öğrenerek, Avrupalılara nakleden Galileo bile bu beyanatından dolayı yetmiş yaşlarındayken Engizisyon Mahkemelerine sevk edilmiş, hapishanede gözleri kör olmuştur. Daha sonra sözünü resmen geri alarak kurtulabilmiştir.
Engizisyon mahkemelerinin İspanya’daki zulmü daha büyük olmuştur. 1232 tarihinden başlayarak Engizisyon cemiyeti, İspanya’nın her tarafında birer şube açtı. Müslümanlara, Yahudilere, bunlara taraftar, sevgisi olanlara ve savaşlarda Müslümanlara yardım edenlerin Hıristiyanlara yapmadıkları zulüm kalmadı. 1492’de son İslam devleti yıkıldıktan sonra Kral Ferdinand ve karısı Elizabeth, İspanya’daki müslüman ve Musevilerin tamamını yok etmek için, engizisyonu had safhaya çıkardılar. İspanya’daki Yahudilerle Müslümanlar tamamen imha edilinceye kadar bu mahkemelerde süründüler, oğlunu bile bu mahkemelerde idama mahkum ettiren İspanya Kralı Beşinci Ferdinand, “İspanya’da artık ne Müslüman, ne de dinsiz kaldı.” diye iftihar etmiştir.
Engizisyon mahkemeleri insanlık tarihinin lekesi, Hıristiyanlığın yüz karasıdır. İspanya’da engizisyonu Napolyon Bonaparte 1807 (H. 1222) senesinde binbir zorlukla kaldırmış, onun düşmesinden sonra, tekrar canlanan bu vahşet, bir müddet daha devam ederek tarihe karışmıştır.
Sayısı pek fazla olan Engizisyon Mahkemelerinin kaç kişiyi ölüme mahkum ettiği kat’i olarak bilinmemekte ise de milyonları geçtiği muhakkaktır. Çünkü yalnız İspanya’da küçük bir Engizisyon Mahkemesi 28.000 kişiyi ölüme mahkum etmiştir. Bu durum göz önüne alınarak sayısı çok olan bu mahkemelerin kaç kişiyi idam etirdiği düşünülebilir.
Engizisyon mahkemelerinin (cemiyetlerinin) kurulduğundan, ilga (kaldırılma) tarihine kadar yaptıkları zulüm ve cefanın derecesi ve öldürülenlerin adedi Lugat-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye adlı eserde şöyle bildirilmiştir:
Engizisyonun şerrinden (zulmünden)
başka yerlere göç eden ……………… 5.000.000
Küreğe ve zindana atılarak telef olan 291.154
Korku ve işkenceden telef olan ………… 43.000
Diri diri yakılan……………………………….. 33.746
İdamdan sonra cesetleri yakılan ………. 18.027
İşkenceden yaralanan …………………….. 18.000
Toplam ……………………………… 5.403.920 kişi
|
|
|
SPİRİTÜEL HAYAT ve BEDEN |
Yazar: Emka - 24-06-2016, Saat: 12:42 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Spiritüel yaşamın, insanın temel yaşamı olduğunu insan ne zaman anlar? Spiritüel yaşamın her türlü hayati izlenimler ve tecrübelerin dışında çok değerli, çok farklı bir yeri olduğunu acaba bizler nasıl anladık? Onun, hayatın diğer akışları içinde gösterdiği çeşitli formlara nazaran çok daha başka türlü bir forma sahip olduğunu ne zaman kavradık? Hangi türlü bir olay, hayatımızın bir noktasında, bize o anda bulunduğumuz haletin diğer haletlerden çok farklı bir şey olduğunu ama aynı zamanda yine o diğer haletleri de kendimizde barındırdığımızı hissettirdi?
Hem diğer haletlerin farkındayızdır, hem de yepyeni, bütün bunların üzerinde olan, onları sarmalayarak koruyan başka bir haleti de hissetmekteyizdir. Ve deriz ki, "Herhalde olsa olsa spiritüalite denen manevi bir hal içinde kaldım. Bundan önceki hallerimde daima duyularımın, hislerimin bana gönderdiği bazı uyaranlar vardı. O uyaranlar içinde ben bunların farkına varıyordum. Acıydı, tatlıydı, sıcaktı, soğuktu gibi. Veya çeşitli hazlar, üzüntüler tarzındaydı. Bir de öyle bir durum oluşuyor ki, duyularımın bana getirmiş olduğu bilgi içinde bulunurken birdenbire, bütün bunların dışında kendimi görüp onlara hakim bir durumda bambaşka bir halete girdim. Hem de bir an içinde."
Mesela, bunu bir sevgi hamlesi içinde bulunduğumuz zaman fark ediyoruz... Öyle bir olay ki, o olay normalde bizim üzerimizde çok daha beşeri yani bedensel tepkilerle ilgili bir durum oluşturması gerekirken, her şeyi ortadan kaldırıp derin bir sempati halinde bir bağlanma, bir sarıp sarmalama oluşuyor bedenimizde. Hiçbir şey yapamıyoruz, olmuyor. O sevgi bir anda her şeye galip geliyor.
İşte bu hal diğer bütün hallerin üstünde olmak üzere bir spiritüalitenin varlığını gösterir. Sevgiyi herhalde hepimiz yaşamışızdır, bu konuda tecrübelerimiz olmuştur.
İçimizde hangi türlü kahredici bir duyguyu veya düşünceyi taşırsak taşıyalım, eğer güçlü bir sevgi etkisini kendi varlığımızda koruyabilmişsek, her zaman kullanamamakla beraber ve o bir imkan bularak başını çıkarıp bizim şuur alanımızı doldurmaya başladığında görürüz ki orada bir manevi hayat kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Sevgi, bütün fiziksel güçlerin, maddi etkilerin üstünde, onlara hakim durumdadır. Duyuların sürdüğü süre içinde, bizi maddeye hakim hale getiren o sevgiyi hissedebiliriz.
Manevi hayatı ya da duyguları elde edebilmek için kendi varlığımız üzerinde sistematik olarak pek çok gözlemler yapmak zorundayız. Kuru kuruya, "Ben spiritüel konuları daha çok severim, ruhsal sorunlar beni daha çok ilgilendirir." demek, spiritüel bir mizaca, spiritüel bir hayata uygun yaşıyorum anlamına gelmez.
Zaten spiritüel bir hayata uygun yaşamak mümkün değildir. Dünya şartları içinde yaşadığımız sürece, öncelikle o şartlara uygun bir şekilde yaşamayı başarabilmemiz gerekir. Bunları başaramadığımız sürece, spiritüel yaşamın başarılı olması oldukça şüphelidir.
DÜNYADAN NEFRET EDİLMEMELİ
Çeşitli inançlarda, özellikle Uzak Doğu inançlarının kökeninin çoğunda dünya hayatının çeşitli yöntemler kullanılarak kısmen veya tamamen terk edilebilmesi meselesi büyük bir ideal olarak ele alınır. Buda her ne kadar bazı fikirlerini yumuşatmış olsa bile, yine de kendi doktrininde ileri sürdüğü konu dünyadan nefret etmektir. Halbuki dünya kendisinden nefret edildiği sürece, bizi en fazla sıkan ve ele geçiren bir varlık haline gelir. Yani tamamen tersine...
Biz dünyadan nefret etme yöntemlerini, ondan ayrılma, dünyasal her şeyden kopma yollarını kullanmaya başladığımız andan itibaren, dünyanın bizim üzerimizdeki baskısı geometrik bir şekilde artar. Çünkü insanın sorunu, kendi manevi hayatını hür olarak alabildiğine yaşayabilmek isteği beslemesine karşı, madde de onun bu isteğini yerine getirebilmek, bedensel zayıflıklarının kendisine ne kadar engel olduğunu gösterebilmek için bütün gücüyle yüklenir insanın üzerine.
Biz her ne kadar dünya üzerine bedenlenmiş bir ruh varlığı olarak yeryüzünde yaşasak da spiritüel hayatımızı bütün özgürlüğümüzle kullanmak da isteriz. Yani bedene hakim olmak istiyoruz. Bedenin bizim üstümüzdeki maddesel etkisini mümkün olduğu kadar sıfıra yaklaştırmak ve kendi irademizi kullanmak hedefimizdir.
Ama buna karşılık bedenin ne olduğunu bilmiyoruz. Söz konusu yöntemlerle bedenimizi yıkmaya, yere sermeye çalışıyoruz. Peki, bedenin görevi nedir? Ruh varlığı olarak kendimize göre bir plan kurmuşuzdur. Yeryüzüne geldiğimizde araç olarak bir beden kullanıyoruz. Gözlem yapıyoruz, birtakım etkiler alıyoruz, bu etkileri hem bulunduğumuz ortama yöneltiyoruz, hem de bulunduğumuz ortamdan aldığımız etkileri kendi planımıza, yani daha üst seviyedeki varlıklar sistemine yönlendiriyoruz. Görünüşte gayet güzel bir musluk vazifesi görüyoruz ama bu bedenin ne olduğunu bilmiyoruz. Bedenin sadece bir yerden bir yere nakledici özelliğini kullanıyoruz.
O halde bedeni tanımak için, spiritüel hayatın belli sınırlar içinde kalmasını ve bedenin fonksiyonunu, bedenle kendi özümüz arasındaki ilişkiyi, ince ve kaba bütün bağları tam manasıyla anlayabilmemiz gerekir. İşte o zaman "kamil insan" oluruz. Yoksa kuru kuruya bedenden kurtulmanın yollarını aramak ya da bedensel her türlü hazdan nefret etmek, onları yok etmeye çalışmak asla canlı varlığa gereken aydınlığı getirememiştir.
BEDENİMİZ NE TÜRLÜ BİR FONKSİYON GÖRÜYOR?
Bu durum hayat içinde büyük bir uyum zorunluluğu getirir. Bu nedenle öncelikle bedeni tanımamız gerekir. İç maneviyatın gelişmesinden önce fiziksel olan ortamı bilmeliyiz. Bedenin özelliklerini, içinde bulunduğu ortamın nasıl bir ortam olduğunu, zaman ve mekan bakımından bedenin ne gibi kesin ya da göreceli değerlere sahip olduğunu tanımalıyız. İki büyük gerçek olan doğum ile ölüm arasında geçen büyük bir maceradır bu...
Dünyanın çok çeşitli yerlerindeki toplumlar kendilerine çeşitli önderler vasıtasıyla, ruhsal planlar vasıtasıyla büyümüş olan bilgileri anlayarak ve onları uygulayarak birtakım sonuçlar elde etmeye çalışırlar.
Beden gerçekte fizik evrenin mantal plana (mantal plan, ruhsal enerjinin meydana getirmiş olduğu özel bir ara plandır) en iyi şekilde uyum sağlayabildiği bir ortamdır. Fizik evrenin içinde var olan bütün yasalar, bütün tesir mekanizmaları, mikroevren olarak insan bedeninde mevcuttur. Bütün yaradılışın özü kendisinde var olduğu için, ruhsal enerjiye de makroevren denir.
İşte bedenin asıl özelliği mikroevren ve makroevren olarak tek bir evren halinde önümüze çıkmış olmasıdır. Her iki evreni de kendisi temsil edecek güçtedir. İnsanın önce bedene karşı şuurlu bir saygısı ve sevgisi olması gereklidir. Bu bedeni sevmek, egoizm anlamına gelmez.
İslam öğretisinde insan bedeni için, "Tanrı'nın evi" sözü kullanılır. Bu beden, Tanrı'nın insana hediye etmiş olduğu büyük bir nimettir, anlamına gelir. O bedene ona göre muamele et. Arkasından da, "Kendinize zulmetmeyiniz." ifadesi vurgulanır. Aslında kastedilen konu, insanın kendi bedeninin neleri yapabileceğini, bu bedenle neler elde edilmiş ve edilecek olduğunu bilebilmektir. Birçok inanç bunun farkına varmıştır. Fakat bu farkındalık derhal, her şeyde olduğu gibi bir özdeşleşme işine dönmüş, büyük bir amaç haline getirilmiş, ana fonksiyonu kaybedilmiştir. O küçük fonksiyonlu bilgi ise temel fonksiyon haline getirilmiştir.
BEDENİ TANIMADAN SPİRİTÜELLİĞE GEÇİLMEZ
Buna yogi yolu denmektedir. Yogi yolundan maksat, bütün inanç sistemlerinde bedenin, içinde bulunduğu durumun dışına taşabilecek şekilde aşırı faal hale getirilme meselesi vardır. Bir yoginin yapmak istediği de budur. Bedenin gerçek yeteneklerini, gerçek gücünü ortaya çıkartarak ondan yararlanmaktır. Bu sayede de spiritüaliteyi genişletmek hedefleniyor.
Bir yere kadar geliniyor fakat bir de bakıyoruz ki, spiritüalitenin yerine doğrudan doğruya bedene özel olarak bağlanıp kalma eğilimi hakim. Hristiyanlık da kendine özgü bir yogizme sahiptir. İsa'ya benzemek için yapılan düşünce yoğunlaşmaları buna örnektir. İsa'yı taklit etmek; İsa'nın kendisi gibi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya İsa'nın bedenindeki yaraların taklidine kadar gidilmiştir. Nitekim bazı azizlerin bedeninden, İsa'nın çarmıha gerildiği noktaların aynısı olmak üzere kan akmaya başlamıştır. Burada spiritüalite değil, doğrudan doğruya bedenle özdeşleşmenin devreye girdiğini görüyoruz.
Denebilir ki, bu, İsa'ya gösterilen sevginin tezahürüdür. Ancak söz konusu bu sevgi maddeleşmiş bir sevgiye dönüşmüştür. Eğer tam bir gelişme sağlanmış olsaydı, İsa'nın taklit edilmemesi gerekirdi. İsalaşmak gerekirdi...
BEDENİMİZDE EVRENSEL YASALAR GEÇERLİDİR
Beden mikro ve makroevreni, her ikisini birarada temsil eden, yaradılış düzenine en uygun ölçülerde meydana getirilmiş bir araçtır. Bedenin kendine özgü çok büyük yasaları vardır. Uzak Doğu öğretilerinde ortaya çıkan bazı bedensel noktaları ve değiştirici bölgeleri belki yasalar olarak ele alabiliriz ancak yine de uygun değildir ve yetersizdir.
Bedendeki bütün titreşimsel seviyeleri değiştirerek tek bir amaca konsantre ettiğimizde ne istiyorsak o olur. Bedenimizde ne istiyorsak onu yapabiliriz. Şeklimizi değiştirebiliriz. Varlığın tahayyülüne bağlı olduğu için kendi şeklimizi değiştirebiliriz. Yerimizi ve mekanımızı da değiştirebiliriz.
21. yy insanının öğreneceği şeylerden biri de, kendi bedenini istediği yere nakledebilmek, bedeni değiştirebilmektir. Bedenini değiştiren insanların ilk yapacağı şey, bedendeki dejenere edilmiş bölgelerin rejenere edilmesidir. Mide kanamalı değil, sağlam; kalp bozuk değil, o da sağlam. Varlık kendi kendisini iyileştirme özelliğine o zaman sahip olur.
Bunlar tamamen varlığın kendi spiritüalitesini tanıdığı zaman ortaya çıkacak olan beden üzerindeki avantajlarıdır. Şu an beden bize hakim olduğu için bedenin avantajları çok. Ruhsal avantajlar ise pek yok.
Büyük değişimle birlikte varlıkta kendi özü hakkındaki bilgisi genişlediği zaman, bedeni üzerindeki hakimiyeti de birdenbire artacaktır. Bir yaranın bir hafta sürmesi mümkün olmayacaktır. Filipinler'de yapılan ameliyatlar buna örnektir.
Bedensel yenilemeler ömür yenilemesi demektir. Vücudun sağlam hale getirilmesi, fonksiyonlarını tam olarak yerine getirmesidir. Örneğin 120 yaşındaki bir insanın 100 metreyi 10 saniyede koşması normal karşılanacaktır.
BİZLERDE BÜYÜK BİR POTANSİYEL BİLGİ GİZLİDİR
Bunlar zaten insan varlığının yapısında hücresinde, beyninde, her şeyinde yerleştirilmiş durumdadır. Bunlar fiziksel enerjinin ruhsal enerjiyle birlikte biraraya getirmiş olduğu temel yapıda mevcut özelliklerdir. Onları kullanıp kullanmamak ona enkarne olmuş varlığın bileceği bir şey. Yeniden hiçbir şey ihya edilmiyor. Üzerini kirlettiğimiz cevherin altından çok şeyler çıkacaktır ve çıkıyor. İnsan bedeni çok yüksek bir cevherle yüklüdür. Yapısı, ruhuna eşlik edebilecek bir bedendir.
İnsanoğlu fizik evreni keşfederken dünyayı da geliştirmiştir. Gerçi bu keşif sırasında yeryüzüne bazı zararlar verilmiştir ama başka çaresi de yoktu. Kömürü, petrolü, nükleer enerjiyi tanımak için onlarla haşır neşir olmak gerekirdi. Elbette bu arada bazı kazalar da olmuştur. Ama dünyanın, verdiğinin yanında aldığı da çok fazladır.
Şu son siklus içinde dünya maddesinin bu derece derinine inebilmek her varlık grubunun nasibi değildir. Bu nedenle günümüzde yaşayan 6 milyar insan gözüpek varlıklardır. Evrenin pek çok yerinde elde etmiş oldukları bilgileri getirip burada iş birliği halinde kullanıyorlar. Her ne olursa olsun, insanlık büyük bir dayanışma halindedir.
Dünyanın gelişimine bizler çok hizmet ettik. Dünya da her şeyiyle canlı bir varlıktır. Bizim bedenimiz de dünya malıdır. Onun bize sağlamış olduğu araçlar aracılığıyla onun gelişmesine yardım ediyoruz. Çünkü ruh varlığı bütün varlık sistemlerinin anasıdır. Ruh enerjisinin girmediği bir şey var olamaz. Bir şey var olmak için ruhsal enerji vasıtasıyla aşılanması gerekir. Her şeyin varlığı ruh varlığına bağlıdır.
İlk yaratılan, Varlığın tek yarattığı nesne, ilk hareketi meydana getiren doğrudan doğruya ruhsal enerjidir. Ruhsal enerjinin içinde tasavvur edeceğimiz veya edemeyeceğimiz her şey vardır.
|
|
|
BAŞMELEK GABRİEL 24.06.2016 MELEK MESAJI |
Yazar: Emka - 24-06-2016, Saat: 11:23 - Forum: Gabriel (Cebrail)
- Yorum Yok
|
|
BAŞMELEK GABRİEL - Günlük Mesajı – 23.06.2016 Perşembe
KOLAYLIĞA BİR ŞANS VERİN(Give Eas a Chance)
Hayatınızda her şeyin olağanüstü bir kolaylıkla yerli yerine oturduğu, şahane bir gün hiç yaşadınız mı? Öyle günler akışı bulduğunuz ve onun sunduğu destek ve faaliyetin açık kalplilikle kabul edildiği günlerdir. Sevgililer,öylesi günler kırk yılda bir olmak zorunda değildir. Şayet yapmayı seçerseniz, inanç ve güvenle en yüksek hayrınıza teslim olmaya niyet ederek, her gün enerjik dalgaların olumlu havasından yararlanabilir ve akışın sağladığı desteği kullanabilirsiniz. Böyle yapmaya başlar başlamaz, günlük hayatınızda yön bulmak için tercih ettiğiniz yöntem haline hızla geleceğini söyleyebiliriz. Kolaylığa bir şans vermeye hazır mısınız?
~Başmelek Gabriel
|
|
|
|