Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065
Detaylı İstatistikler
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 1459 kullanıcı aktif » 0 Kayıtlı » 1459 Ziyaretçi
|
Son Aktiviteler |
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 309
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 302
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,004
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,124
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,070
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,003
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,140
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,519
|
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,285
|
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,168
|
|
|
ERICK VON DANIKEN - GÖKLERDEN GELEN ATEŞ SAÇAN SAVAŞ ARABALARI |
Yazar: Emka - 14-06-2016, Saat: 10:09 - Forum: ERICH VON DANIKEN
- Yorum Yok
|
|
GÖKLERDEN GELEN ATEŞ SAÇAN SAVAŞ ARABALARI
YÜZYILIN BAŞLARINDA, Asur kralı Asurbanipal'in kitap lığında, on iki kil tablet üzerine yazılmış bir kahramanlık destanı bulundu. Destan Akatça yazılmıştı, ama daha sonra bulunan başka bir kopyası Hammurabi'ye kadar uzanıyordu. Son araştırmalar, Gılgamış Destanı'nın asıl metninin Sümerlilerce yazıldığını, konularının Tevrat'taki Yaradılış Bölümüyle büyük benzerlikler gösterdiğini ortaya koymuştur. Destanın ilk tabletinde, galip gelen kahraman Gılgamış'ın Uruk şehri çevresine yaptırdığı surlardan söz edilir. 'Göklerin Tanrısı', içinde tahıl ambarı bulunan çok büyük bir evde oturmaktadır. Surları koruyan birçok asker vardır. Gılgamış bir 'tanrı', insan karışımı yaratıktır -üçte iki 'tanrı', üçte bir insan.- Uruk şehrine gelen hacılar ona ürpererek ve korkuyla bakarlar; çünkü o güne kadar böyle bir güzellik ve güç görmemişlerdir. İşte burada tanrılarla insanların çiftleşmesi düşüncesi yine karşımıza çıkıyor. İkinci tablette, gökler tanrıçası Aruru'nun, Gılgamış'a rakip olması için Enkidu'yu yarattığını okuyoruz. Enkidu gövdesi kıllarla kaplı, posttan elbiseler giyen, çayırlarda otlayan, sığırlarla aynı yalaktan su içen bir yaratıktır. En büyük eğlencesi çavlanlarda yüzmektir. Uruk kralı Gılgamış, bu sevimsiz yaratığın sığırlardan ayrılması için güzel bir kadın gerekli olduğunu anlar ve şehrin en güzel kadınlarından birini, Enkidu'yu kendine çekmekle görevlendirir. Saf Enkidu bu oyuna gelir ve altı gün altı gece kadınla yaşar. Derken Enkidu'yla Gılgamış dost olurlar. Üçüncü tablet, uzaklardan gelen bir duman bulutunu anlatır. Gökler gümbürder, yer sarsılır, sonunda 'Güneş Tanrısı' gelerek Enkidu'yu güçlü kanatları ve pençeleriyle kavrar. Enkidu'nun gövdesine kurşun gibi biner ve göğsüne kaya gibi bir ağırlık oturur.
Destan yazarlarının çok gelişmiş bir hayal gücü olduğunu ve destanı çevirenler ve çoğaltanların değişiklikler yaptığını kabul etsek bile, asıl şaşırtıcı yan olduğu gibi kalır: Destan yazarları gövdenin belirli bir hızdan sonra kurşun gibi ağırlaştığını nereden biliyorlardı? Bugün yerçekimi ve hız yasalarını en ince ayrıntılarına kadar biliyoruz. Bir astronotun kalkış sırasında nasıl bir güçle koltuğuna yapıştırıldığını, göğsüne binen basıncın ne ölçüde büyük olduğunu biliyoruz. Peki Sümerliler bu bilgiyi nereden elde etmişlerdi? Beşinci tablet, Enkidu'yla Gılgamış'ın 'tanrıların' oturduğu yere gidişlerini anlatır. Kahramanlar tanrıça İrninis'in yaşadığı, ışıklar saçan kuleyi çok uzaklardan görürler. İyice yaklaşınca bir ses duyarlar: «Geri dönün! Hiç bir ölümlü, tanrıların yaşadığı kutsal dağa gelemez. Tanrıların yüzünü gören ölmelidir.» Exodus'te de: «Sen benim yüzümü göremezsin, beni gören insan yaşayamaz...» diyordu! Yedinci tablette, Enkidu'nun ağzından bir uzay yolculuğu anlatılır. Enkidu bir kartalın pirinçten pençelerine tutunarak saatler boyu uçmuştur. İzlenimleri şöyledir: «Bana dedi ki: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve kara, bir dağa; deniz de bir göle benziyordu. Dört saat daha uçtuk ve o yine konuştu: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve kara, bir bahçeye; deniz de bahçıvanın su kanallarına benziyordu. Dört saat daha uçtuktan sonra o yine sordu: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Denizlere bak nasıl görünüyor?» Ve kara, lapaya, deniz de su birikintilerine benziyordu.» Bu anlatım, bir canlı yaratığın dünyayı çok yükseklerden gördüğünü açıklamaktadır. Olay tümüyle hayal ürünü olamayacak kadar doğrudur.
Eğer yerkürenin çok yükseklerden görünüşü hakkında bir bilgi olmasaydı, kim çıkıp da karaların lapaya, denizlerin de su birikintilerine benzediğini söyleyebilirdi? Çünkü çok yükseklerden çekilen resimlerinde dünya gerçekten orasında burasında su birikintileri olan bir tas lapaya benzemektedir! Aynı tablette bir kapının konuştuğu yazılmaktadır. Bu garip olayı, bugünkü bilgimizle bir hoparlörün konuşması olarak nitelendiriyoruz. Sekizinci tablette,dünya yı çok yükseklerden gören Enkidu, anlaşılamayan bir hastalıktan ölüyor. Hastalık öyle esrarengiz ki, Gılgamış nedeninin göklerdeki canavarın zehirli soluğu olup olamayacağını soruyor. Gılgamış göklerdeki canavarın zehirli soluğunun öldürücü olabileceğini nereden biliyordu?Dokuzuncu tablet Gılgamış'ın, dostu Enkidu'nun ölümünden duyduğu üzüntüyü ve aynı hastalıktan öleceği korkusuyla tanrılara ulaşmak için çıktığı yolculuğu anlatır. Gılgamış uzun süre yol aldıktan sonra, göklere destek olan iki dağın arasına gelir. Dağların tepesi bir kemerle birleştirilmiştir ve buraya 'güneş kapısı' denir. Güneş kapısını bekleyen iki dev önce onu bırakmak istemezler. Aralarında uzun bir tartışma geçer. Sonunda devler Gılgamış'ın üçte iki tanrı olduğunu göz önünde tutarak geçmesine izin verirler. Gılgamış giderek ardında sonsuz denizin uzandığı tanrıların bahçesine varır. Ancak yolda iki defa tanrılar tarafından uyarılmıştır: «Gılgamış, acelen nedir? Aradığın hayatı ve ölümsüzlüğü bulamayacaksın. Tanrılar insanı yaratırken ona ölümü de verdiler. Ölümsüzlük yine tanrılara kaldı.» Gılgamış'ın bunları dinleyecek hali yoktur. Her tehlikeyi göze almıştır ve amacı insanların babası Utnapiştim'e ulaşmaktır. Ancak Utnapiştim büyük denizin ötesinde yaşamaktadır ve oraya güneş tanrısınınkinden başka hiç bir gemi uçamaz. Üstelik yolu da yoktur. Ama Gılgamış bütün tehlikelere göğüs gererek denizi aşar. On birinci tablet, onun Utnapiştim'le yaptığı görüşmeyi anlatır. Gılgamış insanların babasının ne kendinden büyük, ne de küçük olduğunu görür ve ona, birbirlerine baba-oğul gibi benzediklerini söyler. Utnapiştim, geçmişini anlatmaya koyulur. Bu bölüm Utnapiştim'in ağzından, yani birinci tekil şahıstan aktarılmıştır. Daha da şaşırtıcı olarak, Tufan hakkında çok ayrıntılı bilgiler verilmektedir.
Tanrılar Utnapiştim'i uyarmışlar, kadınları, çocukları, yakınlarını ve her işten ustaları, gelecek olan büyük tufandan korumak için bir gemi yapmasını emretmişlerdi. Şiddetli, fırtınanın, karanlığının, yükselen suların, gemiye binemeyenlerin düştüğü umutsuzluğun anlatımı, bugün bile hayranlık uyandıracak ölçüde güçlüdür. Üstelik aynı Nuh'ta olduğu gibi, yolculuğun sonunda bir karga ve bir güvercin yollanmış, sular alçalmaya başlayınca da gemi bir dağın tepesine oturmuştur. Gılgamış Destanı'yla Tevrat arasındaki paralellik ve benzerlik, hiç bir bilginin karşı koyamayacağı ölçüde açıktır. Bu paralelliğin en ilginç yönü, destanla Tevrat'ın uğraştığı tanrıların ve kehanetlerin ayrı ayrı olmasıdır. Tevrat'ta anlatılan Tufan'ın destandakinin bir kopyası olduğunu kabul edersek, Utnapiştim'in olayı kendi ağzından anlatması, Gılgamış Destanında Tufan'a tanıklık etmiş, onu gözleriyle görmüş bir kişinin gerçekten var olduğunu ortaya koyar. Aslında binlerce yıl önce doğuda müthiş bir tufan olduğu kesin olarak anlaşılmıştır. Eski Babil'in çivi yazısı tabletleri, geminin nerede bulunması gerektiğini kesin olarak anlatırlar. Bu bilgiden yararlanan araştırmacılar Ağrı dağının güney kesiminde, geminin konduğu yeri göstermesi muhtemel olan üç tahta parçası bulmuşlardır. Ancak 6000 yıl önce tahtadan yapılmış ve tufana dayanmış bir geminin kalıntılarını bulmak hemen hemen imkânsız gibidir. Gılgamış Destanı'nda Tufan'dan başka, yazıldığı çağda yapılamayacak türden olağanüstü şeyler de anlatılmaktadır. Bunları, destanı yüzyıllar boyu elden geçirenlerin eklediğini de düşünemeyiz. Çünkü anlatımlarda gizlenen bilgiler, ancak günümüz bilgileri aracılığıyla anlaşılabilmektedir. Belki de, birtakım yeni sorular bu karanlığa ışık tutacaktır.
Gılgamış Destanı, Sümerlerden değil de Tiahuanaco bölgesinden çıkmış olamaz mı? Gılgamış soyu Güney Amerika'dan gelmiş ve beraberinde destanı da getirmiş olamaz mı? Doğrulayıcı bir karşılık, Güneş Kapısından söz edilmesini, büyük bir denizin aşılmasını, aynı zamanda da Sümerlilerin nasıl birdenbire ortaya çıktıklarını açıklayabilir. Kuşkusuz, Firavunlar Mısır'ının gelişmiş kültürü, yazılmış, öğretilmiş ve öğrenilmiş eski sırları saklayan büyük kitaplara dayanıyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Musa bu ülkede yetişmiş, kitaplıklardan bol bol yararlanma imkânı bulmuştu. Hangi dilde yazmış olduğu kesin olarak bilinmese bile, beş kitabın yazarının aydın bir kişi olduğu kesindi. Gılgamış Destanı'nın Asurlular ve Babilliler kanalıyla Mısır'a geldiğini, genç Musa'nın onu okuyarak kendi amaçlarına uyguladığını düşünelim. Bu durumda gerçek Tufan olayı, Tevrat'taki değil, Gılgamış Destanın'dakidir. Böyle sorular sormamalı mıyız? Bana kalırsa, geçmişi araştırmanın klasik yöntemi çoktan yıkılmıştır. Bu türden araştırma hiç bir zaman, kesin ve dokunulmaz sonuçlara ulaşamaz. Kendi kurduğu bir düşünce biçimine öylesine sıkı sıkıya bağlıdır ki, yaratıcı bir dürtü doğurabilecek yeni görüşlere hiç bir açık kapı bırakmaz. Eski Doğu'ya yöneltilen araştırmaların çoğu, kutsal kitapların dokunulmazlığı ve kutsallığı karşısında eriyip gitmiştir. İnsanlar soru sormaya ve kuşkularını bu tabu'nun yüzüne haykırmaya cesaret edememişlerdir. Hatta büyük ölçüde aydınlanmış sayılabilecek on dokuz ve yirminci yüzyıl bilginleri bile, sonunda Tevrat'ta anlatılanların doğru olmadığını ileri sürmenin kaçınılmaz olduğunu gördüklerinden, binlerce yılın yanlışından oluşan düşünce zincirlerinden kopmamayı seçmişlerdir. Ancak, en koyu Hıristiyan bile, Tevrat'ta anlatılan birtakım olayların, o büyük Tanrı'yla bağdaşmadığını anlamış olmalıdır. Kutsal kitabın dinsel dogmalarını korumak isteyen kişiler, önce çok eskilerde insanı kimin eğittiğini, toplum hayatı için yasaları kimin koyduğunu, ilk sağlık kurallarını kimin verdiğini ve yoldan çıkmış olanları kimin yok ettiğini açığa çıkarmalıdırlar.
Bu türden sorular sormamız ve bu biçimde düşünmemiz dinsiz olduğumuz anlamına gelmez. Beni ele alalım: Geçmişle ilgili tüm sorulara kesin ve inandırıcı karşılıklar verildiği gün bile, daha iyi bir ad koyma isteğiyle TANRI dediğim BİR ŞEYİN var olacağına inanıyorum. Bununla birlikte, söz konusu düşünülmez tanrının, bir yerden ötekine gitmek için, tekerlekli ve kanatlı araçlar kullandığı, ilkel insanlarla çok yakın ilişkiler kurduğu ve maskesinin düşmemesi için hiç bir insanı yanına yaklaştırmadığını ileri süren dinsel varsayım, delillerle desteklenmediği sürece, saldırgan bir iddiadan öteye geçemeyecektir. Din bilginlerinin, 'Tanrı çok yücedir; onun kendini nasıl gösterdiğini ve kullarıyla nasıl ilişki kurduğunu bizler düşünemeyiz'şeklindeki karşılıkları, ancak sorularımızdan bir kaçış olabilir ve bu bakımdan doyurucu olmaktan uzaktır. İnsanlar yeni gerçekleri görmek istemezler. Ama gelecek, geçmişimizi günden güne daha çok kemirmektedir. On iki yıl kadar sonra insan Merih'e inecektir. Eğer orada bir tek eski, terk edilmiş bina varsa, akıllı insanların bıraktığı bir tek nesneye rastlanırsa, mağara duvarlarında bir tek resim bulunursa, dinlerimiz temelinden sarsılacak ve geçmişimiz hakkındaki bilgiler karmakarışık olacaktır. Bu türden bir tek buluntu bile insanlık tarihinde devrim ve reformların en büyüğüne yol açacaktır. Uzay çağıyla birlikte Aydınların Mahkeme Günü de gelecektir. O zaman dinin bulutları dağılacak ve uzaya atılan kararlı bir adımla binlerce, milyonlarca değil, bir tane din ve tanrı olduğu anlaşılacaktır. Biz bunları bırakıp insanlığın geçmişi üzerine kurduğumuz varsayımı geliştirelim. Şu ana kadar elde ettiğimiz görüntüyü şöyle özetleyebiliriz: Çağlar önce bilinmeyen bir uzay gemisi dünyamızı bulmuştu. Gemi adamları kısa sürede, gezegenimizin, akıllı yaratıkların gelişebilmesi için çok elverişli olduğunu anlamışlardı. Ancak gelişmesi beklenen «insan», «homo sapiens» değil, bir başka türden yaratıktı. Uzay adamları bu türün dişilerini sunî olarak döllemiş, kadınları, eski destanlarda belirtildiğine göre, derin bir uykuya daldırarak dünyamızdan ayrılmışlardı. Binlerce yıl sonra geri döndüklerinde karşılarına, yeryüzünün orasına burasına dağılmış «homo sapiens» örnekleri çıkmıştı. İleri uzaylılar döllenme deneylerini, toplum kurallarına uyabilecek yetenekte yaratıklar yetişene kadar sürdürmüşlerdi.
Ancak ortaya çıkan insanlar hâlâ barbardılar.Uzay lılar geriye dönerek, onların yine hayvanlarla yaşayabileceklerini düşünerek birçoğunu yok etmiş, daha az ölçüde başarısız kalanları da başka kıtalara belki de başka gezegenlere taşımışlardı. Geriye kalan başarılı örnekler toplum hayatının ilk ürünlerini vermeye başlamış, mağara duvarlarını süslemeye, çömlekçiliği geliştirmeye, ilkel mimarlık örneklerini ortaya koymaya yönelmişlerdi. Bu ilk insanların uzay adamlarına sonsuz saygısı vardı. Çünkü onlar, bilinmeyen bir yıldızdan gelmiş, yine oraya dönmüş «tanrılardı.» Esrarengiz nedenlerden dolayı bu «tanrılar» bilgilerini insanlara geçirmeye meraklıydılar Yarattıkları insanlara özen gösteriyor, onları kötülük ve ahlâksızlıktan korumaya çalışıyorlardı. Toplumların kurucu bir biçimde gelişmesini istiyorlar, bu yüzden uyumsuzluk gösterenleri ortadan kaldırıyor, kalanların gelişme yeteneğinde bir toplum kurması için gerekli temel kavramlar öğretiyorlardı. Delillerin eksikliği yüzünden bu varsayımda birtakım boşluklar vardır: Gelecek, bu boşluklardan kaçının doldurulabileceğini gösterecektir. Bu kitap birçok tahminden oluşan bir varsayımı ortaya koymaktadır ve bu varsayım doğru olmayabilir. Bununla birlikte, tabuların koruyuculuğunda, saldırıya uğramadan yaşayan dinlerin kuruluş ilkelerine bakınca, varsayımımın en az onlar kadar geçerli olabileceğini görmekteyim. Gerçek hakkında birkaç kelime söylemek belki de yarar sağlayacaktır. Dinine inanan ve kuşku uyandıracak bir saldırıya uğramayan her insan «gerçeği» bulduğuna da inanır. Bu yalnız Hıristiyanlar için değil, küçük, büyük her dinin taraftan için geçerlidir. Teosofistler[3]din bilginleri ve filozoflar, öğretilen üzerinde yıllarca kafa patlattıktan sonra «gerçeğe» vardıklarına inanırlar. Doğal olarak her dinin bir tarihi, Tanrı'sının verdiği sözler Tanrı'sının koyduğu yasalar ve... diyen peygamber ve bilge kişileri vardır. «Gerçeğin» ispatlanması, insanın inandığı dinin tam içinden başlar ve dışına doğru isler. Bunun sonucu olarak, çocukluktan başlayarak bizlere kabul ettirilen tek yönlü bir düşünce biçimi ortaya çıkar. Böylece birçok kuşak gerçeği benliğinde topladığına inanarak geçip gider.Ben, daha alçak gönüllü davranarak, gerçeğe sahip olamayacağımızı, ona ancak inanabileceğimizi ileri sürüyorum. Gerçeği bulmak isteyen insan, onu kendi dininin siperleri ve sınırları içinde aramamalıdır.
Hem hayatın amacı ve gereği nedir? Gerçeğe inanmak mı, yoksa onu aramak mı? Tevrat'ta yazılı olanların arkeolojik yollarla ispatlandığını düşünecek olsak bile bu durumda, söz konusu inanışlardan oluşan bir din de ispatlanmış sayılamaz. Eski şehirler, köyler sanat eserleri ve yazılı kalıntılar belli bir bölgede toprak üstüne çıkarılınca, o bölgede insanların yaşadığı ve tarihin yazdığı bir uygarlığın gerçekten var olduğu ortaya çıkar. Ancak bu buluntular o bölge insanının inandığı tanrının (uzay yolcusu değil de) tek ve ulaşılmaz bir tanrı olduğunu açığa çıkaramaz. Bugündünya nın dört bucağında yapılan kazılar, geleneklerin gerçeklere uygun düştüğünü göstermiştir. Ama bir tek Hıristiyan çıkıp da, Peru'daki kazılar sonucu ortaya çıkan İnka öncesi tanrısını gerçek tanrı olarak kabul eder mi? Demek istediğim, gerek mitoloji, gerek gerçek deneyler, bir toplumun tarihini oluşturur; bundan öteye geçemez. Ama bence bu bile çok şeydir. Gerçeği arayanlar, ispatlanmamış yeni ve cesur düşüncelere, yalnızca düşünce (ya da inanış) biçimlerine uymadığı için karşı çıkmamalıdırlar. Yüz yıl önce uzay yolculuğu diye bir şey söz konusu olmadığı için, babalarımız ve büyük babalarımız, atalarına uzay dan ziyaretçiler gelip gelmediğini düşünemezlerdi. Çok korkunç ama ne yazık ki her an çıkabilecek bir Hidrojen bombası savaşının günümüz uygarlığını toptan yerle bir ettiğini düşünelim. Beş bin yıl sonra arkeologlar NewYork'taki Hürriyet Heykeli'nin parçalarını bulacaklar, günümüz düşünce biçimiyle hareket ediyorlarsa, bilinmeyen bir tanrı, belki ateş tanrısı (heykelin elindeki meşale yüzünden) belki güneş tanrısının (heykelin başındaki ışın biçimi uzantılar yüzünden) heykeliyle karşı karşıya olduklarını sanacaklar ve heykelin aslında çok basit bir anlam taşıdığını hele özgürlüğü temsil ettiğini asla anlamayacaklardır. Geçmişin yollarını dogmalarla tıkamaya artık imkân yoktur. Eğer gerçeği aramaya koyulacaksak, önce bütün cesaretimizi toplayarak bugüne kadar izlediğimiz yollardan ayrılmalı, sonra da doğru ve gerçek kabul ettiğimiz her şeyden kuşku duymaya başlamalıyız. Yeni düşünceler saçmadır diye gözlerimizi ve kulaklarımızı kapayamayız. Şunun şurasında, elli yıl önce aya iniş düşüncesi de alay konusuydu; saçma ve gülünç bulunuyordu...
|
|
|
ERICK VON DANIKEN - TANRI BİR ASTRONOTMUYDU |
Yazar: Emka - 14-06-2016, Saat: 10:01 - Forum: ERICH VON DANIKEN
- Yorum Yok
|
|
TANRI BİR ASTRONOTMUYDU
TEVRAT sırlar ve çelişkilerle doludur. Söz gelişi, yaradılış bölümü dünyanın oluşmasını tam bir ideolojik doğrulukla anlatır. Peki ama bu bölümün yazarları minerallerden bitkilerin, bitkilerden de hayvanların oluştuğunu nerden biliyorlardı? Yaradılış Bölümü i, 26'da şöyle der: «Ve Tanrı, kendi benzerliğimiz ve görüntümüzde insanı yaratalım, dedi.» Tek ve eşsiz Tanrı neden çoğul olarak konuşuyor? Neden 'ben' değil 'biz', 'benim' değil 'bizim' diyor? Tanrı'nın kendi yaptığı işlerden söz ederken tekil şahısta konuşması gerekmez mi?«Ve insan yeryüzünde çoğalmaya başladı ve kız çocukları doğdu. Tanrı'nın oğulları, insanın kız çocuklarını beğendiler ve aralarından seçtiklerini eş olarak aldılar.» (Yaradılış Bölümü i, 1-2). İnsanın kız çocuklarını kendilerine eş olarak alan 'Tanrı'nın oğulları' kimlerdi? Tanrı bir tek olduğuna göre 'Tanrı'nın çocukları' neyin nesiydiler? «O günlerde dünyada devler yaşıyordu. Daha sonra Tanrı'nın oğulları, insanın kızlarına çocuklar verdiler. Onlar eski ve şanlı insanlardan olma güçlü insanlar oldular.» (Yaradılış Bölümü vi, 4). Karşımıza yine insanlarla çiftleşen Tanrı'nın oğulları çıkıyor. İlk kez devlerden söz edilmesi de burada. «Devler» hemen bütün eski kitaplarda, doğu ve batı mitolojisinde, Tiahuanaco efsanelerinde, Eskimo destanlarında sayfalarca yer kaplayan bir konudur. Bu bakımdan, bir zamanlar gerçekten var olduklarına inanmamız gerekir. Acaba 'devler' nasıl yaratıklardı? Dev binaları kuran, kocaman tasları oradan oraya sürükleyen atalarımız mı, yoksa teknik yetenekleri olan iri uzaylılar mı? Kesin olan bir tek şey var: Tevrat 'devler'den söz ediyor ve onları 'Tanrı'nın oğulları' olarak tanımlıyor.' Tanrı'nın oğulları' ise insanlarla çiftleşiyor ve çoğalıyorlar! Yaradılış Bölümü xix,1-28'de Sodom ve Gomora felâketinin ayrıntılı ve heyecanlı öyküsü anlatılır. Bir akşam Lût baba şehir kapısı yakınlarında otururken Sodom'a iki melek gelir. Anlaşılan Lût bu melekleri önceden tanımakta ve gelmelerini beklemektedir; çünkü görür görmez geceyi evinde geçirmelerini teklif eder. Tevrat'ta, şehir halkının 'bu yabancıları tanımak'istedikleri yazar. Ancak yabancılar, şehir zamparalarının cinsel isteklerini bir el hareketiyle yok etme yeteneğine sahiptirler. Ayrıca kötülük yapmak isteyenlerin gözlerini kör edebilmektedirler.
Yaradılış Bölümü xix. 12-14'e göre melekler, Lût'a yanına karısı; oğullarını, kızlarını, damatlarını ve gelinlerini alarak, son hızla şehirden ayrılmasını, çünkü bir süre sonra şehrin yok edileceğini söylüyorlar. Aile üyeleri bu garip uyarıya inanmak istemiyor ve Lût'un soğuk şakalarından biri olduğunu ileri sürüyorlar. Buradan sonrasını Yaradılış Bölümünden izleyelim: «Ve sabah oldu; melekler aceleyle Lût'a seslendiler: Kalk; karını, buradaki iki kızını al; yoksa kadınlarla birlikte yanıp gideceksin. Ve o oyalanınca ellerini ellerinin üstüne koydular, karısının ve kızlarının da ellerini tuttular; Tanrı ona merhamet ediyordu; ve onu önlerine kattılar ve şehrin dışına çıkardılar. Daha da ilerilere gidince; Kaçın, yaşamak istiyorsanız kaçın, sakın arkanıza bakmayın, sakın düzlükte kalmayın, dağlara kaçın, yoksa mahvolursunuz... dediler. Çabuk ol, daha uzaklara, kaç; çünkü uzaklara kaçmazsan seni kurtaramam.» Görüldüğü gibi 'melekler'in yerli halkça bilinmeyen bir gücü vardır. Telkin edilen acele ve Lût ailesinin götürüldüğü hız da ayrıca düşündürücüdür. Lût işi ağırdan alınca, eline yapışıp sürüklemeye başlarlar. Çok geç olmadan kaçmalıdırlar! Lût ailesi dağlara gitmeli ve asla arkalarına dönüp bakmamalıdır. Ancak burada dikkati çeken bir nokta vardır: Lût meleklere fazla bir saygı göstermemekte ve ikide birde durarak karşı koymaktadır; «Dağlara kaçamam, varsın kötülük gelsin, öldürsün beni...» Bir süre sonra melekler, kendileriyle gelmezse onu kurtaramayacaklarını yeniden söylerler.Sodom'a gerçekte ne olmuştu? Her şeye kadir olan Tanrı bir tarifeye bir zaman ölçüsüne mi bağlıydı? Değilse 'meleklerin' acelesi neydi? Yoksa şehir, saate bağlı bir güç kaynağıyla mı yok edilecekti? Geriye sayma işlemi mi başlamıştı? Öyleyse patlama anı yaklaştıkça melekler de can kaygısına düşüyorlardı. Lût ailesini güvenlik altına almak için daha kolay bir yöntem yok muydu? Neden her şeye rağmen dağlara kaçılmasında ısrar ediyorlardı? Ve neden hiç durmadan, asla arkalarına bakmamaları emrediliyordu? Biliyorum bu sorular konunun ciddiyetine biçimsiz düşer gibi görünüyor, ama Japonya'ya iki atom bombası atıldı atılalı, bu tür bombaların ne ölçüde zararlar doğurduğunu ve canlı varlıkları nasıl öldürdüğünü -ya da ölüm ölçüsünde hasta ettiğini- çok iyi biliyoruz. Öyleyse sorularımıza karşılık bulmak için, Sodom ve Gomora'nın bir tasarı uyarınca, yani bilerek, nükleer bir patlamayla yok edildiğini düşünelim. Belki de 'melekler'şehirde bulunan tehlikeli 'bölünebilir maddeleri' yok etmek, bu arada bir taşla iki kuş vurarak, davranışları hoşlarına gitmeyen bir insan soyunu ortadan kaldırmak için bu işe girişmişlerdi. Patlama zamanı kararlaştırılmış ve geri sayma işlemi başlamıştı.
Lût ailesi gibi kaçması ve kurtulması gerekenler, dağlara götürülmüştü, çünkü kayalar tehlikeli ışınları büyük ölçüde emerek az zararlı duruma getirebilirlerdi. Ve -hepimiz hikâyenin sonunu biliyoruz- Lût'un karısı döndü ve atom patlamasının oluşturduğu, güneşten defalarca parlak ışığa baktı! O anda düşüp ölmüş olması, günümüz insanını, özellikle atom bombasının ne olduğunu bilenleri, hiç şaşırtmayacaktır! «Sonra Tanrı Sodom ve Gomora üzerine kükürt ve ateş yağdırdı...» Felâketin öyküsü Yaradılış Bölümü xix. 27-28'de şöyle sona bağlanıyor: «Ve İbrahim sabah erkenden kalkarak Tanrı'nın önünde durduğu yere gitti: Ve Sodom ve Gomora'ya, düzlükteki topraklara baktı. Ve gördü ki, şehrin dumanları, ocak dumanları gibi göğe yükselmektedir.» Babalarımız kadar dindar olabiliriz ama, hiç olmazsa onlar kadar saf ve körü körüne inanmış değiliz. En iyi niyetimizle bile, her yerde bulunan, her şeye kadir olan mutlak bir Tanrı'nın, yaptığı işin sonunun nereye varacağını bilmediğimizi kabul edemeyiz: Tanrı insanı yaratmış ve eyleminden memnun kalmıştı. Ama her halde bir süre sonra pişmanlık duymuş olmalı ki, yarattığı insanları yok etmeye karar verdi. Çağımızın aydını bu çelişkiyle birlikte, bir Şefkatli Babanın nasıl olup da, sayısız oğlunu ölüme yollarken Lût ailesi gibilerini kayırdığı konusunda kuşkuya düşmelidir. Tevrat'ta Tanrı'nın ve meleklerin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak indiği birçok bölümde, değişik kişilerin ağzından, pek etkileyici biçimde anlatılır. Bunların en ilginçlerinden birini peygamber Hezekiel anlatıyor: (Tevrat, Hezekiel i-iv) «Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın beşinci gününde, ben Kebar ırmağı yanında sürgünler arasında iken vaki oldu ki, gökler açıldı... Ve baktım, ve işte, kuzeyden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında sanki ateş ortasında ışıldayan maden. Ve onun ortasından dört canlı yaratık benzeri çıktı. Ve onların görünüşü şöyle idi: Onlarda insan benzeyişi vardı ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı. Ve ayakları doğru ayaklardı; ve ayaklarının tabanı buzağı ayağının tabanı gibiydi ve cilâlı tunç gibi pırıldamakta idiler.»Görüldüğü gibi Hezekiel aracın yere nasıl indiğini ayrıntılarıyla anlatıyor: Kuzeyden, ışıklar saçan, pırıldayan bir şey, çöl kumlarını havalandırarak yaklaşıyor ve yere konuyor.
Tevrat ikide birde Tanrı'nın her yerde bulunduğunu belirtir. Öyleyse Tanrı burada neden belirli bir yönden geliyor? Hem her şeye kadir olan Tanrı'nın istediği yere gitmesi için bu kadar gürültü patırtı çıkarmasına gerek var mıdır? Durumu biraz daha aydınlatmak için Hezekiel tanıklığını izleyelim: «Ben canlı yaratıklara bakarken, işte canlı yaratıkların yanında, onların her yüzü için yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve yapılarının görünüşü zümrüt gibi idi; ve dördünün benzeyişi ve görünüşleri ve de yapıları sanki tekerlekler içinde tekerlek. Yürüdükleri zaman dört yanlarına da giriyorlardı; dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerlek çemberleri ise yüksekti ve korkunçtu; ve dördünün çemberleri çepçevre gözlerle dolu idi. Ve canlı yaratıklar yürüdükçe, tekerlekler onların yanında yürüyorlardı; ve canlı yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler yükseliyorlardı.» Anlatımın şaşırtıcı ölçüde güzel olduğu göze çarpıyor. Hezekiel tekerlek içinde tekerlek olduğunu ve tekerleklerin yürürken dönmediklerini söylüyor. Tekerleklerin çok hızlı dönmesi yüzünden oluşan, çok belirgin bir göz yanılması! Anlaşılan, Hezekiel, Amerikalıların bugün çölde ve bataklık bölgelerinde kullandıkları araçların bir benzerini görmüştü. Bu durumda tekerleklerin kanatlı yaratıklarla birlikte havaya yükselmesi de açıklığa kavuşuyor. Çünkü çok amaçlı araçlar; söz gelişi bir amfibik helikopter havalandığı zaman, doğal olarak, tekerleklerini de beraberinde götürür... Hezekiel'i dinlemeye devam edelim: «Ve bana dedi:Âdem oğlu, ayak üzerine dikil de seninle söyleşelim... Ve arkamdan: Rabbin izzeti kendi yerinden mübarek olsun diye büyük bir gürleme sesi işittim. Ve canlı yaratıkların kanatları birbirine dokundukça onların sesini ve yanlarındaki tekerleklerin gürültüsünü; büyük gürleme sesini işittim.» Hezekiel aracın kesin tarifini yaptıktan başka, nasıl havalandığını da anlatıyor. Tekerlek ve kanatların 'büyük gürleme sesi' çıkardığını söylemesi, onun bu olaya kesinlikle tanıklık ettiğini gösteriyor. 'Tanrılar' Hezekiel'Ie konuştuktan ve ülkenin yasalarını düzeltmesini emrettikten sonra onu yanlarına alarak götürüyorlar ve korkmamasını yurdunu henüz yüz üstü bırakmadıklarını söylüyorlar. Bu olay Hezekiel'i öylesine etkilemiş olmalı ki, aracı değişik bölümlerde bıkmadan usanmadan anlatmaya devam ediyor. Üç yerde daha. 'Dört yöne gidebilen ve giderken dönmeyen tekerleklerden' söz ediyor. Özellikle etkilendiği nokta aracın 'çepçevre gözlerle dolu'oluşu. Tanrılar ona gözleri olduğu halde görmeyen, kulakları olduğu halde duymayan bir «asi evinin» ortasında oturduğunu söylüyorlar.
Yurttaşları hakkında iyice aydınlandığını görünce, bu tür ziyaretlerde hep olduğu gibi, yasalarla ilgili öğütler, emirler ve düzgün bir uygarlık için gereken ipuçları vererek gidiyorlar. Hezekiel görevini benimsiyor ve 'tanrıların' emirlerini yaymaya koyuluyor. Bir kez daha değişik sorularla karşı karşıyayız. Hezekiel'Ie kimler konuşmuştu? Bunlar nasıl yaratıklardı? Kelimenin geleneksel anlamıyla 'tanrı' olmaları imkânsızdı; çünkü bir yerden ötekine gitmek için araç kullanılıyordu. Böylesine bir hareket ise, her şeye kadir olan Tanrı ile kesinlikle bağdaşmıyordu.Bu olaya uygunluğu bakımından, yine Tevrat'ta anlatılan bir teknik buluşu ayrıca inceleyelim: Exodus (Çıkış) xxv, 10'da Musa, Kanun Sandığının yapımı konusunda Tanrı'nın verdiği kesin emirleri anlatır. Talimatlar çok açıktır -ölçüler, pervaz ve çemberlerin nereye, nasıl takılacağı, hangi madenlerin kullanılacağı apaçık ve kesin olarak belirtilmiştir. Bunda amaç her şeyin 'Tanrı'nın'isteği gibi olmasını sağlamaktır. Öyle ki Tanrı birkaç sefer Musa'yı yanlışlık yapmaması konusunda uyarır: «Bak ve dağda sana gösterilen örneklere göre yap» (Exodus, xxv, 40). Ayrıca 'Tanrı' Musa'ya kendisiyle, sandığın üzerindeki kefaret örtüsü aracılığıyla konuşabileceğini söyler. Hiç kimse, der, sandığın yanına yaklaşmamalıdır ve sandığın taşınması sırasında giyilmesi gereken şeyleri ve özellikle ayakkabıları ayrıntılarıyla anlatır. Bütün bu uyarmalara rağmen bir aksilik olur. (2. Samuel vi, 2) Davud, sandığı Uzza ile birlikte bir öküz arabasına bindirir. Ancak yolda giderlerken öküzlerden biri tökezler ve sandık düşecek gibi olur. Bunun üzerine Uzza atılarak sandığı tutar ve yıldırım çarpmış gibi birdenbire ölür. Sandık kuşkusuz elektrik yüklüydü! Eğer Tevrat'taki talimatlar uyularak sandığı yeniden yaparsak, yüzlerce volt gücünde bir elektrik akımı doğacaktır. Biri pozitif, öteki negatif yüklü olan iki altın tabaka, kondansatör görevi yapacaktır. Kefaret örtüsü üzerine yerleştirilen iki altın kerubinden birinin mıknatıs olması halinde de ortaya güzel bir hoparlör çıkacaktır -belki de kerubinlerin içinde uzay gemisiyle Musa arasında bağlantı sağlayacak bir telsiz aracı vardı-. Hatırladığım kadarıyla Exodus'un çeşitli bölümlerinde sandıktan kıvılcımlar çıktığı ve Musa'nın öğüt ve yardıma ihtiyacı olduğu zaman bu 'iletici'den yararlandığını yazar.
Musa 'Tanrı'sının sesini duyabilmekte, ancak onu görememektedir. Bir keresinde 'Tanrı'ya kendisini göstermesini söyler. Tanrı'nın karşılığı şudur: «Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de yaşayamaz. Ve Rab dedi: İşte yanımda bir yer var ve kaya üzerinde duracaksın; ve vakit olacak ki, izzetim geçtiği zaman seni bir kayanın kovuğuna koyacağım ve ben geçinceye kadar seni elimle örteceğim; ve elimi kaldıracağım ve arkamı göreceksin; ama yüzüm görülmeyecek.» (Exodus xxxiii, 20-23). Eski yazılarda bu olayın inanılmaz benzerleri vardır. Söz gelişi Gılgamış Destanı'nın beşinci tabletinde -ki bu destan Sümer kaynaklıdır ve Tevrat'tan çok önce yazılmıştır- hemen hemen aynı cümleye rastlıyoruz: «Hiç bir ölümlü, tanrıların yaşadığı kutsal dağa gelemez. Tanrıların yüzünü gören ölmelidir.» İnsanlık Tarihi'ni anlatan başka eski kitaplarda böyle cümleler vardır. Neden 'tanrılar'kullarıyla yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı? Neden maskelerinin düşmemesi için bu kadar çaba harcıyorlardı? Neden ya da nelerden korkuyorlardı? İnsanın aklına, ister istemez Tevrat'taki bu olayın, doğrudan doğruya Gılgamış Destanından alınmış olabileceği geliyor. Bu düşünüş fazlasıyla mantıklıdır. Çünkü Musa, Mısır saraylarında büyümüş ve Mısır kültürünün temel taşı olan gizli kitaplardan bol bol yararlanma imkânı bulmuştu. Bu kitaplıklarda Gılgamış Destanı da elbette yer alıyordu. Belki Tevrat'ın yaşı hakkında da kuşkuya düşmeliyiz. Çünkü çok daha sonra yaşayan Davud'un altıparmaklı ve altı tırnaklı bir devle savaştığı, 2. Samuel xxi, 18-22'de uzun uzun anlatılmaktadır. Hatta bütün eski tarih, destan ve hikâyelerin bir noktada toplandıktan sonra değişik ülkelere, değişik biçimlerde yayıldığını bile düşünebiliriz. Lût gölü yakınlarında son yıllarda bulunan Kumran yazıları, Yaradılış Bölümünde sözü edilen olaylara büyük benzerlik göstermektedirler Bugüne kadar bilinmeyen birçok yeni buluntu da, göklerdeki savaş arabalarından, tanrı oğullarından, içinde canlı yaratıklar çıkan bulut ve tekerleklerden söz etmektedirler. Musa Apokalips'inde (33. bölüm) Havva'nın göğe baktığı ve dört parlak kartalın çektiği ışıktan bir savaş arabası gördüğü anlatılır. Araba hiç birdünya lının anlatamayacağı ölçüde görkemlidir ve Âdem'in yanına indiği zaman tekerleklerin arasından dumanlar çıkar.
Aslında bu öykü bize yeni bir şey anlatmamaktadır. Çünkü bütün eski kitap ve yazılarda, Âdem ve Havva'ya kadar uzanan bir süre içinde görünen tekerlekli, dumanlı, ateşli savaş arabaları anlatılmaktadır. Lamek yazıtlarında akıl almaz bir olay anlatılır. Gerçi tomarların bir bölümü, birtakım cümle ve paragrafların okunmasını imkânsızlaştıracak kadar bozulmuştur ama, geride kalanlar anlatmaya değer ölçüde meraklıdır: Nuh'un babası Lamek, güzel bir günde evine dönünce, görünüşü bakımından aileye hiç uymayan bir oğlanla karşılaşır. Bunun üzerine karısı Bat-Enoş'u çağırır ve çocuğun kendisine ait olmadığını söyler. Bat-Enoş bildiği bütün kutsal şeyler üzerine yemin ederek tohumun ondan, yani Lamek'ten geldiğini, bu işte ne bir askerin ne bir yabancının ne de 'tanrı oğullarının' parmağı olduğunu anlatır. (Bu tanrı oğullarının kimler olduğunu sorabilir miyiz? Bu aile dramının, Tufan'dan önce olduğunu da bu arada belirtelim.) Bununla birlikte Lamek karısına inanmaz ve babası Methuselah'ın öğütlerini almak üzere yola çıkar. Babasının evine varınca olayı olduğu gibi anlatır ve çok üzüldüğünü söyler. Methuselah dinler ve çocuğun nereden geldiğini anlamak için bilge Enok'a başvuracağını, bunun için de çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerektiğini söyler. Ama ailenin bu çocuğa tepkileri öyle büyümektedir ki, sonunda yolculuğa çıkmaya karar verir. Enok, Methuselah'ın ailede birdenbire ortaya çıkan ve ne saçı, ne gözü, ne de derisi kendilerine benzeyen bu çocuğu anlatmasını dinler ve yaşlı adamı çok üzücü bir haberle birlikte evine yollar: Pek yakında dünya, insanlık ahlâksızlık ve alçaklık suçundan yargılanacaktır. Ailedeki çocuk, büyük evrensel yargılamadan kurtulacak olanların dedesidir. O bakımdan Lamek'e, çocuğa Nuh adını koymasını emretmelidir. Böylece Methuselah evine döner ve oğlu Lamek'e kendilerini bekleyen felâketi anlatır.
Lamek'in çocuğu kabul etmekten ve Nuh adını koymaktan başka çaresi yoktur! Aile öyküsünün en ilginç yanı, Nuh'un ailesinin, hatta büyük babası Methuselah'ın, daha sonra ateş saçan bir savaş arabasına binerek ebediyen göklerde kaybolan Enok tarafından pek yakın bir felâket konusunda uyarılmış olmalarıdır. Bu olay da, insan soyunun, uzaydan gelen bilinmeyen yaratıklar eliyle çoğaltıldığı düşüncesini doğrulamıyor mu? Aksi halde, insanların hiç durmadan devler ve tanrı oğulları tarafından döllenmesinin ve başarısız olan türlerin sürekli yok edilmesinin hiç bir anlamı kalmıyor. Bu açıdan bakınca, Tufan'ın, bir iki üstün kişi dışında kalan insanları ortadan kaldırmak için bilerek yapıldığı anlaşılıyor. Böyle olunca da ilâhî bir yargılama niteliği ortadan kalkıyor.Günümüzde daha zeki bir insan türünün sunî olarak yaşatılması gerçekleşmeye doğru giden kuramlar arasında. Tıpkı Tiahuanaco efsanelerinde anlatılan Büyük Ana'nın, güneş kapısına uzay Gemisiyle gelmesi ve 70 çocuk doğurması gibi. Tıpkı türlü din kitaplarının, 'Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı' demesi gibi. Birtakım eski dinkitap ları daha da ileriye giderek, 'tanrı'nın istediği biçimde insanların' yaratılabilmesi için, birçok deneyler yapıldığını yazıyor. Bilinmeyen uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiğini ileri süren kuramımıza göre, bugün bile bizi biz yapanın bu üstün varlıklar olduğu anlaşılmaktadır.
Bu deliller zincirinin bir halkasını da, tanrıların atalarımızdan istedikleri armağanlar tamamlıyor. Bu istekler, hiç bir zaman güzel kokular ve kurbanlık hayvanlarla sınırlandırılmamıştı. Armağanlar listesinde çoğu zaman çeşitli karışımlardan yapılmış sikkeler de yer alıyordu. Gerçekten de Doğu'nun en büyük eritme kuruluşlarından biri, Ezeon Geber'de bulunuyordu. Kazılarda ortaya çıkarılan bu kuruluş, son derece modern bir ocak, türlü hava kanalları ve belirli amaçlar için açılmış deliklerden meydana geliyordu. Günümüz eritme uzmanları bu kuruluştan nasıl bakır elde edilmiş olabileceğini açıklayamıyorlar. Ancak burasının bakır elde etmek için kullanıldığı kuşkusuzdur; çünkü Ezeon Geber dolaylarındaki birçok mağara ve galeride geniş bakır sülfat stokları bulunmuştur. Söz konusu bütün buluntular 5000 yıllıktır! Eğer bir gün bizim uzay adamlarımız da indikleri gezegende ilkel insanlarla karşılaşacak olurlarsa, zavallılar üzerinde 'tanrı' ya da 'tanrı oğlu' izlenimi bırakacaklardır. Ama bir de indikleri gezegende korkunç ileri bir uygarlığın insanlarıyla karşılaştıklarını düşünün. Her halde o zaman, 'tanrı' olarak değil, zamanın çok gerisinde yaşayan zavallılar olarak karşılanacaklardır!
|
|
|
Erich Von Daniken - EVRENDE AKILLI YARATIKLAR VAR MI? |
Yazar: Emka - 14-06-2016, Saat: 09:47 - Forum: ERICH VON DANIKEN
- Yorum Yok
|
|
EVRENDE AKILLI YARATIKLAR VAR MI?
YİRMİNCİ YÜZYIL İNSANI, türünün evren deki tek örneği midir? Başka yıldızlardan gözümüzle görebileceğimiz örnekler gelmediği sürece bu soruya verilen, «Evet,dünyamız, üzerinde insan yaşayan tek gezegendir!» karşılığı geçerli ve inandırıcı kalacaktır. Ancak son araştırma ve bulgulardan ortaya çıkan gerçekler dikkatle incelendiğinde, soru işaretleri ormanının büyüdükçe büyüdüğü görülecektir. Astronomlar bulutsuz bir gecede çıplak gözle 4500 yıldız görülebileceğini söylüyorlar. Küçük bir gözlem evi teleskopu bu sayıyı iki milyona çıkarabiliyor. Modern yansıtıcı teleskoplarca, Samanyolu’nu oluşturan milyarlarca yıldızın ışığını gözlemciye getirmek gücünde. Ancak, evrenin heybetli ölçüleri açısından Samanyolu, çok daha büyük bir yıldızlar sisteminin ufacık bir parçasıdır. Bu sistem yirmiye yakın galaksiden oluşur ve yarıçapı bir buçuk milyon ışık yılıdır. (1 ışık yılı, ışığın bir yılda aldığı yoldur ve 300.000 x 60 x 60 x 24 x 365 = 9.460.800.000.000 kilometreye eşittir). Ancak böylesine korkunç bir sayıyla anlatılan bu sistem bile, elektronik teleskopların gösterdiği nebulaların büyüklüğü karşısında küçücük kalır. Astronom Harlow Shapley, teleskoplarımızın görüş alanı içinde yaklaşık olarak (100.000.000.000.000.000.000) yıldız bulunduğunu ve bunların binde birinde gezegenler sistemi bulunduğunu tahmin ediyor. Bu tahminin temelinden hareketle, söz konusu yıldızların binde birinde hayat için gerekli koşullar olduğunu kabul edersek, geriye (100.000.000.000.000) yıldız kalıyor. Peki, bunların kaçında hayata uygun atmosfer var? Binde birinde mi? Öyleyse (100.000.000.000) yıldız hayat için gerekli atmosferi taşıyor demektir.
Daha ileri giderek, bunların binde birinde hayatın ortaya çıktığını düşünürsek, şu anda üstünde hayat olan 100 milyon gezegen bulunduğu anlaşılır. Bu hesaplar, günümüzün tekniğiyle yapılan teleskopların gösterdiği yıldızlar temel alınarak yapılmıştır. Bu arada tekniğin her gün gelişmeler gösterdiği unutulmamalıdır. Biyokimyacı Dr. S. Miller'in varsayımını izlediğimizde hayatın ve hayat için gerekli koşulların, birtakım başka gezegenlerde daha çabuk gelişmiş olabileceğini görürüz. Bu varsayımı kabul edersek, 100.000 gezegende, bizimkinden daha gelişmiş uygarlıkların bulunduğunu da kabul etmemiz gerekir. Tanınmış bilim adamı, yazar ve W. von Braun'un arkadaşı Prof. Dr. Willy Ley, NewYork'taki konuşmamızda görüşlerini şöyle açıkladı: «Yalnız Samanyolu'ndaki yıldızların sayısı 30 milyar kadardır. Günümüz astronomi bilginleri, bunların 18 milyarında gezegenler sistemi bulunduğunu kabul ederler. Gezegen sistemleri arasındaki uzaklığın, gezegenlerin ancak yüzde birine bir yıldız yörüngesine girme olanağı tanıdığını düşünelim. Bu durumda, hayatı destekleyecek güçte 180 milyon gezegenle karşı karşıya kalırız. Bunların yüzde birinde de hayatın gerçekten ortaya çıktığını düşünürsek, geriye 1.800.000 gezegen kalır. Üzerinde hayat bulunan gezegenlerin yine yüzde birinde «Homo Sapiens'e eşit akıl düzeyindeki canlıların yaşadıklarını kabul edersek, Samanyolu’nda 18.000 uygarlık olduğu ortaya çıkar.» Samanyolu'ndaki yıldız sayısının son sayımlarda 100 milyara çıktığı göz önünde tutulursa, Prof. Ley'in dikkatle yaptığı hesaptaki uygarlık sayısı büyük çapta artar. Ütopik sayıları ya da bilinmeyen galaksileri katmaksızın yapılan yukarıdaki tahmini, biraz daha ilerletebiliriz ve 18.000 gezegenin en az yüzde birindegerçekten hayat olduğunu ileri sürebiliriz. Dünyaya benzer gezegenleri var olduğu, gerek hesaplar, gerekse bilimsel araştırmalar sonucu, kuşku tanımaz bir duruma gelmiştir.
Ancak hayatı destekleyen koşulların ille de dünyanın kilerle özdeş olması gerekmez. Hayatın yalnız dünyadaki koşullar altında geliştiği düşüncesi çoktan çürütülmüştür. Oksijen ve su olmayınca hayat da olmaz inancı tümüyle yanlıştır. Öyle ki dünyamızda bile oksijene gerek duymayan canlılar vardır. Anaerobik bakteri adı verilen bu yaratıklara oksijen, öldürücü etki yapmaktadır. Neden uzayda aynı şekilde yaşayan gelişmiş türler bulunmasın? Çalışmalarını pek yakın tarihlere kadar dünyamız üzerinde yoğunlaştıran araştırmacılar, gezegenimizi hayat için 'ideal' olarak nitelendirmişlerdi. Bol bol suyu, tükenmeyen oksijeni, organik yollarla kendiliğinden yenilenen doğası ve ne çok sıcak, ne çok soğuk iklimiyle dünyamız, bu niteliği hak eder görünüyordu. İyi ama hayatın doğuşu ve gelişmesi böylesine katı kurallarla sınırlandırıldığında, ortaya çıkan şaşırtıcı durumlara ne demeli? Bilginler,dünya da iki milyona yakın değişik canlı türünün bulunduğunu tahmin ediyorlar; bunların bir milyon iki yüz bini bilimsel olarak tanınıyor. Ancak, tanınanlar içinde birkaç bin türün, bugün geçerli kurallar gereğince,yaşam aması gerekiyor! Bu durumda, hayat için gerekli koşulları belirleyen yasaların yeni baştan ele alınıp incelenmelerinden başka çıkar yol yoktur. Normal olarak yüksek radyoaktiviteli suların mikroptan arınmış olacağı düşünülebilir. Ne var ki birtakım bakteri türleri, nükleer reaktörleriçevre leyen Dr. Siegel'in yaptığı bir deney ise korku vericidir: Siegel, Jüpiter'in atmosferini laboratuvarında yaratarak, birtakım bakterileri burada üretmeyi denemiştir. Bilindiği gibi Jüpiter'in atmosferi, bizim anladığımız biçimde hayat için hiç bir uygunluk göstermemektedir. Bununla birlikte Siegel'in bakterileri, amonyak, metan ve hidrojene rağmen ölmemiş ve üremelerini sürdürmüşlerdir. Bristol Üniversite si entomoIojistlerinden Hinton ve Blum'un deneyi de aynı oranda ürkütücüdür. Bu bilim adamları, bir tatarcık türünü birkaç saat 100° santigrad ısıda kuruttuktan sonra,uzay kadar soğuk olan sıvı helyuma atmışlardır. Daha sonra yüksek ısı vererek doğal hayata döndürdükleri hayvancıklar hiç bir şey olmamış gibi yaşamalarını sürdürmüşler, hatta 'sağlıklı' yavrular bile doğurmuşlardı! Bunların dışında yanardağlarda yaşayan, taş yiyen, demir üreten bakteri türleri de tanınmaktadır.
Soru işaretleri ormanı büyüdükçe büyümüyor mu? Birçok araştırma merkezinde deneyler sürdürülürken, hayatın hiç bir zaman dünyamız koşullarıyla sınırlandırılamayacağının delilleri de artmaktadır.Dünya yüzyıllar boyu, yerküreyi yöneten koşullar ve yasalar çevresinde dönüp duruyor. Bu inanış, alışılmış ölçü ve düşünce sistemlerini benimseyen araştırmacıların gözlerine her şeyi bulanık ve titrek gösteren bir gözlük gibi yerleşti.Uzay incelenirken de çıkarılamayan bu gözlük yüzünden, çağ açan düşünürlerden Teilhard de Chardin,uzay da ancak 'hayal'in gerçek olabileceğini ileri sürdü! Eğer başka gezegenlerde yaşayan akıllı yaratıklar da bizim gibi düşünüyorlarsa, kendi hayatları için gerekli koşulları, bütün evren için geçerli sayıyorlar demektir. Böylece bizim anladığımız biçimde bir hayat için kesinlikle öldürücü olan –150, 200 derece ısıda yaşayan yaratıklar, evrende hayat izi ararken –150 dereceyi de birlikte arayacaklardır. Tıpkı bizim geçmişimizi aydınlatmaya çabalarken kullandığımız mantık gibi... Şu, ya da bu zamanda ortaya çıkan her atak düşünceye ütopya gözüyle bakılır. Ama günlük gerçekler arasına giren ütopyalar sayılamayacak kadar çoktur! Burada verilen örnekler en uzak ihtimalli türden olmakla birlikte, bugün kavramakta güçlük çektiğimiz birtakım kavramlar açıklanınca, gerçek durumuna gireceklerdir. O zaman tüm engeller yıkılacak ve insan,evren in gizli tuttuğu bilgilere bir adım daha yaklaşacaktır. Gelecek kuşaklar evren de bugün hayal edemediğimiz ölçüde değişik türden canlılar bulacaklar, biz orada olmasak bile,evren deki tek akıllı yaratık olmadıklarını, hele hiç de en eski yaratık olmadıklarını kabul edeceklerdir.
Yaşı sekiz ya da on iki milyar olarak bilinen evrenden kopup gelen göktaşları, mikroskoplarımızın altına organik bileşimlerin, izlerim getirmektedirler. Milyonlarca yıllık bakteriler yeniden hayat kazanırken, uzaydaki sayısız güneşlerden çıkan sporlar, boşluğu aşarak gezegenlerin çekim alanına kapılmaktadırlar. Milyonlarca yıldır süregelen dönemlerde, yeni hayat türleri yaratılmakta ve gelişmektedir. Bu arada yerkürenin her yanından toplanan sayısız taş örneklerinin incelenmesi, dünyamızın dört milyar yıl önce meydana geldiğini ortaya çıkarmıştır. Ne var ki bilimin tek bildiği şey, bir milyon yıl kadar önce,' insanı andırır bir şey 'in dünyada yaşadığıdır! Ve dev zaman nehrine, ağır çalışmalar, büyük serüvenler ve geniş çapta merak karşılığında kurduğu baraja ancak 7000 yıllık bir insanlık tarihi toplayabilmiştir. Evrenin milyarlarca yılla ölçülen geçmişi karşısında bu sayı gülünç kalmıyor mu? İnsanın bugünkü durumuna gelebilmesi için 400.000 yıl geçmesi gerekmişti. Neden başka gezegenler bize benzeyen ya da benzemeyen varlıkların gelişmesi için daha elverişli koşullar sağlamamış olsun? Neden başka bir gezegende bize eşit ya da bizden üstün 'rakipler' bulunmasın? Birtakım kestirme karşılıklarla bu sorular hasıraltı edilemez! Geçmişte yıkılmaz görünen yasalara bugün gülündüğü unutulmamalıdır. Söz gelişi, yüzlerce kuşak dünyanın düz olduğu inancındaydı. Binlerce yıl güneşin dünyanın çevresinde döndüğü ileri sürüldü. Bugün bile, Samanyolu’nun merkezinden 30.000 ışık yılı uzakta, sıradan, minicik bir gezegen olduğu ispatlandığı halde, dünyanın, her şeyin merkezi olduğuna inananlarımız var. Uzay araştırmalarında elde ettiğimiz bilgiler, evren karşısındaki küçüklüğümüzü ve değersizliğimizi çoktan ortaya koymuştur. Ancak geleceğimizin evrende gizli olduğu gerçeği, değerinden bir şey yitirmemiştir. Geleceğe şöyle bir bakmadan, geçmişi tarafsızlık ve içtenlikle araştırma gücünü bulabileceğimizi sanmıyorum...
|
|
|
BAŞKALARININ ZİHNİNİZİ OKUMASINI ENGELLEYİN |
Yazar: Emka - 14-06-2016, Saat: 06:49 - Forum: Zihin Kontrolü
- Yorum Yok
|
|
1. Derin nefes alıp verin ve kendinizi merkez'leyin.
2. Kendinizi her tarafınızdan çevreleyen beyaz ışık sütunu imgeleyin.
3. Eğer herhangi bir enerji, varlık veya düşünce formu sizin yerinizi (enerji alanınızı) ihlal ediyorsa, onların önüne beyaz bir ışık sütunu yerleştirerek ve bu sütunu kademeli olarak bedeninizden dışarı doğru iterek onları uzaklaştırın, böylece incitici enerjiyi, varlığı veya düşünce formunu geri doğru itersiniz.
4. Tehdit geçer geçmez, beyaz ışığı, altın ışık ile değiştirin, beyaz ışığı altın ışık yapın. Beyaz ışık iyi ve iyi - olmayan HERŞEYİN enerji alanınıza girmesini engeller. Altın ışık pozitif, sevgi dolu düşüncelerin ve varlıkların enerji alanınıza girmesine izin verir, ancak negatif olanları geri püskürtür. Beyaz ışığı sadece saldırı altında iken veya psişik olarak saldırıya uğradığınızda kullanın.
Rastgele birileriyle karşılaştığınızda, düşüncelerinizi kendinize saklamak istediğiniz zaman, hemen Dünya’ya toprak'layıcı bir kordon gönderin, kök çakranızdan Dünya’nın merkezine bir kordonun uzandığını imgeleyin, bu auranızı bedeninize yakın tutar. Auranız diğer kişinin aurasıyla birbirine karışmayınca, sizin isteğiniz olmadan zihninizi okuması hemen hemen imkânsızdır.
[Not: Bulunduğunuz ortamda fark edilmek istemiyorsanız, auranızı fiziksel bedeninize kadar çekin, daha sonra tekrar normal boyutuna getirin]
Saklayacak hiçbir şeyimiz olmasa da, bu tüm özel düşüncelerimizin herkese ayırım yapmaksızın yayınlanması gerektiği anlamına gelmez. Sahip olduğumuz her düşünce başkaları için yararlı olmayabilir. Hatta pozitif ve sevgi dolu düşünceler bile bazı durumlarda yanlış anlaşılabilir ve tehdit olarak görülebilir.
''Mahremiyetimizi ve sınırlarımızı korumaya hakkımız var. Eğer başka biri bu sınırları ihlal ediyorsa, kendimizi korumak uygundur.''
|
|
|
Başmelek Gabriel 13.06.2016 |
Yazar: Emka - 14-06-2016, Saat: 06:36 - Forum: Gabriel (Cebrail)
- Yorum Yok
|
|
BAŞMELEK GABRİEL - Günlük Mesajı – 13.06.2016 Pazartesi
ZARAFET, KOLAYLIK, TAM VAROLUŞ VE NEŞELİ YARATIM(Grace, Ease, Full Presence, and Joyful Creation)
Şu anda her şeyin sizin ve herkesin en yüksek hayrı için ilahi mükemmellikle göz önüne serilmek üzere yerli yerinde olduğunu tam bir kesinlikle bilseydiniz, vaktinizi neye ayırırdınız?O ruhunuzun hasret kaldığı zarafet, kolaylık, tam varoluş ve neşeli yaratımı deneyimleme özgürlüğünü en sonunda size verdi, bu bilişi kucaklayın. ~Başmelek Gabriel
|
|
|
7 ADIMDA ZİHİNSEL ENERJİ SEVİYENİZİ YÜKSELTİN |
Yazar: Nesrin Kaya - 14-06-2016, Saat: 04:42 - Forum: Zihin
- Yorum Yok
|
|
Zihin, insan vücudundaki enerji seviyesini etkileyen en önemli faktör. Zihinsel enerjisi yüksek olan insanların ortak özelliği; mutluluk, yüksek irade, güven ve motivasyon sahibi olmaları. Artan irade ve motivasyonla da sağlıklı beslenme gibi alışkanlıklar kazanmak mümkün. [i]Eğer kendinizden eminseniz, yaptığınızdan da eminseniz işte o zaman yaptığınız işi başarı ile gerçekleştirebilirsiniz[/i]
İşte zihinsel enerji seviyenizi yükseltmek için atmanız gereken ilk 7 adım.
1.MİNNETTAR OLUN
Hayatınızda minnettar veya müteşekkir olduğunuz şeyleri kendinize hatırlatın. Şükran, sizi daha çok olumlu düşünceye bu sayede de zihinsel enerjinizin artmasını sağlayacak. Eğer işyerinizde eğlenemiyorsanız, işinizin olduğunu ve bir maaş kazandığınızı hatırlayıp mutlu olun. Eğer hayatınızda zorluklarla karşılaşıyorsanız, zorlukların sizi daha güçlü yapacağını hatırlayın.
Şükretme neyin önemli olduğunu size hatırlatır. Eğer trafik sıkışıklığında kaldıysanız, ailenizi hatırlayın. Trafik sadece sizi onlara ulaştıracak.
Aksiyon:
Hayatınızda minnettar olduğunuz 5 şeyi bir kağıda yazın.
2.ÇEVRENİZİ İYİ İNSANLARLA DONATIN
İnsanlar doğuştan sosyal varlıklardır; insanlarla iletişim kurmak bizi mutlu eder ve enerji verir. Olumlu düşünen ve size enerji veren insanlarla zaman geçirin. Her zaman olumlu bir tonda konuşun. Bu daha olumlu düşünüp daha enerjik olmanızı sağlayacak.
Aksiyon:
Hayatınızda sürekli olumsuz düşünen insanlar var mı? Onlarla bu kadar çok zaman geçirmeli misiniz? Nasıl insanlarla zaman geçirmeyi tercih ederdiniz? Bu tür insanlarla tanışıp zaman geçirmek için bir strateji geliştirin.
4.AKLINIZDAKİLERİ DÜZENLEYİN
Çoğu insan her zaman çok meşgul ve akıllarında birçok farklı şeyi tutmak zorundalar. E-posta gibi yöntemlerle, her zamankinden daha hızlı bir şekilde bilgi ediniyoruz. Hata yapmaktan kaçınmak için aklınızdakileri düzenleyin; her şeyi aklınıza kazımak zorunda değilsiniz.
Aksiyon:
Ajanda, alarm ve hatırlatıcılar yardımıyla aklınızdakileri düzenleyin.
Örneğin bir toplantı belirlediğinizde bunu ajandaya geçirin ve hatırlamak için kendinizi zorlamak zorunda kalmayın. Bir to-do listeniz olsun. Bu sayede işlerinizin bilincinde olacak ve yetiştirmekte büyük kolaylık yaşayacaksınız.
5.DIŞARI ÇIKIN
D vitamini içeren gün ışığı, cildinize ve gözlerinize iyi gelir ve enerji seviyenizi yükseltir. Ayrıca, vücudunuz ve zihniniz gün boyu uyanık olmaya alışık olduğundan, gün içinde kendinizi daha enerjik hissedersiniz. Gün ışığı vücudumuza uyanık ve enerjik olması gerektiğini hatırlatır.
Aksiyon:
İşte kendinizi yorgun hissettiğinde dışarı çıkın ve güneş ışığında kısa bir ara verin.
6.EĞLENİN!
Ailenizle ve arkadaşlarınızla zaman geçirmeyi ihmal etmeyin. Hobilerinize zaman ayırın. Bu aktiviteler sizi heyecanlandırıp motive edecektir. İşe biraz ara vermek, daha çok iş halletmenizi sağlayabilir. Eğlenmek, vücudunuza enerji seviyenizi yükselten bir etki eder.
Aksiyon:
Haftanın belirli günlerini hobilerinize ve sevdiklerinize ayırın.
7.ZİHNİNİZİ TETİKLEYİN
Zihninizi çok yormadan tetikte tutun. Zihninize meydan okumak size enerji verecektir. Kendinizi zorlamazsanız günlük hayattan sıkılabilir veya amaçsız hissedebilirsiniz. Zihninizi tetiklemek için yeni bir beceri edinmeyi deneyin.
Aksiyon:
Günlük hayatınızda kendinizi zorlayan deneyimler yaşamaya çalışın.
|
|
|
VÜCUDUMUZLA İLGİLİ BİLİNMEYEN GERÇEKLER |
Yazar: Spiritüeller - 14-06-2016, Saat: 01:01 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
|
1. Dil izi: Eğer kimliğinizi saklamak isterseniz, dilinizi çıkarmayın. Parmak izine benzer şekilde, herkes tek ve benzersiz bir dil izine sahip.
2. Döküntü: Evde tüy dökme derdinden şikayetçi olan sadece evcil hayvanınız değil. İnsanlar her saat yaklaşık 600 bin deri partikülü döküyor. Bu her yıl yaklaşık 680 gram tutuyor, bu nedenle ortalama bir insan 70 yaşına kadar yaklaşık 48 kg deri dökmüş oluyor.
3. Kemik sayısı: Yetişkinlerde bir bebekten daha az kemik bulunuyor. Doğduğumuzda 350 kemiğe sahip oluyoruz, ancak gelişim süreci boyunca kemikler eriyip birbiriyle kaynaşıyor ve yetişkin olduğumuzda sadece 206 kemiğimiz kalıyor.
4. Yeni mide: Mide mukozasının dış tabakası ömrü çok kısa olduğu için 3-4 günde yenilendiğini biliyor muydunuz? Eğer yenilenmeseydi, midenizdeki yiyecekleri hazmetmek için kullanılan güçlü asitler, aynı zamanda midene de zarar verecektir.
5. Koku hatırlama: Burnumuz köpekler kadar hassas değil, ancak 50 bin farklı kokuyu hatırlayabilir.
6. Uzun bağırsaklar: İnce bağırsağın uzunluğu yetişkin bir insanın boyunun yaklaşık 4 katı uzunluğundadır. Eğer geriye doğru katlanmasaydı, 5-6 metrelik uzunluğu karın boşluğuna sığmazdı.
7. Bakteri: Bu cilt için gereklidir. İnsan vücudunda cildin her santimetre karesinde yaklaşık 32 milyon bakteri yaşıyor. Bunların büyük bir çoğunluğu zararsız.
8. Vücut kokusunun kaynağı: Koltuk altı gibi kokan ayakların kaynağı terdir. İnsanlar ayaklarından da terler. Bir çift ayak 500 bin ter bezine sahiptir ve günde yarım litre ter oluşturabiliyor.
9. Hapşırma hızı: Hapşırık havada saatte 161 km hızla gidebiliyor. Bu nedenle hapşırınca burnunuz ve ağzınızı kapatmalısınız.
10. Kan aralığı: Eritrosit olarak bilinen kan hücreleri bikonkav (iki yanı çukur) diskler şeklindedir. Kan uzun bir yolda seyahat eder. İnsan vücudunda yaklaşık 96 bin 560 km kan damarı bulunuyor. Çok çalışkan olan kalp her gün damarların içine 7 bin 571 litre kan pompalıyor.
11. Tükürük miktarı: Tükürüğünüzün içinde yüzmek istemeyebilirsiniz, fakat biriktirseydiniz bunu yapabilirdiniz. Çünkü, bir ömür boyunca insan 25 bin litre tükürük üretiyor. Bu miktar 2 yüzme havuzunu doldurmaya yeter.
12. Horlama sesi: 60'lı yaşlarda, erkeklerin yüzde 60'ı ve kadınların yüzde 40'ı horluyor. Horlama ortalama 60 desibelken, horlama seviyesi bazı kişilerde 80 desibelin üzerine çıkabiliyor. 80 desibel seviyesindeki ses havalı matkabın çıkardığı ses kadar yüksektir. 85 desibelin üzerindeki sesler insan kulağına zarar verdiği saptanmıştır.
13. Saç rengi ve sayısı: Sarışınlar daha eğlenceli olabilir ya da olmayabilir, ancak sarışınlar kesinlikle daha fazla saça sahipler. Saç rengi saçımızın ne kadar sık olduğunu belirlememize yardımcı oluyor. Buna göre sarışınlar en üst sırada yer alıyor. Bir insanda ortalama 100 bin saç kılı bulunurken, sarışınlarda bu sayı ortalama 146 bin. Siyah saçlı insanlar yaklaşık 110 bin saç kılına sahip, kahverengi saçlı insanlarda ise 100 bin saç kılı bulunuyor. Kızıl saçlı insanların ise saç kılı daha az yaklaşık 86 bin kadar.
14. Tırnak gelişimi: Eğer el tırnaklarınızı ayak tırnaklarınızdan daha sık kesiyorsanız, bu doğaldır. El tırnaklarımız daha çok kullanıldığı için daha hızlı uzuyorlar. Elimizin tırnakları 0,5 - 0,6 mm hızla uzar. Yani kesilmezlerse yılda 2,5 - 3,0 santimetre uzunluğa ulaşabilirler. Ayak tırnaklarının uzama hızı bunun dörtte biri kadardır. En hızlı uzayan tırnak orta parmağın tırnağıdır.
15. Baş ağırlığı: Bebekler doğduklarında başlarını tutamazlar. İnsan başı doğduğunda vücudumuzun toplam uzunluğunun dörtte biri kadardır. Fakat, yetişkin olduğumuzda bu oran toplam uzunluğumuzun 8'de birine ulaşır.
16. Uyku ihtiyacı: Eğer iyi bir gece uykusu için öldüğünüzü söylerseniz, tam anlamıyla bunu kastediyorsunus. Haftalarca bir şey yemezseniz ölmezsiniz, fakat 11 günden sonra uykusuzluğa dayanamazsınız, sonsuza kadar uyup kalırsınız.
|
|
|
BİZDEN SAKLANAN GERÇEKLERDEN YALNIZCA BİRİ : GÜMÜŞ HAKKINDA BİLMEDİKLERİMİZ |
Yazar: Emka - 13-06-2016, Saat: 23:33 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
BİZDEN SAKLANAN GERÇEKLERDEN YALNIZCA BİRİ : GÜMÜŞ HAKKINDA BİLMEDİKLERİMİZ
Günümüz çağı, günümüz insanı, yeniçağ insanı, modern teknoloji çağı, dijital çağ… diye gider bu günün isimleri… Peki, gerçekten bunlar gelişmişliği ifade ediyor mu? İleriye doğru gittiğimizi gösteriyor mu? Dünya’nın daha iyi bir yer olmasını sağlıyor mu? Birçoğunuzun içinizden hayır dediğini duyar gibi oluyorum.
Geçmiş zamanlardan bu güne doğru zihninizde gelişim sürecini izlediğinizde, bir bütün halinde hareket eden minik organizmaların oluşturduğu büyük bir organizma görürsünüz. Sorumluluk bilinci, paylaşım, bilgilerin aktarılması üzerinde durulan hassasiyet ve birbirini destekleyen insanlar görürsünüz; çünkü aslında toplumlar bireylerden değil bireyler toplumlardan oluşur ve siz toplumun makro organizma halini sağlam bir şekilde oturtursanız mikro düzeyde de bireyler her yönden gelişimin potansiyellerini zorlamaya başlar.
Bu genel durumun özetinden sonra birazdan bahsedeceğim bilgi ile aslında bizlere aşılananları, toplumsal düzenleri, kapitalizmin bizi hasta edip sonra iyileştirme vaadinde nasıl bulunduğunu ya da bizleri, var olan verimli şeyleri nasıl da tüketime götürdüğüne dair birçok dallanıp budaklanan sorgulara gideceğinize inanıyorum. Basit gibi görünen her durumun arkasında, gerçekten sorgulayıp anlamaya çalışanlar için örümcek ağına dönüşen gerçekler vardır.
Şimdi size biraz gümüşten bahsedeceğim.
Bizlere açık açık anlatılmayan ancak faydaları oldukça geliştirilebilirlik sağlayan bir elementtir gümüş. Onlara geri kalmış derken çok eski zamanlarda insanlar sağlık alanında bu elementi kullanıyordu. (Peki, bu modern çağda neden bunca hastalıktan kurtulamıyor üstüne bir de yeni hastalıklar ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz? Yorum sizin.)
Gümüşün faydaları Jül Sezar döneminden beri biliniyor. Romalılar, küçük gümüş parçacıklarını yanıkları, kesikleri ve yaraları tedavi etmek için; Grekler, su ve şarap kaplarını bakterilerden temizlemek için gümüşü kullanırlardı. Ayrıca Roma döneminde sadece gümüş kaplarda su taşıyan askerlere savaşa gitmeye izin verilirdi çünkü Romalılar gümüş kapların suyu temiz ve saf tuttuğunu biliyorlardı. 14’üncü yüzyılda Avrupa’nın merkezinde nüfusun yüzde 25’i vebadan ölmüştü, sadece çingeneler bu felaketten etkilenmemişlerdi. Çingenelerin tedavi amacıyla gümüşü küçük partiküllere ayırıp açık bir damardan vücuda verdikleri biliniyordu. Partiküller kan dolaşımı sayesinde bütün vücuda yayılıp bakteri ve virüsleri yok ediyordu. Bu partiküllerin gereğinden fazla olması nedeniyle çingenelerin çoğu argyria hastası* olmuşlardı.
ilaç sektörü
Doktorlar gümüşün faydalarını biliyorlar ve hastalarına eğer sağlıklı olmak istiyorlarsa gümüş tabaklarda ve gümüş çatal bıçak kaşık kullanarak yemek yemelerini tavsiye ediyorlardı. İnsanlar bebeklerine emmeleri için gümüş kaşık vermeye başladı. “Ağzında gümüş kaşıkla doğmak deyimi” buradan gelmiştir; çünkü bunu o zamanlarda zengin aileler yapabiliyordu ve zengin çocuğu olmak yani doğuştan kısmetli olmak manasına kullanılan bu deyim buradan türemiştir.
Dr Henry Crookes, 1900’lerin başında gümüşü pek çok hastalığın tedavisinde kullanmıştır. Bilimsel çalışmaları sonucu bilinen hiçbir mikrobun kolloid gümüşe 6 dakikadan fazla dayanamayacağını söylemiştir. Dr J.Mark Hovel, British Medical Journal’de kolloid gümüşün virüslerin kontrolünde özellikle etkili olduğunu rapor etmiştir.
İkinci Dünya savaşı sırasında penisilin keşfedildi ve sentetik olarak üretildi. Böylece tıpta patenti alınmış sentetik ilaçlarla büyük ilaç firmalarını çok zengin eden yeni bir çağ başladı. Bu şirketler patentini almadıkları hiçbir şeyi satmayacaklardır ve tabiatta bulunan maddeler patentlenemezler (Yakın zamanlarda penisilinin virüslere karşı etkisiz ve pek çok insan için alerjik olduğu anlaşıldığı halde günümüzde maalesef kimyasal, sentetik antibiyotikler çok popüler!)
Colloidal-Silver-range
Gümüşün ilk antibiyotik madde olduğu düşünülmektedir. Tarihte gümüş metal yaprağı bir sargı bezi olarak kullanılmıştır. Bugün gümüş, neredeyse enfeksiyon kontrolünün kritik olduğu her yerde, bandajlardan yanık tedavisinde kullanılan ilaçlara kadar sağlık ürünlerinde çok geniş spektrumda antimikrobiyal özelliliğinden dolayı kullanılmaktadır.
Amerika’daki doğan çocuklara, doğumdan hemen sonra gümüş içerikli göz damlaları, gözde oluşacak enfeksiyonları engellemek için kullanılmaktadır.
Gümüş, yüzde 95’den daha fazla oranda kızılötesi yansıtırlığa sahiptir. Gümüşle temas eden radyoaktif enerjinin yüzde 95 i kaynağa geri dönecektir. Yani gümüş radyasyona karşı etkilidir.
450 tür bakterinin DNA’sını bozarak yok edebiliyor. Sedef, şeker, mayasıl, kaşıntı, ayak kokusu gibi birçok rahatsızlığa da iyi geliyor. Yeni hücrelerin çoğalmasını destekleyerek yaraların iyileşmesini hızlandırıyor. Ayrıca Kolloidal Gümüşün HIV virüsünü bir kaç dakika içinde yok ettiği ile ilgili araştırma Dr Xiaojian Yao tarafından “Nanoteknoloji 2012 International Journal”da yayımlanmıştır (Buna rağmen hiçbir şey yapılmadı).
İçerisinde gümüş iyonu barındıran tek besin cevizdir. Bu bilgilere bakarsak tüketmeyi ihmal etmemiz gereken en önemli besindir.
Doktorların temelde gümüş suyunu tanımama sebebi yine kapitalist dünya düzenine dayanır. 1906 senesinde bütün büyük ilaç şirketlerini satın alan John D. Rockefeller koloidal gümüşün ilaç satışlarının önünde engel oluşturacağının farkındaydı. Bu sebeple Jude Abraham Felxner yardımı ile Amerika’daki tüm tıp fakültelerinde gümüş suyu konusunun işlenmeyeceği ve bu talimata uymayan tüm profesörlerin lisanslarının elinden alınacağını belirtmişti. İşin ilginç tarafı Rockefeller, ailesinin hiçbir zaman ilaç kullanmasına izin vermemişti?
Bilim kurgu dünyasına bakarsak, karşımıza içine girdiğiniz zaman bir anda bütün hastalıklarınızı iyileştiren ve sizi uzun süre yaşatan sandıklar çıkar. Peki, bu sandıklar gümüşten yapılmış olabilir mi? Daha da geliştirilmiş, içerisinde bakteriler dünyasından oluşmuş, gümüş kaplama mini bir laboratuar günümüzde yapılmış olabilir mi?
Bizden saklanan birçok gerçek varken bunların dahi yapılmış olması olasıdır. Bize gösterilenleri değil gösterilmeyenleri görmeye çalıştıkça aslında nasıl bir düzende yaşadığımızı görmek, sınırlarımızı zorlamak için bize daha da büyük nedenler vermelidir. Dünyamızı yaşanılabilir bir yer yapmak için el ele, değerimizin farkında olarak çalışmalı ve sorgulamalıyız.
*Argyria, vücuda aşırı miktarda gümüş alınması sonucu ciltte mavi-gri bir renklenmenin oluşmasıdır.
|
|
|
Niagara Sendromu |
Yazar: Emka - 13-06-2016, Saat: 21:31 - Forum: NOTLAR
- Yorum Yok
|
|
Niagara Sendromu
Bence hayat bir şelale gibidir. Çoğu insan bu nehre, sonunda nereye çıkacağını karar vermeden atlar. Böylece çok geçmeden akıntıya kapılırlar. Günlük olaylar, günlük korkular, günlük zorluklar... Nehrin çatal oluşturacağı yerlere vardıklarında, hangi tarafa gitmek istediklerine bilinçli bir biçimde karar veremezler, kendileri için hangi tarafın uygun olacağını da düşünemezler, kendilerini akıntıya bırakmakla yetinirler. Kendi değerleriyle yönetilmek yerine çevre tarafından yönetilen o insan kalabalığına katılırlar. Sonuç olarak kontrolün kendi ellerinde olmadığını hissederler. Böyle bilinçsiz bir durumda olmayı sürdürürler. Ta ki bir gün kükreyen suların sesi onları uyandırana kadar. Bir de bakarlar ki, küreksiz bir kayığın içinde Niagara Çağlayanında beş metre gerideler “ Hay Allah ” derler, ama iş işten geçmiştir. Aşağıya düşeceklerdir. Bazen bu düşüş, duygusal bir düşüştür. Bazen finansal bir düşüştür.
Hayatınızda bugün yüzyüze geldiğiniz güçlükler, büyük ihtimalle, nehrin yukarısındayken verilen iyi kararlarla önlenebilirdi. Kudurgan bir nehrin sularına kapılmış durumdayken olayları nasıl tersine çevirebiliriz? Ya kürekleri suya daldırıp ters yönde deliler gibi kürek çekerek, ya da ileriyi planlamaya çalışarak, gerçekten varmak istediğimiz yere doğru bir rota çizerek. Beyniniz kararlar vermenizi mümkün kılan bir iç sistem olarak yapılandırılmıştır. Bu sistem görünmez bir güç olarak hareket eder. Onu yönetende büyük ölçüde bilinçaltımızdır. İşin korkunç yanı çoğu insan bu sistemi hiçbir zaman bilinçli olarak kurmuş değildir. Sistem yıllar içinde değişik kaynaklar tarafından hemen hemen kendiliğinden kurulur. Bu kaynaklar çok çeşitlidir. Ana babalar, öğretmenler, arkadaşlar, televizyon, reklam ve genel olarak kültür.
Bu sistemin 5 bölümü vardır.
1-Kilit inançlarınız ve bilinçdışı kurallarınız
2-Hayat değerleriniz
3-Referans noktalarınız
4-Kendinize sürekli olarak sorduğunuz sorular
5-Her an hissettiğiniz duygusal durumlar
Yaptığınız şeyleri neden yaptığınızı ya da yapmanız gerektiğini çok iyi bildiğiniz bir şeyi neden yapmadığınızı o saptar. Bunlardan herhangi birini (5 unsurdan) değiştirmekle,hayatınızda hemen güçlü, ölçülebilir bir değişiklik yaratabilirsiniz. Kendinizin kim olduğunu, neyi neden yaptığınızı keşfedin. İş arkadaşlarınızın, eşinizin ve diğer sevdiklerinizin hangi karar sistemini kullandıklarını anlayın. Cesaretimi kaybetmiyorum. Çünkü vazgeçilen her yanlış girişim, ileriye doğru atılmış yeni bir adımdır. Karar gücünü gerçek anlamda kullanma yolunda son bir engel daha vardır. O da yanlış kararlar verme korkusudur. Hayatta kuşkusuz yanlış kararlarda vereceksiniz. İşleri yüzünüze gözünüze bulaştıracağınız da olacaktır. Ama verdiğiniz kararlar ne olursa olsun, esnek olmaya, sonuçlara bakıp onlardan ders almaya, o dersleri gelecekteki daha iyi kararlar için kullanmaya gayret edin.
Unutmayın: Başarı aslında doğru düşünmenin ürünüdür. Doğru düşünme tecrübelerden gelir. Tecrübeler ise kötü düşünmenin (ya da eksik) sonuçlarıdır. Size kötü ya da acı tecrübe gibi görünen şeyler, genellikle en önemlileridir. İnsanlar başarıya ulaşınca kutlamalara yönelirler. Başarısızlıkla karşılaşınca oturup düşünürler, hayatlarının kalitesini daha iyiye götürecek bir takım farkları keşfederler. Hatalarımızdan ders almaya yönelmeli dövünmekle zaman harcamamalıyız. Kişisel tecrübe şüphesiz çok önemli ama bir rol modeline sahip olmak da çok değerlidir. Sizden önce o tehlikeli sularda yolculuk etmiş olan biri, size izleyeceğiniz bir harita verebilir.
Uçurumlara yuvarlanmanızı engelleyebilir. Ben topluluklar önünde konuşma becerisini çok iyi öğrendim, çünkü haftada bir kere değil, günde üç kere konuşmalar yaptım. Beni dinleyecek birilerini bulduğum anda hazırdım. Bu arada acaba verdiğim konferanslarımın hepsi harika mıydı? Hiç de değildi! Ama her tecrübeden ders almayı iş edindim, bu beni ustalaştırdı, sonunda herhangi bir salona girdiğimde, her meslekteki insanlara gerçek anlamda ulaşabilmeyi başardım. Kayığınız karaya oturduğu zaman kendinizi başarısız bulup düşüneceğiniz yerde, hayatta başarısızlık diye bir şey olmadığını hatırlayın. Var olan yalnızca sonuçlardır. Eğer istediğiniz sonuçları elde edemedinizse, bu tecrübeden bir şeyler öğrenin ki ilerde daha iyi kararlar verebilmek için elinizde referanslarınız olsun. Kükreyen nehrin üzerinde ilerlerken, eğer dikkatiniz, ilk karşınıza çıkacak kayaya çarpmaktan kaşınmaya dönükse, uzağı göremeyeceğiniz için çağlayana yuvarlanmaktan kurtulamazsınız. Biz toplum olarak, çabucak gelecek mutluluklara öyle odaklanıyoruz ki, bulduğumuz kısa dönem çözümleri genellikle uzun dönem sorunlarının nedeni oluyor. Kendinizi uzun vadeli sonuçlara adamaya karar vermek, kısa dönemli çözümlere heves etmemek, hayatınız boyunca alacağınız kararların en önemlilerindendir.
|
|
|
NEGATİF DUYGULAR SIRASINDA HÜCRELERİMİZE NE OLUYOR? |
Yazar: Spiritüeller - 13-06-2016, Saat: 17:02 - Forum: SAĞLIK
- Yorum Yok
|
|
Çok sayıda bilimsel araştırma negatif duyguların hücrelere nasıl zarar verdiğini gösteriyor. İnsan düşünce ve duygularıyla tüm bedenini etkiliyor. Sizin devamlı düşündüğünüz şeyler realiteniz haline geliyor, bu yüzden de zehirli düşünceler kişinin hayatında hastalık, talihsiz olaylar ve diğer olumsuzluklar olarak ortaya çıkıyor. Pozitif enerji hücrelerinizi genişletirken, negatif enerji ise onları büzüyor.
Daha önce belki “Plasebo etkisi”ni duymuşsunuzdur. Bazı bilimsel çalışmalarda hastaya ilaç yerine içinde etken madde olmayan ilaç görünümlü maddeler verilmiştir, bu halk arasında daha çok “şeker hapı” olarak bilinir. Zihnin o boş hapı ilaç zannetmesi ve hastalığın bu hapla iyileşebileceğine inanmaları sonucunda insanlarda iyileşme belirtileri gözlenebiliyor. Ancak, bunun tersi de doğru. Buna “Nosebo etkisi” denir. Bu, bir insanın kendisine zararlı bir sonucun oluşacağına inanmasıyla o sonucu yaratmasına denir. Örnek olarak; bir kişinin ilaç içtikten sonra prospektüsün yan etkiler bölümünü okurken bu yan etkileri kendisinde hissetmeye başlamasını verebiliriz. Negatif duygu ve düşünceler, yönlendirmeler hücrelerinizde tutulurlar ve bazı durumlarda rahatsızlık ve hastalık yaratırlar.
Dr. Karen Lawson, eğer yargı yapmadan ya da sonuca bağlanmadan negatif duygularımızı ifade edebilirsek, onları vücudumuzdan çıkararak özgürleşebileceğimizi söylüyor. Böylece negatif enerjinin üzerimizdeki ağırlığını serbest bırakabiliriz. Ancak, bu zehirli düşünceleri kendi içimize hapsetmek ve bu hislere sıkı sıkı tutunmak yüksek kan basıncı ve sindirim sorunları gibi çeşitli sorunlara sebep olabiliyor. Ayrıca kronik stres de telomerleri (yaşlanma üzerinde büyük bir etkiye sahip DNA iplikçiklerinin uç bölümleri) kısaltarak insan ömrünü azaltabiliyor.
Peki, beyniniz siz negatif düşünceler içinde olduğunuzda nasıl tepki veriyor?
Sizin bir şey düşündüğünüz her an, beyniniz daha fazla sinaps (sinir hücrelerinin birbirleriyle ya da diğer kas veya salgı bezleriyle iletişim kurmasını sağlayan bağlantı noktaları) ve sinir yolu üretir. Yani devamlı negatif düşünceler içinde olmak sadece onları kuvvetlendirir. Aynı şekilde bunun tersi de geçerlidir, yani devamlı pozitif düşünceler içinde olmak ise pozitif sinir yollarını kuvvetlendirir.
Birçok bilim insanına göre, negatif düşünce ve duygular, merkezi sinir sistemi ve beyin arasında sinyallerin iletilmesini engeller. Bu ise sizin bağışıklık sisteminizi, hafızanızı, uyku düzeninizi ve çok daha fazlasını tehlikeye düşürebilecek bir “beyin sisi” oluşturur.
Siz olumsuz duygular içindeyken, kortizol (stres hormonu) o anki stres etkeni ile başa çıkmanız için vücudunuza salınır. Tehlikeli bir duruma tepki göstermek insan olmanın normal bir parçasıdır, ancak olay oluştuktan sonra stresin devam etmesine izin vermek migren, kas ve göğüs ağrıları ve uyku aksamaları gibi birçok sağlık sorunlarına yol açabilir.
Geleceğe çok fazla odaklandığımızda sık sık kendimizi korkmuş hissederiz. Bu da beyincik aktivitemizi düşürebilir. Beyincik aktivitesinin azalması, beynin yeni bilgileri işleme kapasitesini engeller ve yaratıcı problem çözme becerilerini aksatır. Ayrıca korku, sol temporal lobu (beynin sol yan tarafına yerleşmiş olan bölümü) etkileyebilir, bu da ruh halini, hafızayı ve impuls (dürtü) kontrolünü etkiler.
Beyninizin Frontal lobu (beynin ön tarafına yerleşmiş olan bölümü, bilinçli düşünmeden sorumludur), özellikle Prefrontal korteksi, iç hedeflerinize ve inançlarınıza dayalı düşünce ve eylemlerinizi düzenleme konusunda büyük bir rol oynar. Dolayısıyla, beyninizden geçen negatif duygu ve düşünceleri tekrar edip durduğunuzda, bu olumsuz düşünce süreci büyür ve daha fazla sinaps ve nöron baskın düşünceleri kopyalamak için bedende oluşmaya başlar.
Siz şimdi düşünce ve duygular sağlığınızı nasıl etkiliyor biliyorsunuz, peki düşüncelerinizin pozitif kalmasını nasıl sağlayabilirsiniz?
Her şeyden önce, negatif duygularınızı bir şekilde serbest bıraktığınıza emin olun. İster bir arkadaşınızla konuşma yoluyla olsun, isterseniz de yazı, resim ya da diğer sanatsal ifade tarzları olsun, bunlar negatif enerjinin serbest kalmasına yardımcı olur. Olumsuz duygu ve düşüncelere ne kadar uzun süre takılırsanız, onlar beyninizi bir şekilde işgal ederler ve sonuçta da onları gerçeğiniz olarak tezahür etmiş bulursunuz.
İkincisi, meditasyon negatif düşünceleri gidermeye ve pozitif düşünceler için beynin yeni sinir yolları oluşturmasına son derece yardımcıdır. Düzenli meditasyon yapmayı öğrenmek enerjinizin yüksek kalması konusunda size katkı sağlar.
Ayrıca, enerji bulaşıcı olduğundan, kendinizi pozitif ortam ve enerjilerle çevrelediğinizden emin olun. Hayatınıza olumsuz insanları almak sadece kendi enerji seviyenizi düşürür. Devamlı toksik enerjiye maruz kalmak ruhunuza büyük hasar verebilir. Size ilham veren, enerjinizi yükselten ve mümkün olan en iyi hayatı yaşamanız için size cesaret veren insanlarla birlikte zaman geçirin.
Son olarak da kişisel bakımınız için yeterli zaman ayırdığınıza ve kendinizi sevdiğiniz hayatı yaşamaya adadığınıza emin olun. Başkasının mutluluğu için kendi mutluluğunuzu tehlikeye atmayın; en yüksek Özünüze dönüşmenin tek yolu kendi kalbinizi dinlemek ve gitmeniz gereken yolu size göstereceği konusunda kalbinize güvenmektir.
Unutmayalım ki negatif duygu ve düşünceler, aşk, yaşam ve gerçek mutlulukla dolu bir kalp ve zihinde var olmaya devam edemezler.
Kaynak:powerofpositivity
|
|
|
|