Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065
Detaylı İstatistikler
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 1637 kullanıcı aktif » 0 Kayıtlı » 1637 Ziyaretçi
|
Son Aktiviteler |
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 318
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 305
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,006
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,129
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,073
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,005
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,145
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,519
|
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,285
|
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,171
|
|
|
BEYNİN CİNSİYETİ VARMI? |
Yazar: Spiritüeller - 09-01-2017, Saat: 15:29 - Forum: Beyin
- Yorum Yok
|
|
Tel Aviv Üniversitesi'nden bilim insanları kadın ve erkek beyinlerinin yapısını inceledi. Araştırmaya göre, beyin her iki cinsiyete özgü özelliklerin bir mozaiği.
İsrail Tel Aviv Üniversitesi'nden bir grup bilim insanının yaptığı araştırma, en azından beyin yapısı göz önünde bulundurulduğunda cinsiyetler arasında net bir ayrım yapılamayacağını ortaya koydu.
Sonuçları ABD Ulusal Bilimler Akademisi'nin PNAS adlı yayın organında yayımlanan araştırmaya göre, hemen hemen tüm beyinlerde kadın ve erkeklere özgü özelliklere rastlanıyor. Yani tam bir erkek beyni veya tam bir kadın beyninden söz etmek mümkün değil.
İsrailli, İsviçreli ve Alman araştırmacılardan oluşan ekip, araştırmalarında bin 400 kişinin manyetik rezonans görüntüleme tekniği kullanılarak elde edilmiş beyin görüntülerini inceledi. Uzmanlar, görüntülerde her beyindeki beyaz ve gri hücreler arasındaki farkılıkları, beynin farklı bölümleri arasındaki bağlantıları incelemeye tabi tuttu. Uzmanlar öncelikle kadın ve erkek beyni arasında örtüşen özellikleri, daha sonra da tamamen 'kadınlara özgü' ve tamamen 'erkeklere özgü' olarak nitelendirilebilecek özellikleri tespit etti.
Elde edilen sonuçlar
Araştırmanın sonuçlarına göre bazı beyin özelliklerine daha çok erkeklerde, bazılarına ise daha çok kadınlarda rastlanıyor. Ancak bazı özellikler ise hem kadın hem de erkek beyninde gözleniyor. İncelenen beyinlerin çoğunda her iki cinsiyete özgü özelliklerin de yer aldığı, 'sadece erkek' veya 'sadece kadın' beyni olarak nitelendirilebilecek beyinlerin sayısının azınlıkta olduğu kaydedildi.
Örneğin gri hücreler baz alınarak yapılan incelemede, incelenen beyinlerin yalnızca yüzde 6'sında 'sadece kadın' veya 'sadece erkek' özellikleri görüldüğü ifade edildi. Araştırmanın sonuçlarının yer aldığı makalede, araştırmanın cinsiyete özgü eğitim tartışmaları bağlamında ilginç olduğuna dikkat çekildi.
Farklı araştırma, farklı sonuçlar
2013 yılında yapılan bir araştırmada ise farklı sonuçlara ulaşılmıştı. Pennsylvania Üniversitesi'nden Amerikalı bilim insanları, kadın ve erkek beyinlerinin yapısı arasında ciddi farklılıklar olduğunu tespit etmişti.
Bu araştırma, tipik bir kadın beyninde sinir bağlantılarının ağırlıklı olarak sağ ve sol loblar arasında, bir taraftan diğer tarafa doğru dizildiğini, tipik bir erkek beynindeki sinir bağlantılarının ise beynin aynı lobundaki ön ve arka tarafları arasında kurulduğunu göstermişti.
Bu nedenle erkeklerin algılarını koordineli davranışlara daha iyi yansıtabildiği, kadınların ise analitik ve önseziye dayalı bilgileri kullanarak bağlantı kurmada daha güçlü olduğu tespit etmişti.
|
|
|
BEYİN SUBLİMİNAL MESAJLARI NASIL ALIYOR? |
Yazar: Spiritüeller - 09-01-2017, Saat: 12:51 - Forum: Beyin
- Yorum Yok
|
|
Diktatörler, reklam şirketleri, illüzyonistler ve bilim insanları, hemen hepsi, beynin, bazı bilgileri dikkat göstermeksizin işleyebildiğini iyi bilir. İnsanlara bir şey fark ettirmeden onları etkilemek mümkündür. 1“Yemleme” olarak bilinen bu teknik; bir kelimeyi, bir görseli ya da bir ses gibi uyaranlar aracılığıyla; insanlar, uyaranı ilk anda hatırlamasalar bile sonraki davranışları üzerinde bir etki bırakmayı içerir.
Örneğin, yapılan araştırmalar; bir mağazada çalan müzik tipinin Alman ya da Fransız şarabı satış miktarını etkileyebildiğini 2 ve insanlara önce ülkelerinin bayrakları gösterilirse sonrasında daha milliyetçi bir tutum takındıklarını 3 ortaya koymuştu. Yani, her yerin bayraklarla kuşatılmasının, masum bir arka planı olduğunu söyleyemiyoruz.
Her ne kadar sağlam delillerden yoksun olsa da, birçok akademisyen ve reklamcılar; bu tarz bir yemlemenin “bilinçsiz” ya da “subliminal”olduğunu ileri sürüyor. Bilinç, dikkat konsepti ile zayıf da olsa kontrol edilebilir ya da karıştırılabilir. İnsanlar “yemleme” için kullanılan kelime ya da müzik tiplerine çok kısa bir süreliğine dikkat gösterebilir ya da tutum ve eylemleri ölçülmeden (hatta insanlar daha sonra bu şeyi hatırlayamadıklarını iddia ediyorlar) önce görsellere doğrudan bakabilir.
University of East London’dan sinirbilimciler, başka bir şeye odaklanmış olduğumuzda, nesnelerin resimlerinin bile bizi yönlendirebileceğini ortaya koydu.
Deneyler
İlk çalışmada, insanlara, aşina oldukları iki nesnenin (örneğin; bir araba ya da bir köpek) resimlerini tekrar gösterdiler 4. Resimlerin birisi ekranın sağ tarafına, diğeri de sol tarafına yerleştirildi. Gözlemcilerin dikkati ekranın iki bölgesinden birisine rastgele olarak yönlendirildi. Yani; ekranın bir yanında çok kısa bir süreliğine bir kare gösterilerek katılımcının dikkati bu bölgeye toplandı. Daha sonra nesneler; hem katılımcının baktığı hem de görmezden geldiği bölgelerde saniyeden daha az bir süre (dikkat gösterilmeyen bölgedeki nesnenin bilinçli olarak algılanmasını ortadan kaldıracak kadar kısa bir süreliğine) boyunca gösterildi.
Bu sırada da, EEG (electro-encephalography) ekipmanları kullanarak, araştırmacılar; dikkat gösterilmeyen nesnenin tekrar tekrar gösterilmesinin beyin aktivitesini etkilediğini gözlemlediler. Resmin görülmesinden yaklaşık 150-250 milisaniye sonra, katılımcıların beyinlerinde görüntüyü işlemelerinden kaynaklı bir hareketlenme görüldü. (Kulakların hemen arkasında bulunan ve temporo-paryetal bölge olarak isimlendirilen bölge bir nesnenin yerini belirmeden sorumlu ve aynı zamanda da görüşe bağlı eylemlerin hazırlandığı bölgedir.)Deney sonucunda, insanların, yalnızca beyin aktivitelerinin değil, aynı zamanda davranışları da görsel olarak odaklanılmayan nesneden ekilendi.
Katılımcılardan, daha önce gördükleri nesnelerin fotoğrafları ekrana geldiğinde bu nesneyi gördüklerini ifade eden bir tepki olarak ellerindeki butona hızlıca basıp geçmeleri istendi. İlginç bir biçimde, odaklanılmayan bölgede gösterilen nesnelerin fotoğrafları ekrana geldiğinde, katılımcılar, daha önce görmedikleri bir fotoğrafa kıyasla bu fotoğrafları da butona hızlıca basarak geçtiler. Yani, denekler aslında odaklanmadıkları görselleri de daha önce görmüş gibi hissettiler.
Frontiers‘da yayımlanan benzer bir çalışma 5 da bu sonuçları destekleyen sonuçlar elde etti. Bu çalışmada hem dikkat gösterilmeyen hem de dikkat gösterilen nesnelerin etkileri araştırıldı. Daha önce olduğu gibi, deney görevi basitçe hatırlanmayan bir nesne ekranda gösterildiğinde onu belirlemeyi içeriyordu. Bu deneyde de benzer sonuçlara ulaşıldı.
İki farklı laboratuvardan gelen sonuçlar, dikkat gösterilmeyen nesnelerin otomatik olarak, yani dikkat göstermeden ve bilinçli bir farkındalık oluşturulmadan algılandığını ortaya koyuyor. Ancak ilginç bir şekilde, bu durum yalnızca benzer nesneler gösterildiğinde ortaya çıkıyor.
Eğer ki nesneler görece yeni bir biçimde, örneğin, “ayrışmış” olarak (iki parçaya bölünerek) gösterildiğinde otomatik algılama gerçekleşmiyor. Eğer kişi böylesi bir nesneye dikkat göstermezse, bu nesne tekrar gösterildiğinde; kişi, nesneyi daha önce görmemiş gibi hissediyor. Bu durum oldukça mantıklıdır çünkü, ayrık nesnelerin farkına varmak genellikle zordur.
Elde edilen sonuçlar, insan beyninin çevreye dair düşünülenden çok daha fazla bilgiyi topladığını ortaya koyuyor. Görsel işlemeye dair dikkat teorileri; genellikle, dikkat gösterilmeyen bilginin işlenmediğini ileri sürer. Gerçekte ise, dikkat gösterilmeyen görsel bilgi beyin tarafından saptanabiliyor ve tanımlanabiliyor, hatta katılımcılar nesneye dikkat göstermeseler bile ondan etkilenebiliyorlar. Bu da şu anlama geliyor, beyinlerimiz gün içerisinde dikkat göstermesek dahi sayısız görsel bilgiden kolaylıkla etkileniyor. Öte yandan bu sonuçlar, nesne tanıma ile sorumlu beyin bölgelerinde hasar yaşamış insanların tanısı ve tedavisi için de önemli kavrayışlar sağlayabilir.
|
|
|
DÜNYADAKİ TEK İNSAN TÜRÜ OLMAMIZIN NEDENİ |
Yazar: Spiritüeller - 09-01-2017, Saat: 12:40 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
İki milyon yıl önce Afrika’da birçok insansı türü bulunmaktaydı. Bazıları birbirine çok benzerken, bazılarının arasında belirgin farklılıklar vardı.
Bir zamanlar birçok insan türü Dünya’da dolaşmaktaydı. (Foto: Javier Trueba/MSF/SPL)
Eylül 2015’te listeye başka bir insan türü daha eklendi: Güney Afrika’da bir mağarada bulunan yüzlerce kemiğin artık Homo naledi olarak bildiğimiz bir türe ait olduğu düşünülüyor. Daha pek çok nesli tükenmiş insan türü keşfedilmeyi bekliyor olabilir.
Australopithecus kafatası (Foto: Pascal Goetgheluck/SPL)
Bizim kendi türümüz (Homo sapiens sapiens) ise yaklaşık 200.000 yıl önce, başka hominid türlerinin de hüküm sürdüğü bir zamanda, ortaya çıktı. Fakat bugün sadece biz varız. Bütün yakın akrabalarımız yok olurken biz nasıl hayatta kalmayı başardık?
İlk olarak, bazı canlıların neslinin tükenmesinin evrimsel sürecin olağan bir parçası olduğunu unutmamız lazım. Bu durumda bazı insansı türlerin (hominini) yok olması şaşırtıcı bir durum değildir. Bununla beraber dünyanın sadece bir insan türünü ağırlayabilecek durumda olup olmadığı tartışmaya açıktır. Şu anda, yaşayan en yakın akrabalarımız olan büyük maymunların altı türü bulunmaktadır: şempanzeler, cüce şempanzeler (bonobo), iki goril ve iki orangutan türü.
Bazı atalarımızın diğerlerine göre neden daha başarılı olduğuna dair bazı ipuçları görmekteyiz.
Birkaç milyon yıl önce, birçok insansı tür bir arada yaşarken, çoğunlukla bitkisel yiyeceklere besleniyorlardı. New York Stony Brook Universitesi’nden (ABD) John Shea bu türler hakkında “sistematik olarak büyük hayvanları avladıklarına dair bir kanıt yok,” diyor.
Fakat koşullar değiştikçe ve bu insansı türler ormanlardan ve ağaçlık alanlardan daha kuru ve açık savan bölgelere doğru yer değiştirdikçe daha da etçil oldular. Fakat bir problem vardı: Açık ve kuru alanlar olan savanlarda yemek için daha az bitki bulunuyordu. Doğal olarak bu, hem bitkilerle beslenen hayvanlar hem de bu hayvanları avlayan insansılar için daha az yemek demekti. Yemek bulma yarışı bazı türlerin yok olmasına neden olacaktı. Shea bu konuda “insan evrimi, bazı türlerin daha da etçil olmasına neden olurken, aynı zamanda süreç içinde daha az insan türü görmekteyiz,” diye vurguluyor.
Yeme düzenindeki bu değişiklik birçok türün yok olmasına neden olsa da, dünyada sadece tek bir tür bırakmaya yetecek kadar dramatik değildi. Yakın zamana kadar, dünyayı başka insan türleriyle paylaşmaya devam ettik.
‘Hobit’ (solda) ve modern insan (sağda) kafatasları (Foto: Equinox Graphics/SPL)
Şimdi 30.000 yıl geriye dönelim. Modern insan dışında yaşayan 3 farklı insansı tür bulunmaktaydı: Avrupa ve Batı Asya’da Neandertaller (Homo neanderthalensis), Asya’da Denisovan insanı (Homo sapiens Altai) ve Endonezya’nın Flores adasında yaşayan küçük boyutlarından dolayı (Tolkien’den esinlenerek) hobbit de denilen Homo floresiensis.
Homo floresiensis 18.000 yıl öncesine kadar varlığını korudu. Yaşadıkları bölgede yapılan jeolojik araştırmalara göre yok olmalarına volkanik bir patlama neden olmuş olabilir. Tek ve küçük bir adada yaşıyor olmak, o canlı türünü, herhangi bir afet durumunda soyunun devamlılığı açısından savunmasız bırakacaktır.
Denisovan insanının neden soyunun tükenmiş olabileceği hakkında bir şey bilmiyoruz. Bu türün varlığına dair elimizdeki fiziksel kanıtlar küçük bir parmak kemiği ve iki adet dişten ibaret.
Bununla birlikte Neandertaller hakkında bildiklerimiz onları daha uzun süre araştırdığımız ve çok sayıda fosil örneğe sahip olduğumuz için çok daha fazla. Neden dünyadaki tek insan türü olduğumuza dair daha çok şey bilmek istiyorsak, Neandertallerin neden yok olduğunu araştırmak iyi bir başlangıç noktası.
Cebraltar son Neandertallerin birkaçına ev sahipliği yapıyordu. (Foto: Doğal Tarih Müzesi/SPL)
Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nden (Leipzig, Almanya) Jean-Jacques Hublin, arkeolojik kanıtların Neandertallerin modern insan karşısında bir çeşit yenilgiye uğradığına işaret ettiğini belirtiyor. Neandertallerin modern insanla aynı habitatı paylaşmaya başladıktan kısa süre sonra yok olmuş olmasının bir tesadüf olamayacağını da ekliyor.
Gorham Mağarası (Cebraltar) bir zamanlar Neandertal yaşam alanlarından biriydi. (foto: Javier Trueba, MSF/SPL)
Neandertaller bizden çok daha önce evrim sahnesinde yerini aldı ve yine biz oraya varmadan çok önce Avrupa’da yaşadı. 40.000 yıl önce ilk kez Avrupa’ya ulaştığımız zaman, Neandertaller 200.000 yıldır Avrupa topraklarında yaşamaktaydı ve soğuk iklime adapte olmak için yeteri kadar zamanları olmuştu. Sıcak tutacak kıyafetler giyiyorlardı ve gelişmiş taş aletlere sahip zorlu avcılardı.
Çakmaktaşından yapılmış Neandertallere ait bir balta (Foto: Dirk Wiersma/SPL)
Bazı araştırmacılar, Avrupa ani iklim değişikliğine maruz kaldığında Neandertaller adapte olmakta zorlanmış olabileceğini düşünüyor. Bournemouth Üniversitesi’nden (İngiltere) John Stewart sıcaklık değişimin ana problem olmadığını, daha soğuk bir iklimin yaşadıkları çevreyi değiştirdiğini ve buna uygun bir avlanma tarzı geliştirmediklerini savunuyor.
Neandertaller ağaçlık alanlarda avlanmaya modern insanlardan daha iyi adapte olmuşlardı. Fakat Avrupa’nın iklimi değişince, ormanlık alanlar modern insanın alışkın olduğu Afrika çayırları gibi daha açık hale gelmeye başladı. Neandertallerin ana besin kaynağı olan ormanlar gittikçe küçüldü ve nüfusun besin ihtiyacına yetmeyecek hale geldi.
Neandertaller ormanlık alanlarda avlanıyorlardı (Foto: Julie G. Woodhouse/Alamy)
Modern insanın besin düzeni çok daha çeşitli türde canlıya dayanıyordu. Büyük hayvanlar dışında, yabani ve küçük tavşanlar da avlıyorlardı. Buna karşılık, Neandertal nüfusunun en uzun süre barındığı İber yarımadasındaki arkeolojik buluntu analizlerine göre, Neandertallerin küçük memelileri avladığına dair çok az kanıt bulunmakta. Aletleri büyük hayvanların avlanmasına daha uygundu. Yani denemiş olsalar bile küçük hayvan avında başarıya ulaşamamış olabilirler. Kuş tükettiklerine dair kanıt olsa da, onları farklı aletlerle aktif olarak avlamaktansa ölü hayvanların etini yem olarak kullanıp tuzağa düşürdükleri düşünülüyor.
Stewart “modern insanın stresli zamanlarda [ani iklim değişikliği gibi] yapabileceği daha fazla şey varmış gibi görünüyor” diye ekliyor. Bu yeniliğe ve uyum sağlamaya yönelik beceri Neandertallerle, nüfus açısından neden bu kadar çabuk yer değiştiğimizi açıklayabilir. Hublin bunu “Hızlı yenilenme çevresel kaynakların daha iyi kullanılmasına ve bu nedenle üremede [soyun devamında] daha başarılı sonuçlara yol açar, ” diyerek destekliyor.
Ayrıca modern insanın çok çabuk uyum sağlamasının kendine özgü olduğuna inandığını belirtiyor. Bununla ilgili elimizde bazı kanıtlar var. Neandertal aletlerinin kullanıldıkları işler için son derece etkili olduğunu biliyoruz; ama biz Avrupa’ya geldiğimizde bizim aletlerimiz, arkeolojik kanıtlar incelendiğinde, çok daha çeşitli, yenilikçi ve etkiliydi.
Kullandığı aletler modern insanın yaptığı tek şey değildi elbette. Dünyadaki diğer türleri bertaraf etmemizi sağlayacak başka bir şey yarattık: Sembolik sanat.
Modern insanın Afrika’yı terk ettikten hemen sonra sanatsal aktivitelerle ilgilendiğine dair elimizde bolca kanıt var. Arkeologlar süs eşyaları, mücevher, mitik hayvanları betimleyen figürler ve hatta müzik aletleri ortaya çıkarmışlardır. Bu tür kalıntıları keşfeden Tübingen Universitesi’nden (Almanya) Nicholas Conard “ modern insan Avrupa’ya geldiğinde çok hızlı bir nüfus artışı oldu” diyor. Sayımız arttıkça, daha karmaşık sosyal birimlerde yaşamaya ve daha komplike iletişim yollarına ihtiyaç duymaya başladık.
40.000 yıl öncesinde Avrupa’da insanlar, bugün herhangi birimizin sanat olarak tanımlayabileceği objeler yapıyorlardı. Bunların en etkileyici olanlarından biri Almanya’da bir mağarada bulunan ve Löwenmensch adı verilen ahşap oyma bir aslan-insan heykelidir. Aynı dönemden benzer yapıtlar Avrupa’nın başka yerlerinde de bulunmaktadır.
Löwenmensch 30.000 yıl yaşında bir sanat eseri (Foto: Heritage Image Partnership Ltd/Alamy)
Bu durum farklı bölgelerden farklı kültürel grupların bilgi paylaşımı yaptığına işaret ediyor.
Görünen o ki sanat, kimliğimizin önemli bir parçasıydı ve farklı grupları bir araya getirmeye yönelik katkı sağlıyordu. Diğer bir deyişle semboller bir çeşit sosyal yapıştırıcıydı. Conard’a göre insanların birbirleriyle olan sosyal ve ekonomik ilişkilerini organize etmeye yardımcı oluyorlardı. Buna karşılık, Neandertallerin sembollere ya da sanata ihtiyacı varmış gibi görünmüyor. Takı ve süs eşyası yaptıklarına dair sınırlı kanıtımız olsa da, bu işe modern insan kadar fazla eğilmemişlerdir. “Avlandılar, yemek yediler, uyudular, çiftleştiler ve hayatlarına devam etmek için bir sürü sembolik eşyaya gerek duymadılar.”
Modern insan için, sembolik bilginin paylaşımı evrimsel başarımızda büyük rol oynadı. Bu yüzden, ürettiğimiz her yeni fikrin kuşaklarca aktarılarak ölümsüz olması olasılığı bulunuyor. Örneğin, dillerin yayılımını bu şekilde açıklayabiliriz.
İnsansı türler bizimle ve bizden önce vardı. (Foto: Doğal Tarih Müzesi/SPL)
Shea ayrıca alet yaptığımız aynı ellerle sanat yapabiliyor olmamızın davranışsal çeşitlilik kapasitemizin bir göstergesi olduğunu savunuyor. “Yaptığımız her şeyi birden fazla yöntemle yapabiliyoruz. Çoğunlukla, bir soruna bulduğumuz bir çözümü başka sorunların çözümüne de uyarlayabiliyoruz. Bu bizim, özel olarak çok iyi yaptığımız bir şey”
Peki, bunun sayesinde mi daha üstün bir beyine sahip olduk?
Bu soruya verilen olumlu cevap oldukça popüler bir görüş. İnsan evrimini gösteren tablolar maymunsu yaratıklardan modern insana ve gittikçe büyüyen beyinlere doğru bir gelişme gösterir. Gerçekte durum göründüğünden daha karmaşık. Homo erectus uzun süre dünyada hüküm sürdü ve Afrika dışına çıkmış bilinen ilk insan türüydü fakat oldukça küçük bir beyni vardı. Sonuç olarak, bazı antropologlar büyük beyinlerin sorunun cevabı olabileceğine inanmıyor. Büyük beyinlerimizin evrimsel başarımıza katkısı olmuş olabilir fakat Neandertaller de vücutlarına oranlandığında bizimle aynı büyüklükte beyinlere sahipti.
Maymundan insana birkaç adım (David Gifford/SPL)
Hublin daha incelikli bir açıklamanın olduğunu söylüyor. İçinde bulunduğumuz durum ya da davranışlarımızın genetik yapımızı değiştirebildiğini biliyoruz. Örneğin, birçok Avrupalı, ancak atalarımız daha fazla süt ve süt ürünleri tüketmeye başlayınca, laktoza karşı tolerans geliştirmeye başladı. Genetik değişiklikler 14. yüzyıldaki veba ölümleri gibi yok edici hastalıklar sonrası hayatta kalanların genlerinde de meydana gelebilir. Hublin’e göre modern insan, bir noktada, benzer şekillerde, önemli genetik değişikliklerden yararlandı.
Varlığımızın ilk 100.000 yılı boyunca, modern insanın davranış şekli Neandertaller ile benziyordu. Sonra değiştik…
Modern insan Afrika çayırlarında hayatta kalmayı başardı. (Foto: Chris Fredriksson/Alamy)
Sembolik eşyalar geliştirmeye başladığımızda aletlerimiz de daha karmaşık hale geldi. Şimdi elimizde, Neandertaller ile ortak atamızdan ayrıldıktan sonra, DNA’mızın değiştiğine yönelik genetik kanıtlar var. Genetik yapımıza baktığımızda, bizimle, Neandertal ve Denisovan insanı arasında önemli farklılıklar olduğunu görüyoruz. Genetik bilimciler genetik dizilimimizde, birçoğu beynin gelişmesinde rol oynayan, sadece bize özgü birkaç düzine farklılık belirlediler. Bu durum Neandertallerin bizimle aynı büyüklükte beyne sahip olmasına rağmen bizim beyinlerimizin kuşaklar boyunca farklı gelişmesinin tür olarak başarımızda önemli bir rolü olduğunu düşündürüyor.
Bu genetik farklılıkların faydalarını tam olarak bilmiyoruz. Bazı araştırmacılar bizi farklı kılanın hiper-sosyal ve işbirliğine yatkın beyinlerimiz olduğunu savunuyor. Dilden kültüre savaştan aşka kadar, en insani davranışlarımızın toplumsal bir özelliği bulunduğunu inkâr edemeyiz. Hatta bu birlikte yaşamaya olan eğilimimiz imgesel ve sanatsal yeteneğimizin gelişmesinde rol oynamış olabilir.
Conard’a göre on binlerce yıl boyunca, bu sosyal ve sanatsal yeteneklerimizin gelişmesinden önce, modern insan ve diğer insansı türler evrimsel olarak eşit koşullarda yaşıyordu. Yani şu anda bizim yerimize herhangi bir tür hükmünü sürüyor olabilirdi. Ama hepsini tamamen yarış dışı bıraktık. Nüfusumuz arttıkça, diğer türler geri çekildi ve sonunda tamamen yok oldular. Eğer bu durum doğruysa, hayatta kalmamızı yaratıcılığımıza borçluyuz.
Bununla birlikte tamamen göz ardı edemeyeceğimiz başka bir olasılık daha var: Şans. Belki de türümüz sadece şanslıydı ve Neandertaller evrim kurasında kısa çöpü çektiği için biz hayatta kalırken onlar yok oldu…
|
|
|
PAZARTESİ GÜNÜ MEDİTASYONU |
Yazar: Spiritüeller - 09-01-2017, Saat: 11:44 - Forum: MEDİTASYON
- Yorum Yok
|
|
Haftaya güzel ve enerji dolu başlamak için....
Bu meditasyon enerjiyi hissetmemizde bize yardımcı olur. Auramızı güçlendirir...
1-) Rahatlamaya başlayın. Bunu sağlamak için düzenli nefes alış-verişler size yardımcı olacaktır. Derin transa geçmeyi biliyorsanız bu meditasyonu derin trans halinde uygulamanız sonucu mükemmelleştirir. Ancak bu meditasyonu yapabilmek için trans bilmeniz pek te gerekmiyor. İhtiyacınız olduğunu hissettiğiniz anda uygulanabilecek güzel bir meditasyon ve bence kesinlikle günlük psişik çalışma programınıza eklemelisiniz.
2-) Nefes alın ve aynı zamanda enerjinin vücudunuzun bütün bölgelerinde dolaştığını hissedin. Önünüzde ve arkanızda, başınızın üstünden ayaklarınızın altına kadar; tepede tırnağa enerjinin vücudunuza girdiğini ve dolaştığını hissedin. Yeni başlayanların bunu hissedemeyeceğini biliyorum bu yüzden yeni başlayan arkadaşlar sadece bunu hayal etsinler ve hissetmeyi denesinler. Vücudunuza giren bu enerji güneşe ait; bu yüzden bu enerjiyi beyaz mükemmel bir ışık olarak hayal etmeli ve hissetmelisiniz.
3-) Nefes verirken ise enerjinin auranıza yayıldığını hissetmeli ya da hayal etmelisiniz.
4-) Yeniden nefes alın ve enerjinin gittikçe daha parlak ve güçlü bir hale geldiğini ve bedeninizin içinde ışıldadığını hissedin.
5-) Nefes verirken bu enerjinin auranıza yayılmaya devam ettiğini ve auranızı genişlettiğini hissetmelisiniz.
6-) Bunları bir kaç kez ya da dilerseniz daha fazla uygulayabilirsiniz.Dikkat etmeniz ve unutmamanız gereken husus her nefes alışınız da bedeninizin beyaz ışıkla yani güneşin enerjisiyle daha fazla dolduğu ve giderek parlaklaştığını hissetmek, hayal etmektir. Nefes verirken ise auranız genişliyor ve güçleniyor… Unutmayın enerjiyi yalnızca burnumuzla değil bedenimizin her uzvuyla soluyoruz.
Bu çalışmayı her gün düzenli olarak uygulamak auramızı güçlendireceği gibi auramızı daraltma ve genişletme gibi daha ileri çalışmalara geçmemize de olanak sağlar…
|
|
|
ASALARIN SIRRI |
Yazar: Spiritüeller - 07-01-2017, Saat: 00:22 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Asalar fantastik edebiyatın ve sihir dolu filmlerin vazgeçilmez unsurudur. Film sektörünün esin kaynağı olduğu çok eski betimlemelerde, mistik kişiliklerin çoğunda bir asa vardır.
Asasıyla denizleri ikiye ayıran Hz. Musa, Elinde asasıyla beyazlar içinde insanlara yardım eden Hızır, ilginç asalarıyla büyücüler, kurukafalarla bezenmiş asalarıyla voodoo rahipleri, tüylerle dolu asalarıyla Kızılderili şamanlar, ormanın derinliklerinde asasıyla gezen yaşlı bilge Merlin, Antik Mısır’ın firavunları ve tanrı-tanrıçaları… Hepsinde bir asa vardır ve bellidir ki bu asalar bir sır barındırır.
Eski geleneklerin temel inançlarında doğa ve evren dört elementin kombinasyonları ile oluştuğu bilgisini görürüz. Ateş, hava, su ve toprak. İşte bu dört element doğanın özünü oluşturur ve doğanın unsurlarına sahiptir. Doğanın ötesinde ayrıca bu dört element nesnelerle ve insanlarla temsil edilir. Her bir elementin bir yönü ve temsil edildiği bir araç vardır. Kısacası bu dört elementin tesirlerini eski geleneklere göre her yerde görebilirsiniz. O yüzden dolayıdır ki eskiler bu dört elementin “bilinçlerine” saygı duyarlar ve onları yardım için çağırırlardı. Bu çağırımlar daha çok kozmik sınırları çizmek içindir. Element invokasyonu (element çağırımı) alemleri ayırmada, kişiyi korumada ve kutsamada kullanılırdı. Elementler çağırılarak kişi kendini maddi dünyadan ayırır, dört yönün güçlerini çağırır (Her element bir yöne tekabül eder), bu elementlerin oluşturduğu çemberle korunur, element enerjilerini nesnelere yükleyip, elementlerin o nesneleri kutsaması istenirdi. Kısacası yaratımın ve ritüelistik çalışmaların temelini oluştururdu. Hiçbir ritüel elementlere saygı ve onların çağırımı olmaksızın başlamazdı.
Keltlerde ise her bir element ayrı bir diyar olarak benimsenirdi. Rüzgar krallığı, Alev krallığı, Deniz krallığı ve taş krallığı. Her birini yöneten bir tanrısal varlık olduğu ve her birinin manevi alemlere açılan kapılar olduklarına inanılırdı. Haliyle her bir krallıkta yaşayan varlıklarda bulunurdu. Gnomlar denizkızları, semenderler, ejderhalar, ateş ördekler, elfler, periler vb. Bu ara varlıklara da genellikle elemental doğa ruhları (devalar) denmektedir.
Elementler ve Temsil Ettikleri
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, her elementin doğanın düzeninde ve kişiliğimizde temsil ettiği özellikler vardır. Hepsi bir yöne, bir renge tekabül eder ve hepsinin negatif ile pozitif unsurları vardır.
Toprak
Toprak elementinin yönü kuzeydir. Rengi koyu yeşildir. (Bazı geleneklerde kahverengidir) Tabiatı soğuk ve kurudur.
Pozitif unsurları ve sembolleri: gece yarısı, kış, şarap kadehi, davul, törensel tuz, kristaller, mağaralar, dağlar, saygı duyma, dayanıklılık, sahiplenme, bereket, verim, sabitlik, sorumluluk, kararlılık, başarı ve yaşamda kararlı niyetlerdir.
Negatif unsuru ve sembolleri: problemin çözümünde katı görüşler, isteksizlik, inatçılık, vicdan eksikliği, tereddüt, depremler, toprak kaymaları, yıkıcılık, yaşlılık, gazap, yok etme.
Ateş
Ateş elementinin yönü güneydir. Ateş elementinin rengi saf kırmızıdır ve tabiatı ılık ve kuru olarak düşünülür.
pozitif unsur ve sembolleri: öğlen, yaz, hançer (kılıç) arındırma, güneş, kan, şevk, değiştirici, tutku, cesaret, güç, liderlik, aydınlanma, kundalini ateş.
Negatif unsurları ve sembolleri; nefret, kıskançlık, korku, öfke, ego, çatışma, şehvet yanardağ, yakıcı ateş.
Su
Su elementinin yönü batıdır. Su elementinin rengi saf mavidir ve tabiatı soğuk ve nemlidir.
pozitif unsur ve sembolleri: günbatımı, sonbahar, su kadehi, kase, merhamet, arp, huzurluluk, bağışlama, sevgi, sezgi, durgunluk, berraklık, aklın barışı, akışa uyma, sanat.
Negatif unsurları ve sembolleri: seller, sağanaklar, girdaplar, tembellik, ilgisizlik, kararsızlık, duygusal kontrol eksikliği, emniyetsizlik, ani çıkışlar
Hava
Hava elementinin yönü doğudur. Hava elementinin rengi saf açık sarıdır. Tabiatı ılık ve nemlidir.
pozitif unsurları ve sembolleri: gündoğumu, bahar, tütsü, kuş tüyü, değnek, gong veya zil, bulutlar, esintiler, nefes, iyimserlik, sevinç, zeka, zihinsel çabukluk, yenileme, değişime açıklık.
Negatif unsurları ve sembolleri: hafif davranışlar, dedikodu, değişkenlik, dikkatsizlik, böbürlenme, unutkanlık, fırtınalar, kasırgalar, yok edicilik, yıkıcılık, maymun iştahlılık.
Bu dört evrensel gücü çağırmak için öncelikle elementlerin iyi özümsenmesi şarttı. Her bir element üzerine günlerce meditasyon yapılıp onların doğaları keşfedilirdi. Nerede yansımaları olduğu en önemlisi içimizdeki hangi duygularla bütünleştikleri tespit edilirdi. Bu özümsemeden sonra çağırım için her elementin yönüne dönmek şarttı. Toprağı çağırmak için kuzeye, suyu çağırmak için batıya, havayı çağırmak için doğuya ve ateşi çağırmak için güneye dönülür, her birinin kutsal sembolü çizilir ve ritüelistik araç vasıtasıyla çağırım yapılırdı.
Ateş için bıçak, hançer, orak, athame veya kılıç kullanılırdı. Çünkü bunlar ateşte dövülmüş nesnelerdir ve ateşin enerjisiyle yaratıldıkları için o enerjiyi barındırırlar. Su için metal bir kadeh veya deniz kadehi denen bir araç kullanılırdı. Kadeh, dişiliğin, akışkanlığa biçim vermenin sembolüdür. Haliyle aynı zamanda suyunda temel sembolüdür. Kadehi deniz kabuklarından yapmak suretiyle deniz kadehi elde edilir. Toprak için tuz veya taşlar kullanılırdı.
Havanın ise en temel sembolü asalar idi. Ve çağırımda asalar önemli bir noktayı temsil ederdi. İşte bu noktada asa, eskilerin en önemli ritüelistik araçlarından biridir. Havanın unsurlarını yani; nefes, tesir, değiştirme, dönüştürme, çabukluk unsurlarını taşır. Bu yüzdendir ki asalar bir şeylerin dönüştürmenin (sihrin) sembolüydüler. Bu yüzden hemen hemen her gelenekte yer almaktadır. Eski doğa tabanlı geleneklerde havayla betimlenen ve dönüşümün aracı olan asanın bir diğer önemli sembolü; ağaçtır.
Asanın Ezoterik Anlamı
Asalar, bahsettiğimiz gibi dönüşümün en önemli aracı olmuşlardır. Bazı özel asalar dışında birçoğu ağaçlardan yapılır. Ağaçlar, gökyüzü ile yeryüzünü birleştirmektedirler. Dallarıyla gökyüzüne doğru uzanırken, kökleriyle yerin altına büyüyerek iki dünyayı, iki alemi, iki evreni kısacası yukarıyı ve aşağıyı birleştirmektedir. Bu yüzden; Yukarıdakini aşağıya, aşağıdakini yukarıya taşımakla görevli olan aracı insanların temel sembolü ağaçlar ve ağaçlardan elde edilen asalardır.
Eski şamanlar, yukarıdan aldıkları enerjileri halka dağıtmakla görevliydiler. Haliyle ilahi alemle bu alem arasında aracı konumundaydılar. İşte bu yüzden asalar kullanmakta ve bu sembolizmayı yaşamaktadırlar. Aynı şekilde Hızır’da asa taşımakta ve ilahi olandan gelip, maddi alemlere yardım etmektedir. Bu yüzden dolayı asa taşıyan insanlar her daim manevi dünyalarla bağı olan “aracı” konumundaki insanlar olarak resmedilmişlerdir. Eski resimlere bakıldığında münzeviler her daim bu aracı olmanın tasviri olan asayla betimlenmişlerdir. Yaşlılık, bilgelik ve asa üçlemesi parçalanmaz bir bütünlük içermektedir. Haliyle asa, ağaç sembolünden de yola çıktığımız gibi, bilgeliğe arayışta destek alınan bir “güçtür”. Üst alemleri ve alt alemleri birleştiren ağacın parçası olan asa, bu ikisi arasında yol göstericidir ve bu yüzden ermiş figürüyle birleşmiştir.
Bu ezoterik bütünleşmenin en önemli temsili tarot kartlarındaki hermit kartıdır. Hermit, pelerinli yaşlı bir adamdır. Bir tepenin üzerinde durmuş sağ elinde bir fener, sol elinde ise bir asa taşımaktadır. Fener, bilgeliğin yolunu göstermek anlamına gelir ve hermit kartı bilgeliği arayış, münzevilik anlamına gelmektedir. Meditatif konumları, orucu, kendini ilahi olana adamayı ve bu adanmışlık içerisinde evrenin gizli kanunlarının keşfini anlatır. Bunun dışında tarot kartında bulunan asalar kartı ise girişkenliği, ilerlemeyi, ustalaşmayı ve sezgisel olarak herhangi bir yöne yönlendirilebilen güçlü enerjileri, irade gücünü anlatır. Hermit kartını incelediğimizde ise pelerin kendini adamışlığı ve içsel olarak kapanmışlığı, Hermit’in gözlerinin yere bakması mütevazi olmayı, nefsin terbiyesini, bilgeliğin sessizliğini, sol elinde tuttuğu asa, ilahi olanı keşfetmeyi, enerjileri yönlendirebilecek irade güce sahip olmanın, ustalaşmanın, olgunlaşmanın ve bütünleşmenin, fener ise bu elde edilen bilgelikle yolların aydınlatılmasının sembolüdür. Öyleyse ruhsal tekamülün sembol olan Hermit resminde bulunan asa, ruhsal yükselişin en önemli kademelerinden birine işaret etmektedir.
Musa’nın Asası ve Mısır’ın Kutsal Asaları
Asaların, ağaçların sembolü olduğu ve bilgelikte dönüştürücü, değiştirici ve iradenin gücüyle yaratımın (maji) sembolü olduğundan bahsettik. Peki, asalar sadece ezoterik semboller midir yoksa fantastik edebiyatın vazgeçilmez öğesi olmanın dışında ruhsal bir anlam taşır mı?
Bu noktada Hz. Musa’nın asasıyla Mısır uygarlığa bize çok büyük bir gücü işaret etmektedir. Kuran’da Hz. Musa ve asasına karşı ilginç göndermeler mevcuttur.
(Yine) Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı o zaman biz ona:”Asanı taşa vur” demiştik de ondan on iki pınar fışkırmıştı böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah’ın verdiği rızıktan yiyin için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık çıkarmayın (Bakara 2/60).
“Asanla taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir insan- topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu (A’raf 7/160).
Bu iki ayette de görüldüğü gibi Hz. Musa’ya gelen emirle asasını taşa vurması istenmektedir. Aslında burada akla gelen soru emredilen şeyin “asanın kullanılması” olup olmadığıdır. Bu iki ayette de asaya vurgu yapılması, asadaki özel bir güce işaret etmektedir. Pek tabi ki su Allah’ın izni ve isteğiyle ortaya çıkmaktadır lakin buna vesilen olan şey acaba majik güçleri olan bir asa mıdır? Zira Mısır kültünde her firavunun ve tanrı-tanrıçanın asası olduğu bilinmektedir. Hz. Musa ise Mısır bilgeliğine inisiye olmuş bir kişidir. Haliyle asa, basit bir asanın ötesinde kozmik bir güce sahip olabilir. Bunu yine şu ayetten yola çıkarak daha rahat anlayabiliriz:
“Sağ elindeki nedir ey Musa?” Dedi ki: “O benim asamdır; ona dayanmakta onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim onda benim için daha başka yararlarda var.” Dedi ki: “Onu at ey Musa.” Böylece onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş). Dedi ki: Onu al ve korkma biz onu ilk durumuna çevireceğiz. Elini koltuğuna sok bir hastalık olmadan başka bir mucize (ayet) olarak bembeyaz bir durumda çıksın. Öyle ki sana büyük mucizelerimizden (birini) göstermiş olalım. (Taha 20/17-23)
Bu ayette asa ile ilgili Hz. Musa, ona dayandığını (destek aldığını) ve ağaçlardan yapraklar düşürdüğünü söylemektedir. Buradaki dayanma kısmı, kozmik olarak enerjisel destek olabileceği gibi insani bir işlevde olabilir. İki anlamında aklımıza gelme sebebi Kuran’daki her ayetin içerisinde sırlar barındırmasıdır ve ayetin ilerleyen kısmında “onda benim için başka yaralarda var.” Denmesidir. Burada gizli bir işlevden bahsedildiği aşikardır. Kaldı ki ayetin ilerisinde, bir mucize gerçekleşmektedir. Ayrıca Hz. Musa’nın denizi ikiye ayırmak için yine asasını yere vurması da asaya yapılan bir vurguyu içerir:
Firavun ve adamları gün doğarken İsrailoğlullarının peşine düştüler. Nihayet iki taraf birbirinin görüş alanına girdiklerinde Musa’nın kavmi, “İşte şimdi yakalandık” dediler. Musa; “Hayır, korkmayın, Rabbim benimle beraberdir ve bana mutlaka bir kurtuluş yolu gösterecektir.” Dedi. Bu sırada biz Musa’ya “Asanı denize vur” diye vahyettik. Vurur vurmaz deniz ikiye yarıldı, her iki yanı sanki büyük bir dağ gibiydi. (Şuara suresi 26/60-63)
Dikkatinizi çekmek istediğim nokta; tekrardan asasını vurması istenmesidir. Deniz kendiliğinden ikiye yarılmıyor, birden su fışkırmıyor. İlahi boyutlardan izin geliyor ve Hz. Musa asayı yere vurduğu anda muhteşem enerjisel değişimler oluyor; sular çıkıyor, deniz ikiye yarılıyor. Bu noktada asanın yere vurulması sanki enerjiyi salma veya yönlendirme anlamını taşımaktadır. Çünkü bazı majikal çalışmalarda kapıları açmak veya kapamak için veya enerjiyi o noktaya odaklamak için asanın sertçe yere vurulması gerekmektedir. Bu eski çalışmalar ve bu ayetlerin ışığının paralel olması asanın ruhsal etkisinin olabileceği anlamını taşımaktadır. Bu noktada ilgi çekici bir diğer kısım ise, bunu sadece Hz. Musa’nın yapması değil, rahiplerinde yapabilmesi. Rahiplerde asalarını yılana çevirebildiklerine göre, asaların bu noktada kritik bir işlevi olduğunu düşünebiliriz. Ama Hz. Musa ilahi destek aldığı ve enerjisel olarak rahiplerden çok daha güçlü olduğu için, Musa’nın asası rahiplerinkini yemektedir.
Asalar Hz. Musa’da da gördüğümüz gibi Mısır’da da çok önemli bir konumdadır. Özellikle her firavunun kendine has bir asası olması ve bütün Mısır tanrı ve tanrıçalarının asalarla gösterilmesi asalara verilen değeri göstermektedir. Mısır araştırmacıları firavunların ellerinde ki asaların bereketin ve yetkinin sembolü olduğunu düşünmektedir. Pek tabi ki bu doğru olabilir ama asalar yapısı itibariyle farklıdır. Bu konuda bazı araştırmacılar daha ilginç teoriler üretmektedir.
Olağanüstü Enerjiler’in yazarı Serge K. King kitabında Mısır’daki asalarla ilgili şu ilginç tespiti yapıyor:
Kralların, kraliçelerin, prenslerin ve idarecilerin temsili heykellerinde ellerinde tuttukları görülen on, on iki cm uzunluğunda merak uyandırıcı çubuklar vardır. İdareciler genellikle yalnızca bir çubuk tutarken diğerleri hemen hemen her seferinde her elde bir tane olmak üzere iki çubuk tutar biçimde tasvir edilmişlerdir. Egyptologların elinde bunların ne olduğuna dair hiçbir ipucu bulunmamaktadır. Çubuklar iktidar sembolü olamayacak kadar küçüktür, çünkü birkaç metre uzaklıktan bile zor fark edilmektedir ve işaretlemeler, boyut ve şekilleri kraliyet mühürlerine uygun değildir. Olası bir açıklama için bir kere daha ezoterik geleneğe geri dönebiliriz. Yıllar içerisinde çeşitli medyomların aldığı bilgilerde çubukların amacının, bedenin enerji alanının kuvvetini bu enerjinin iradi olarak psişik ve fiziksel hedeflere yönlendirilebileceği bir noktaya kadar artırmak olduğu belirtilmiştir. İddiaya göre küçük çubuklar aralarında bir akım oluşturmak amacıyla farklı materyallerden üretilmişti. Kombinasyonlardan birinin karbon ve manyetik demir, bir diğerinin ise bakır veya bronz ve kalay olduğu anlatılıyordu. Bazılarının ise tüp şeklinde düzenlendiği bildiriliyordu.
Şimdi, Mısır yontu ve resimlerinin belli bir görevi olması gereken esrarengiz çubuklar tutan kişileri sergilediğini biliyoruz. Psişik kaynaklar materyalleri ve amaçlarını tanımlamaktadır ve bu materyaller elde tutulduğu zaman objektif bir etkinin meydana geldiği de bulgulanmıştır. Bu gerçekler Mısırlıların bizim bilmediğimiz bir enerji formunu kullandıklarını kanıtlamaz, ancak bunlar dikkate alınmaya değecek ipuçlarıdır.
Ancak çubukların bedenin enerji alanının gücünü arttırıcı bir etkileri olduğunu kabul edersek, bu çubuklar eğer kayaları havaya kaldırmak içinde kullanıldıysa nasıl olup da böyle bir güce dönüştürülmüştür? Elimizde yanıt olabilecek türden bir “salon eğlencesi” vardır. Eğer bir kişi yere uzanırsa ve altı kişide onun çevresine dizilip parmak uçlarıyla onu havaya kaldırmaya çalışırlarsa, bunu başarmak oldukça zordur. Fakat eğer bu altı kişi sık ve derin bir nefes alarak buna bir süre devam ederlerse, yerdeki kişiyi çok daha büyük bir kolaylıkla kaldırabileceklerdir. Bizim teorimiz, sık nefes sayesinde bu altı kişinin sistemlerinde ekstra vril aldıkları ve onu parmaklarının içinden çıkan konsantre bir ışınla harcadıklarıdır. Vrilin kuvvetlerinden birsinin levitasyon olduğu söylendiğine göre, derin nefesten sonra yerdeki kişinin yükseltilmesinin kolaylaşması böyle açıklanabilir. Eğer Mısırlılar çubuk veya tüpler aracılığıyla yeterli çoklukta vrilyüklemesi yapabilmekteydilerse, bunu bir başka çubuk veya tüp içinde bir ışın şeklinde deşarj edebiliyor ve böylece bir kayayı yerinden kaldırabiliyor olabilirlerdi. Ta ki şarj bitene kadar. Bu bir rahibin veya görevli kişinin kayanın yeniden kaldırılabilmesini temin edecek yeni bir yükleme gerçekleştirene kadar bir ertelemeye yol açıyor olmalıydı. Ve kaya bu şekilde inşaat yöresine doğru hoplatılıyordu. Fakat tabii bu yalnızca bir teoridir.
Birçok Mısır resminde resimdeki kişilerin tuttukları görülen, egyptologların açıklamakta zorluk çektikleri gizemli değnekler vardır. Değneğin belirsizce bir hayvan başına benzeyen tuhaf bir başı, düz bir gövdesi ve bir at nalı gibi iki uca ayrılan bir alt kısmı vardır. Kahire’de bir muhafazanın içinde gördüğüm bir örnek tahtadan yapılmıştı ve alt kısmı gümüş yapraklarla kaplanmıştı. Gümüşün elektriği geçiren en iyi doğal iletken ve tahtanın en iyi doğal yalıtkanlardan biri olması, bir rastlantıda olabilir veya olmayabilir. Bu kombinasyon pekala elektrik enerjisini veya belki devrili depolamak için tasarlanmış bir alet, bir kapasitör yerine geçebilir.”
Serge K. King’in bahsettiği teori doğru olabilir. Asalar belki de taşları uçurmak için kullanılan ve evrensel enerjiyi bünyesinde saklayıp yansıtabilen özel teknololojik aletler olabilir. Veya belki tamamen majikal yöntemlerle çalışıyor da olabilirler. Albert Einstein’ın “Bizim bilemediğimiz bazı sırları eskilerin sahip olduklarını kabul etmek zorundayız. 600 tonluk bazı taş blıkların üst yüzeylerinin dışa doğru kubbeleşmiş olması olması dikkat çekiyor. Bu ancak muazzam bir çekim veya emme kuvveti ile meydana çıkabilecek bir fenomendir.” Sözü de Mısır’da kullanılan asalarla ilgili teoriyi doğrular niteliktedir.
Aslında bu ezoterik yansımaların ve muhteşem levitatif çalışmalar dışında, asalar aktif olarak kullanılan bir ritüel aracıdır. Yani teorik anlamların dışında, bu anlamları gerçekleştirecek pratik bir araçtır. Her kültürdeki asanın yapılışı ve kullanışı farklıdır ve biraz sırlıdır. Yukarıda Mısır asalarından ve Hz. Musa’nın asasından bahsettik. Bu asalar belli ki farklı teknolojileri veya çok daha derin sırları içermektedir. Kimisine göre bu Mısır asaları Atlantis’ten gelen teknolojik araçlardır ve artık yoklardır. Ama ben burada bu bahsettiğimiz biraz daha sıra dışı teoriler dışında, eski geleneklerde bahsedilen sihirli asalar ve bu asaların ruhsal olarak kullanışlarından-yapılışlarından bahsedeceğim. Burada taşları uçurmak, denizleri ikiye ayırmak gibi fiziksel etkilerden çok “ruhsal değişimleri” amaç edinen asalardan bahsediyoruz.
Asaların ruhsal olarak kullanımı, var olan ruhsal enerjiyi iletmek veya evrensel enerjiyi çekmek (paratoner gibi) şeklindedir. Bu iki yönlü kullanımda da kişinin çok profesyonel ve enerjisel olarak kendini geliştirmesi şarttır. Çünkü spritüel enerjilerin ve kimya-fizik yasalarından bildiğimiz üzere ağaç maddesi, metalik maddelere göre enerjiyi aktarmakta daha zayıftır. Bu yüzden inisiyatik gelenekte kılıçla çalışmalara başlayan çırak, ustalaştığında asaya geçmektedir. Haliyle asa, bu noktada çok daha etkili ama enerjisel yönlendirmeler için çok daha zordur. Tabi ki bir o kadarda asanın yapım aşamaları çok önemlidir.
Asaların yapımında ise öncelikle kişinin bir ağaç seçmesi çok önemlidir. Bazı geleneklerde kişi orman içerisine girerek içsel olarak kendine yakın hissettiği bir ağaçtan asa yaparken, kelt geleneğinde doğum tarihlerine göre belirlenmiş ağaç seçimleri mevcuttur. Genel olarak meşe, söğüt, fındık ağacı, mürver ağacı, akasya, dişbudak ve yabani erik ağacı kullanılabilir. Ağacın seçiminden sonra işlenip asa haline getirilmesinde kişi tamamen kendi emeğini kullanmalıdır. Gerekli oymaları yaptıktan sonra, tüm diğer ek dalların uç kısımlarının enerjinin gidişatını bozmaması için temizlenmesi önemlidir. Bu ağaç seçimleri ve işlemeler sırasında dualar önemlidir.
Mesela Havass çalışmalarında asa yapımı ve okumalar şöyledir; Sülalenin eskilerinden diktiği bir incir veyahut nar ağacı, birkaç gece önceden ayetel kürsi ve Fatiha okunmuş su ile sulanır. Ardından hayırlı bir vakitte namaz sonrası Besmele çekilerek dualar eşliğinde dal kesilir. Fatiha, ayetel kürsi ve çeşitli kurandan sureler eşliğinde kesme ve yontma işlemleri yapılır. Ardından gönülden “Süleyman a.s., Davut a.s, Musa a.s.’ye ve Talut’a nasip ettiğin kudreti banada ihsan et ey Cebbar olan Allah’ım!” denir ve dalın bir yüzüne bakara suresinin 249. Ayeti, diğer yüzüne Fatiha suresi yazılır. Artık bu dal cinleri kovmaktan, şifa vermeye, define bulmaktan nice ilginç işlere yarayacağına inanılır.
Ardından asalara kültüre bağlı olarak bazı majikal tılsımlar ve semboller çizilir. Bunların çizimi her kültüre göre değişir. Yukarıdaki örnekte Kuran’dan ayetlerin yazıldığından bahsetmiştik. Diğer kültürlerde bu semboller ve çizimler ile dualar değişmektedir. Bundan sonra ise asaya kişinin kendi isteğine göre tılsımlı şeyler asılır. Bazı eski şamanik öğretilerde hayvan parçaları, kuş tüyleri, giysi parçaları gibi şeylerdir. Vodoo rahipleri ise kurukafalar, kan, hayvan parçaları gibi şeyler koymaktadırlar. Bunun dışında doğal taşlar, çeşitli bitkiler kullanılabilmektedir.
Hayvan parçaları kullanılmasının sebebi hayvanların ruhlarından yardım almaktır. Böylelikle hayvanları kontrol edilebileceğine inanılır ve rehber hayvan ruhlarının eşlik edeceği düşünülür. Uçlarına kristal veya çevresine metal parçalar konması enerjiyi odaklamak içindir. Eğer daha çok şifa çalışmalarında kullanılacaksa asa, asma sapı veya söğüt ağacından yapılıp yılan şekli yapılır. Tüy konulacaksa, yerleştirilecek tüylerin hangi hayvandan alındığı önemlidir. Her bir kuşun tüyü farklı anlam taşınır. Bunlar dışında bir diğer en çok kullanılan nesne ise boynuzlardır. Şamanik ve ruhsal olarak bir sonraki aşama ise enerjinin yüklenmesi aşamasıdır.
Bu noktada kişi, asayı alıp tüm enerjisini asaya yönlendirerek dualar okur. Kendisinin asa ile bir olduğunu ve asaya dönüştüğünü imajine eder. Ardından irade gücünü ve ruhsal enerjisini asaya aktarır ki, asa, iradesiyle istediklerini yerine getirebilsin. Bu enerjinin yüklenmesi aşaması tekrarlanmalıdır. Ne kadar sık tekrarlanırsa asayla bütünleşme o kadar fazla gerçekleşir. Bu noktada eski öğretilere baktığımızda yüklemede yapılan değişiklerin işlevini değiştirdiği gözlemlenir. Mesela kimisi şifa vermek için kullanılırken kimisi hayvanlara yönelik kimisi ise daha geneldir. Haliyle enerjinin odaklanma kısmı bu noktada önem arz etmektedir. Çalışmalar ile öncelikle ruhsal tesirler en sonunda ise fiziksel tesirler yapılabileceği söylenmektedir.
Ardından yüklemeler dışında kutsamalar yapılır. Bu kutsamalar genellikle elementler veya yapan şamanın ata ruhları veya tanrıları ile tanrıçalarından istenmektedir. Yukarıdaki havass örneğinde ise kutsama aşaması dua içermektedir.
Tarih sürecinde farklı asa kullanımları gelmiştir. Batı ruhsal ekollerinde ezoterik sembollerle süslü asalar varken, Haiti voodoosunda tüylerle kaplı enerjiyi aktarmaya yarayan asalar vardır ve cadılık uygulamaları ile eski paganlarda daha düz ve sade asalar göze çarpar. Daha sonra hazırlanan bu asalar ruhsal çalışmalarda enerjileri yönlendirmek veya değiştirmek, inisiyatik törenlerde kutsamak veya element krallıklarını açmakta kullanılır.
Asadan Bastona
Gerek ruhsal araçlar olarak gerekse ezoterik semboller olarak asalar hayatımızın her daim içinde var olmuştur. Hangi birimiz küçükken yaptığı bir asayla hayaller dünyasında kaybolmamıştır? Veya birçoğumuz orman gezilerinde yerde bulduğumuz asaların eşliğinde gezimizi tamamlamışızdır. Yaşlılığımızın vazgeçilmez baston figürü dahi belki de asalardan alınan desteğin ve olgunlaşmanın bir sembolü olabilir. Geçmişe baktığımızda ise her kültürün kendisine has asa sembolizması ve asa geleneği olduğunu görürüz. Hal böyle olunca, asalar, her ne kadar Hollywood filmlerinin ve fantastik edebiyatın içinde önemli bir yer edinmişse de, gerçek hayatta hepimizin bilinçaltında önemli bir sembol olmuştur.
|
|
|
VÜCUDUMUZU SEVMEK İÇİN OLUMLU İFADELER |
Yazar: Spiritüeller - 06-01-2017, Saat: 22:55 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
|
SAĞLIKLIYIM , İYİYİM , SAĞLAMIM
Geçmişte vücuduma iyi bakmadığım için,kendimi affediyorum. O zaman sahip olduğum bilgi ve bilinç sayesinde, elimden gelenin en iyisini yapıyordum. Artık, Hayat'ın sunmak zorunda olduğunun en iyisi ile beslenecek kadar kendime özen gösteriyorum. Vücudumu optimum sağlık düzeyine getirmek üzere,ona ihtiyaç duyduğu her şeyi her düzeyde veriyorum. Sağlıklı yiyecekleri,zevkle yiyorum. Doğal kaynak sularından bolca içiyorum. Sürekli,keyif alabileceğim yeni egzersiz yöntemleri buluyorum. İç ve dış,vücudumun her parçasını seviyorum. Artık, vücudumdaki hücreler için içsel bir atmosfer yaratan huzurlu, uyumlu,sevecen düşünceleri tercih ediyorum. Vücudum, bakımını sevgiyle üstlendiğim iyi bir arkadaş. İyi bakılıyor ve besleniyorum. İyi dinleniyorum. Huzur içinde uyuyorum. Sevinçle uyanıyorum. Hayat güzel ve onu yaşamaktan mutluluk duyuyorum. Gerçekten de öyle...
OLUMLU İFADELER...
- VÜCUDUMU SEVİYORUM
- VÜCUDUM,SAĞLIKLI OLMAYI SEVİYOR
- KALBİM,SEVGİMİN MERKEZİDİR
- KANIMDA,YAŞAM VE CANLILIK VAR
- VÜCUDUMDAKİ HER HÜCRE SEVİLİYOR
- ORGANLARIMIN HEPSİ MÜKEMMEL ÇALIŞIYOR
- SEVGİ İLE GÖRÜYORUM
- ŞEFKAT İLE DUYUYORUM
- KOLAYLIKLA VE RAHATÇA HAREKET EDİYORUM
- AYAKLARIM YAŞAM BOYUNCA DANS EDİYOR
- YİYECEKLERİMİ SEVGİ İLE KUTSUYORUM
- SU,EN SEVDİĞİM İÇECEKTİR
- KENDİME NASIL BAKACAĞIMI BİLİYORUM
- HİÇ OLMADIĞIM KADAR SAĞLIKLIYIM
- VÜCUDUMU FEVKALADE BEĞENİYORUM
|
|
|
İÇİMİZDEKİ ÇOCUĞU ANLAMAK |
Yazar: Spiritüeller - 06-01-2017, Saat: 21:12 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
|
Ruhun ilk amacı,oyun oynamak için vücut bulmaktır. Çocuk,oyun oynamaya izin verilmeyen bir çevrede bulunduğunda büyük üzüntü duyar. Pek çok çocuk,herşey için anne babalarına sorması gereken biçimde yetiştirilir;kendi başına karar veremez. Diğer bir ifadeyle,öğrenmelerine izin verilmez;artık karar vermekten korkarlar. Bu deneyimlerin tümü,huzursuz bir yetişkin olmaya katkıda bulunur.
Mevcut okul sistemimizin olağanüstü bireyler olmaları için çocuklarımıza yardımcı olduğunu düşünmüyorum. Okullarımız,fazlasıyla rekabetçi ve her çocuğun itaat etmesi beklentisi içinde. Okullarımızdaki sınav sisteminin bütünüyle,çocuklarda yeterli olmadıkları duygusunu yarattığını düşünüyorum. Çocukluk,kolay değildir. Yaratıcı bir ruhu bastıran ve değersiz hissedilmesine katkıda bulunan pek çok şey vardır.
Eğer zor bir çocukluk dönemi yaşadıysanız,bugün muhtemelen hala içinizdeki çocuğu reddediyorsunuz. Belki de, içinizde,sizinde bir zamanlar olduğunuz gibi mutsuz bir çocukluk olduğunun bile farkında değilsiniz. Bu çocuğun,iyileşmeye ihtiyacı var. Bu çocuk,sizden esirgenen sevgiye ihtiyaç duyuyor ve ona bu sevgiyi yalnızca siz verebilirsiniz.
Hepimizin yapabileceği iyi bir alıştırma,düzenli olarak içimizdeki çocukla konuşmaktır. İçimdeki çocuğu haftada bir kere,her nereye gidersm yanımda götürmekten keyif alıyorum. Gözlerimi açtığımda, "merhaba,Lulubelle. Bugün sana ait. Benimle birlikte gel. Birlikte çok eğleneceğiz," diyorum. Ardından,o gün boyunca her şeyi Lulubelle ile birlikte yapıyorum. Yüksek ya da alçak bir sesle,onunla konuşuyorum ve yaptığımız her şeyi ona açıklıyorum. Ona, ne kadar güzel ve akıllı olduğunu, onu ne kadar çok sevdiğimi söylüyorum. Günün sonunda, kendimi harika hissediyorum ve biliyorum ki içimdeki çocuk da çok mutlu.
Size ait bir çocukluk resminizi bulabilirsiniz. O resmi,kolayca görülebileceği bir yere,belki yanında birkaç çiçek olacak biçimde,koyunuz. Resmin önünden her geçtiğinizde, "Seni seviyorum,seni önemsediğim için buradayım," deyiniz. İçinizdeki çocuğu iyileştirebilirsiniz. O çocuk mutlu olduğunda,siz de mutlu olacaksınız.
İçimizde çocuk için bir şeyler de yazabilirsiniz. İki farklı renkte kalem ve bir kaç parça kağıt alınız. Sürekli kullandığınız eliniz ile,sağ yada sol,bir soru yaznınız.Ardından,diğer kalemi diğer elinize alarak içinizdeki çocuğun yanıtı yazmasına izin veriniz. Bu,içinizdeki çocukla bağ kurmak için olağanüstü bir yoldur. Sizi şaşırtacak yanıtlar alacaksınız.
Bir çocuk olarak aldığınız her olumsuz mesaj,olumlu bir ifadeye dönüştürülebilir. Kendinizle yaptığınız konuşmaların,özsaygı yaratmak için olumlu ifadeler içeren sürekli bir akış olmasına izin veriniz. Ektiğini yeni tohumlar,eğer iyi sulanırsa,filizlenecek ve büyüyecektir. Hiçbir erkek,suistimalde bulunacak birisi olarak doğmaz.Hiçbir küçük kız,kurban olarak doğmaz.
Louise L. Hay
|
|
|
ABYDOS : ESKİ MISIR'IN ÖTE DÜNYAYA AÇILAN GİZEMLİ KAPILARI |
Yazar: Spiritüeller - 27-12-2016, Saat: 17:51 - Forum: ESKİ MISIR
- Yorum Yok
|
|
Son bulgular, Eski Mısır'da krallara öte dünyaya yapacakları yolculukta eşlik etmeleri amacıyla insan kurban edildiğine işaret ediyor.
Kral Aha (“savaşçı”, Nil'in savaş halindeki iki krallığını birleştirmeye veya başkent Memphis'i inşa etmeye çalışırken ölmemişti. Bir efsaneye göre, birleşik Mısır'ın ilk hükümdarı 62 yıl süren saltanatının ardından bir av kazasında yaşamını yitirmiş; kızgın bir suaygırının ayakları altında ezilerek hiç de efsanevi olmayan bir şekilde ölüme gitmişti ve ölüm haberi çalışanlarına farklı, özel bir korku salmıştı. Birçoğu için, krala yaşamında hizmet etme onuru, sonunun ne olacağı daha da belirsiz bir ayrıcalık olan, ölümünde hizmet etme yolunu da açacaktı.
Aha'nın gömüleceği gün, görkemli bir cenaze alayı, Mısır'ın ilk krallarının hânedân mezarlığı olan Abydos'un kutsal alanları arasından ilerledi. Rahiplerin öncülük ettiği cenaze alayında; kraliyet ailesi, vezir, haznedar, yöneticiler, ticaret ve vergi memurları ve Aha'nın ardılı Djer de yer alıyordu. Alay, kent kapılarının hemen ardında, açık bir meydanı çevreleyen heybetli kerpiç duvarlara sahip anıtsal bir alanın önünde durdu. Duvarların çevrelediği bu alanda rahipler, tütsünün oluşturduğu bir bulut denizi arasından Aha'nın ölümsüzlüğünü sağlamak için gizli ritüeller yapacakları küçük bir tapınağa doğru ağır ağır ilerlediler.
Dışarıda, alanı kuşatan duvarların çevresinde, altı açık mezar yer alıyordu. Gerçekleşen son kendini adama –veya zorla adatmada– altı kişi zehirlenmiş ve öte dünyaya götürmeleri amacıyla yiyecek ve şarapla gömülmüşlerdi. Aralarından biri, belki de kralın sevgili kızı veya oğlu, fildişi bilezikler ve değerli küçük taşlardan boncuklarla cömertçe süslenmiş olan, yalnızca dört– beş yaşlarında, bir çocuktu.
Alay daha sonra, kumulları aştı ve mezarlığa ulaşmak için batan güneşe doğru yürüdü. Aha'nın üç odalı mezarı, sonsuzlukta bolluk içinde yaşayabilmesi için erzakla doldurulmuştu. Her biri Aha'nın resmi mührünü taşıyan iri öküz eti parçaları, yeni öldürülmüş su kuşları, somunlarca ekmek, peynir, kuru incir, kaplarca bira ve düzinelerce şarap testisi vardı.
Mezarının yanında üç düzgün sıra halinde uzanan 30'un üzerinde gömü daha yer alıyordu. Törenler doruk noktasına ulaştığında birkaç aslan öldürülüp ayrı bir çukura gömüldü. Aha'nın cansız bedeni tuğlalarla inşa edilmiş mezar odasına doğru indirilirken, sadık maiyeti ve hizmetkârlarından oluşan seçkin bir grup da zehir içerek krallarına öte dünyaya yolculuğunda eşlik etti.
M.Ö. 2900'de bir firavunun cenaze töreni gerçekten bu şekilde mi yapılıyordu? Uzmanlara göre bu, akla uygun bir senaryo. Arkeologlar yüzyılı aşkın bir süredir Abydos'ta kumları eleyerek araştırmalarını sürdürüyor.
Şimdiyse Mısırlıların gerçekten insan kurban etme ritüelleri olduğuna ilişkin güçlü kanıtlar buldular ve bu kanıtlar, antik dünyanın en büyük uygarlıklarından birine yeni bir ışık tutuyor.
İlk Firavunun Son Töreni
Önceleri her Mısır hükümdarı iki bölümlü bir mezar kompleksi hazırlatırdı: Bir tören alanı ve Batı Çölü'nün daha içlerinde, "ölüler diyarı"nda bir mezar. Yakın dönemde Abydos'ta yapılan kazılarda, I. Hanedan'ın ilk kralı Aha'nın kerpiç tuğladan yapılmış, 5000 yıllık tören alanı ortaya çıkarıldı. Olasılıkla kraliyet gömü töreniyle bağlantılı olarak zehirlenen altı kişi, tören alanı duvarının hemen dışına gömülmüştü. Kazının başkan yardımcısı Matthew Adams, "Firavun kendi maiyetindekilerin yaşamları hakkında karar verebiliyordu," diyor. "Öte dünyada kendisine hizmet etmek üzere seçtiği veya gerek duyduğu kişileri beraberinde götürme gücüne sahipti."
Ölüm ve Sonsuz Yaşam
Arkeolog Günter Dreyer, beş yıllık kazı çalışmasıyla ortaya çıkan yapıyı gözden geçiriyor: II. Hanedan'ın son firavunu Ha'sehemvi'nin 4700 yıllık mezarı. Geçmişte çöl platosundaki bir vadi olasılıkla "ölüler diyarı"na giriş kapısı olarak görülüyordu. "Mezarlar bu diyara giden yol üzerindeki geçici konaklardı." diyor Dreyer. Ha'sehemvi'nin mezar çukurunun köşesinde bir rampa vadiye doğru yükseliyor ve böylece yaşamını yitiren firavuna öte dünyaya gitmesi için kalıcı bir yol sunuyor.Çok Önemli Arşivler
Hanedanlar öncesi dönemde yaşamış bir krala ait mezarda bulunan bu kemik ve fildişi etiketler, 5000 yıla tarihlenen resmi kayıtlar, bilinen en eski yazılardan bazılarını taşıyor. Günter Dreyer, üst sıradaki her etikette bulunan çentik sayısının kumaş parçasının büyüklüğünü gösterdiğini düşünüyor. Ve bir çentik yaklaşık 0,2 metre kareye denk düşüyor. Soldaki tablet üzerindeki kuş her sabah doğuda beliren güneş ışığını simgeliyor. Sağdaki tablette yer alan iki simge ise teslim edilen malların nereden geldiğini gösteriyor; bir ağaç "tarım çiftliği"ni tanımlarken, bir köpek de çiftlik sahibinin kimliğine işaret ediyor.
Kutsal Topraklar
Kırık parçaların oluşturduğu bu yığınlar, eski çağ hacılarının bıraktığı kupa, kâse vb. kalıntılar. Orta Krallık dönemi rahiplerinin, I. Hanedan firavunlarından Djer'in mezarını ölülerin tanrısı Osiris'in gömüldüğü yer olarak ilan etmesinden sonra, Abydos önemli bir hac merkezi haline geldi. Osiris'in ölüm ve dirilişinin anısına her yıl düzenlenen şenlik için ülkenin dört bir yanından büyük kalabalıklar bu kutsal merkeze gelirdi.
İnancın Payandası
Büyük olasılıkla Osiris'e tapınmak için inşa edilen bu tapınakta, 30. Hanedan firavunlarından I. Nektanebo ve II. Nektanebo'nun adlarıyla süslenmiş kaya parçaları hâlâ duruyor. New York Üniversitesi'ne bağlı Güzel Sanatlar Enstitüsü'nden arkeolog Michelle Marlar, bu alandaki ilk kazı çalışmasını yıkıntıların üzerinden gözlemliyor. "Burasının Osiris tapınağı olduğu kanıtlanırsa," diyor, "Hanedanlar döneminin ilk zamanlarına kadar inen uzun bir tapınaklar zinciri olduğu düşünülen yapının son evresini temsil ettiği ortaya çıkacak."
Bunu Biliyor muydunuz?
Abydos'ta ilk arkeoloji çalışmaları bugün yürütülen zorlu kazı süreçlerinden çok farklıydı; burada bilim insanlarından çok hazine avcıları hüküm sürdü. Eski Mısırlılar bile firavunların gömülü olduğu yerlerde altın, gümüş ve mücevher bulacaklarını bildikleri için atalarının mezarlarını yağmalamaktan geri kalmadılar. İlk Batılı arkeologlar da aynı şekilde eserlere zarar verdiler. Mısır Antik Eserler İdaresi Müdürü, 1895 yılında Émile Amélineau'ya Abydos'ta kazı yapabilmesi için bir ayrıcalık tanıdı. Amélineau bunu, istediğini yapma ve dilediği nesneleri alma özgürlüğü olarak kullandı. Anlaşıldığı kadarıyla sağlam, çarpıcı ve satılabilir durumdaki eserler (ki Osiris'in lahdi üstünde bulduğu büyük heykel başta olmak üzere bunlara ilişkin birçok örnek verilebilir) dışındakilerle pek ilgilenmedi ve bugün birer hazine sayılacak yığınlarca nesneyi “işe yaramaz” diye attı. Hatta bazı kaynaklar, I. Hanedan dönemine ait ahşap eserleri kamp ateşinde yakmakla ve beraberinde götürmesine değecek ölçüde çarpıcı olmayan eserleri parçalamakla böbürlendiğini aktarıyor.
Abydos'taki ilk arkeoloji çalışmalarına ilişkin en tuhaf öykü “kayıp kol” ile ilgili. 1899 yılında Abydos kazılarının sorumluluğunu devralan Flinders Petrie, öncülü Amélineau'ya göre çok daha titiz ve düzenli çalışan bir uzmandı; doğru bir belgeleme için önceki kazı alanlarına el attı ve Amélineau'nun çalışma yaptığı alanlardan birçoğu üzerinde yeniden kazı yaptı. I. Hanedan firavunlarından Djer'in mezarında mumyalanmış bir kol buldu; mezar duvarındaki küçük bir oyuğa tıkıştırılan kol, mücevherle bezenmiş altın bileziklerle süslüydü. Petrie, kolun Djer'in eşine ait olduğu görüşündeydi; ilerleyen dönemlerde uzmanlar kolun Djer'e ve belki de firavunun yakınına defnedilen bir soyluya ait olabileceği görüşünü ortaya attı. Ne yazık ki, gerçeği asla öğrenemeyeceğiz. Petrie, bir sorumluluk örneği göstererek kolu bez sargı ve bileziklerle birlikte Kahire Müzesi'ne gönderdi. Müze müdürü de bilezikleri sergilemek üzere çıkardı ve kolu çöpe attı. Petrie'nin o dönemi özetleyen sözleriyle belirtmek gerekirse, “Müze, tehlikeli bir yer”.
|
|
|
KURŞUN DÖKMEK |
Yazar: Spiritüeller - 27-12-2016, Saat: 17:42 - Forum: BATIL İNANÇLAR
- Yorum Yok
|
|
Halkımız arasında "göz değmesi, göze gelme" diye adlandırılan bir "NAZAR" inancı vardır. Nazar isabet eden kimsenin kendisine, malına veya eşyasına bir zarar geleceğine inanılır. Bu nedenle nazarın isabetinden ve etkisinden korunmak üzere bazı tedbirlere başvurulmaktadır. Bunlar korunma ve kurtulma tedbirleri olmak üzere iki kısma ayrılır.
Korunma tedbirleri olarak çocuklara, at, dana, inek, vb. hayvanlara, ev, dükkan, otomobil gibi eşyaya nazar boncuğu, at nalı, üzerlik otundan yapılan kolyeler takılmakta bazı yörelerimizde de özellikle çocuklara kurt, ayı, kartal, leylek gibi hayvanların diş, tırnak ve kemiklerinden yapılan nazarlıklar takılmaktadır. Böylece nazarın isabetinden korunulacağına inanılmaktadır. Ayrıca nazar muskalarının da kullanıldığı görülmektedir. Nazar isabetinden kurtulmak için ise, kurşun veya mum döktürülmekte, nefesi keskin (izinli denilen) hocalara okutulmaktadır.Bazı yörelerimizde de "tuz çatılmakta", "un yakılmakta" , "üzerlik otu" yakılarak dumanı ile tütsülenilmektedir.
En yaygın olan uygulama kurşun veya mum dökme adetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır:
Nazar isabet eden hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur. Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten sonra oradakiler hep beraber;
"Kem göz çatlasın
Nazar eden patlasın"
diye beddua ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak nazarlıkotu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir. Bu esnada çabuk çabuk,
"Üzerliksin havasın
Her dertlere devasın
Ak göz, kara göz,
Mavi göz, ela göz
Hangisi nazar etmişse
Onların nazarını boz"
denilmektedir. Şu tekerleme de söylenilmektedir:
"Elemtere fiş
Kem gözlere şiş
Üzerlik çatlasın
Nazar eden patlasın".
Bu konuda şunu ifade etmek isterim ki, nazardan korunmak veya kurtulmak için çeşitli nazar boncukları, diş, kemik, tırnak ve üzerlik otu gibi nesneleri takmak dinimiz açısından doğru değildir. Çünkü İslâmda fayda ve zarar Allah'ın takdiriyle tecelli eder. Bundan ayrılıp birtakım nesnelerden medet ummak yanlıştır, hurafedir. Zira Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.S), nazar boncuğu gibi birtakım nesneleri takarak, hastalıktan kurtulmaya irikad etmeyi men etmişlerdir.
Allah Elçisi şöyle buyuruyor:
"Efsun yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek için sihir yapmak, ŞİRK (Allah'a ortak koşmak)tır".
Ancak bir hususa değinmekte yarar görüyorum. Çünkü halkımız "nazar var mıdır, varsa İslâm'ın Bakış açışı nedir?" diye çok soru sormaktadır.
Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyuruyorlar: "Nazar haktır (gerçektir)."
"Nazar insanı mezara, deveyi kazana koyar" Öyleyse "İsabet-i ayn" denilen nazar vardır ve gerçektir. Peki mahiyeti ve İslâm'a göre korunma çaresi nedir? Bunu en yetkili merci olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu'nun, konuya ilişkin sorulan bir soruya verdiği cevaptan öğrenelim.
"Mahiyeti ve nasıl olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, nazar veya göz değmesi, yani bazı kimselerin bakışları ile bazı olumsuz etkilerin meydana gelmesi dinen de kabul edilmektedir. Nitekim Kuran-ı Kerim'de (Kalem Sûresi, Ayet: 51-52)
"... İnkar edenler Kurân'ı dinlediklerinde, neredeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi" buyrulmaktadır.
Hz. Aişe (R.A.)'nin naklettiği bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamber (S.A.S) "Nazardan Allah'a sığının, çünkü nazar (göz değmesi) haktır." (İbn Mâce, 2/1159 Hadis No: 3508) buyurmuştur.
Resulullah (S.A.V)'ın nazar değmesine karşı, "Ayetü'l Kürsi" ile ihlâs ve Muavvizeteyn (yani Felak ve Nas) Sûrelerini okuduğu ashabına da bunları okumalarını tavsiye buyurduğu (Tecrid tercemesi, 12/90, Hadis No: 3508) buyurmuştur.
İslâm bilginleri, nazarın etkisinden korunmak veya nazar isabet etmiş ise kurtulmak için Kalem Sûresinin 51. ve 52. âyetlerinin okunmasını da tavsiye etmişlerdir.
"Büyük velilerden Hasan Basri Hazretleri, nazara karşı Kalem Sûresi'nin 51. ve 52. âyetlerini okur ve nazardan etkilenen kimselere de okunmasını tavsiye ederdi"
Bu âyetlerle ilgili olarak "Esrar-ı Muhammediye" adlı eserde şöyle denilmiştir:
"Bu âyet-i kerime (Kalem Sûresi 51. ve 52. âyetleri) de nazarın def'i içindir. İster yazmak suretiyle taşınsın, ister o âyetin okunduğu okunmuş suyla yıkanılsın veya o âyetin okunduğu sudan içilsin hep aynıdır. Nazarın etkisinden korunmak için tavsiye edilmiştir.
Kalem Sûresinde adı geçen âyetlerin okunuşu:
"Ve in yekâdülleziyne keferû leyüzlikûneke biebsâ-rihim lemmâ semiu'z-zikre veyekûlûne innehü le-mecnun. Ve mâ hüve illâ zikrun li'l âlemin."
Âyetlerin anlamı: "Hakikat, o küfredenler zikri (Kur'ân 'ı) işittikleri zaman az kalsın seni gözleriyle yıkacaklardı. Halbuki O (Kurân) âlemler için (ins-ü cin için)(mahzı) şereften (öğütten) başka bir şey değildir" (Kalem Sûresi, âyet: 51, 52).
İnsan hoşuna giden bir şeye bakarken nazarı değmemesi için "Maaşâallah, La kuvvete illâ billah" demelidir. Bu Peygamber Efendimiz'in okuduğu bir duadır.
"Nazar değmemesi için çocuklara nazarlık veya boncuk takılması ise cahiliyet devri âdetlerindendir. (Yani batıl âdettir). Bu itibarla hiçbir faydası olmadığı gibi, dinen de caiz değildir.
Hastalanan kimselere Cenâb-ı Hak'tan şifa umarak, Kurân-ı Kerim ve şifa ile ilgili dualar okumak caizdir. Halkı kandırmak, başkalarına zarar vermek, gaibten haber vermek, falcılık ve sihir yapmak... gibi işler ise dinen haramdır. Bu tür maksatlar için üfürükçülük yapmak dinen caiz olmadığı gibi, kanunen de suçtur. Bu itibarla, sihirbazlık ve sihirle ilgili üfürükçülüğü meslek ve sanat edinen ve böylece saf kimseleri kandırarak menfaat sağlayan kişilerin ilgili mercilere bildirilmesi gerekir"
|
|
|
Gizemli Dostlarımız Kediler Hakkında Muhtemelen Bilmediğiniz 20 Şaşırtıcı Gerçek |
Yazar: Emka - 26-12-2016, Saat: 18:33 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
|
1. Kedilerin de insanlara alerjisi olabilir.
Kediniz sık sık öksürüyorsa sorumlusu siz olabilirsiniz. 2005 yılında yapılan bir çalışma 200 kediden 1'inde rastlanan kedi astımı hastalığının, insanların yaşam tarzından dolayı gitgide arttığını ortaya çıkardı.
Kediler evlerin içinde yaşamaya başladığından beri; toz, sigara dumanı, kedi kumu ya da çiçek tozları sebebiyle; solunum yolları rahatsızlıkları yaşamaya oldukça müsait.
Çok sık olmamakla birlikte grip ya da nezle gibi hastalıklar da insanlardan kedilere bulaşabiliyor.
2. Hepsi, kedi nanesinden etkilenmez.
Kedilerin yarısından çoğu kedi nanesine tepki vermez. Nepeta cataria hassasiyeti kalıtsaldır ve buna sahip olan kedilerin 2 yavrusundan 1'i aynı hassasiyete sahip olabilir. 4 yavrunun ise 3'ünde aynı hassaslık görülebilir, yavru sayısıyla ihtimal de artar.
3. Kediler, köpeklerle aynı evde yaşayabilir.
2008'de Tel Aviv Üniversitesi'nde yapılan bir çalışma, iki hayvanın genç yaştayken tanıştırıldıklarında çok iyi anlaştıklarını gösteriyor. Genç yaştan kastımız ise; kediler için 6 ay, köpekler için 1 yıl anlamına geliyor.
4. Aksi iddia edilse de, kediler sevilmekten hoşlanır.
Kedilerin büyük bir çoğunluğu sevilmekten, okşanmaktan hoşlanıyor. Bundan hoşlanmayan, özgürlüğüne düşkün olan minikler ise kedilerin insanlarla evde yaşamaktan hoşlanmadığının düşünülmesine yol açabiliyor.
5. Evcil kediler serbest kalsa da gezdikleri alan sınırlıdır.
Kediniz dışarıya çıktığında; diğer kedilerin bölgesinde bulunmamaya dikkat ediyor. 2013 yılında BBC tarafından yayınlanan, 50 kediye GPS aygıtları ve kameraların takıldığı araştırma da gerçeği gözler önüne koyuyor.
Kısacası; birbirlerinin alanına saygı duyuyorlar ve olası tartışmalardan uzak duruyorlar.
6. Beyinleri köpeklerinkinden daha kompleks bir yapıya sahip.
Vücutlarının %0.9'unu oluştursa da; Psychology Today'e göre kedilerin beyni, tıpkı bizimkine benzeyen harika bir yapıya ve kıvrımlara sahip. Kavrama ve öğrenme kısmı köpeklerden daha kompleks bir yapıya sahip. Sinir hücrelerinin sayısı kedilerde yaklaşık 300 iken, köpeklerde bu sayı 160.
Çoğu insan, köpeklerin daha zeki olduğunu söylese de, kedi sahipleri böyle düşünmüyor.
İlginç bir gerçek daha var ki; 2010 yılında en gelişmiş bilgisayarın, bir kedi beyninden 83 kat daha yavaş çalıştığı biliniyor.
7. Normal şartlar altında, kısa süreli hafızaları oldukça iyi.
Kısa süreli bellek genel olarak bir dakika çalışsa da; 2007 yılında Current Biology'de yayınlanan bir çalışmaya göre kediler söz konusu olduğunda bu süre 10 dakikaya kadar artıyor.
Bilim insanları bu çalışmada, kedilerin ön ayaklarını hareket ettirmelerini engelleyerek, bu engeli hatırlayıp ona göre hareket ettikleri süreyi değerlendirdiklerinde; ortaya 10 dakika gibi uzun bir süre çıkmıştır. Engel ortadan kaldırılsa da; kediler 10 dakika boyunca aynı şekilde hareket etmeye devam etmiştir.
8. Ev kedileri serbest olsa da, yabani kedilerden daha az ve evin yakınlarında geziyor.
Illinois-Champaign Üniversite'sinde 2 yıl boyunca sürdürülen araştırmada, 42 kedi radyo vericili tasmalarla izlendiğinde, sokak kedilerinin, serbest bırakılan ev kedilerinden daha çok gezdiği ve ev kedilerinin evlerinden fazla uzaklaşmadığı ortaya çıktı.
Aynı araştırma yabani kedilerin, zamanın birçoğunu uyuyarak geçirden ev kedilerinden daha hareketli ve faal olduğunu da kanıtladı. Çünkü sokak kedileri için hayat o kadar kolay değil; özellikle kış mevsiminde tüm günlerini yeterli yiyeceği bulmak için harcıyorlar.
9. Yaşadıkları bazı hastalıklar bizimkilere çok benziyor.
Kediler, sayısı 250'yi aşan kalıtsal hastalık riski taşıyor ve bu hastalıkların çoğu insanların yaşadığı hastalıklara benziyor.
Örneğin; kedilerdeki gece körlüğü, 3500 Amerikalı'dan 1'inde görülen bir hastalık. İnsanlardaki HIV gibi kedilerde de FIV var. Hatta kediler de kendilerine özgü bir biçimde alzaymır hastalığı yaşayabiliyor ya da çok kilo alıp obezitenin ağına düşebiliyor.
10. İlk olarak Çin'de evcilleştirildiler.
Bir zamanlar, kedilerin ilk olarak yaklaşık 4000 yıl önce Antik Mısır'da evcilleştirildiğine inanan bilim insanları, yeni bir araştırma sayesinde kedilerin evcilleştirilmelerinin neredeyse 5300 yıl öncesine kadar dayandığını ve Çinli çiftçilere çok yakın bölgelerde yaşadıklarını ortaya koydular. Tam olarak evcilleştirilmiş sayılmasalar da bu kedilerin, insanlarla gelişen ilişkilere büyük katkıları var.
11. Sahip oldukları bir gen, benekli olmalarına yol açıyor.
2012 yılında yapılan bir araştırma, bilim insanlarının Taqpep dediği bir genin kedilerdeki lekelere sebep olduğunu ortaya çıkardı. Lekeli kedilerde bu gen mutasyona uğrasa da, çizgili kedilerde böyle bir şeye rastlanmadı. Ayrıca farklı desenlerin ve lekelerin Edn3 geniyle olan bağı da ortaya koyuldu.
12. Mırıldamaları mutlu oldukları anlamına gelmeyebilir.
Kediler mutlu olduklarında mırladıkları gibi; doğum yaparken, hastayken, yaralandığında, yavrularını emzirirken ya da gergin olduğunda da mırıldar. Yapılan çalışmalarda ise çıkardıkları seslerin kedilerin iyileşme süreçlerinde de etkili olduğu, onları rahatlattığı da ortaya koyuldu. Mırıldamak yalnızca nefes alıp verdikleri anlamına bile gelebilir.
13. Şekerli şeylerin tadına bakamıyorlar.
Bayılarak yediğiniz şeylere burun kıvırıyor çünkü tatlı algısı yani T1R2 geni ve bu genin kodladığı proteinler kedilerde yok. Kediler çita ve kaplan hariç diğer akrabalarından bu özelliğiyle ayrılıyor.
14. Düzenlerinin bozulması hasta olmalarına ya da hasta gibi davranmaları için yeterli.
Düzeni değiştiğinde sapasağlam bir kedi bile hasta olabiliyor yani aslında hasta gibi davranıyor. Gerekmedikçe monoton hayatlarına müdahale edilmemesi gerekiyor çünkü yaşadıkları değişimlerin ardından kedilerde kusma ve iştahsızlık görülebiliyor hatta tuvalet kumlarını kullanmayı reddettikleri de oluyor.
15. Su içmede ustalar, çeneleri asla ıslanmıyor.
Bu konuda köpeklerin aksine oldukça yetenekli olan kediler, dillerini suyun yalnızca üst yüzeyine değdirip çekiyorlar. Sonuç ıslanmayan bir çene!
16. İstediklerini almayı çok iyi biliyorlar.
Kediler, mama ya da ilgi istediklerinde tıpkı bir bebek gibi davranmaya başlıyor. Ağlamaya benzer mırıldamaları ve miyavlamaları, ayaklarınıza dolanmalar izliyor. Fakat şaşırtıcı bir gerçek var ki bu miyavlamaların ses yüksekliği bebeklerin ağlamaları ile aynı seviyede. Kısacası; kedilerin taklit yeteneği de bir harika.
17. Bilgisayarlar bile kedilere düşkün.
Sıcak olmasından kaynaklanıyor olsa gerek; kediler bilgisayarlara bayılıyor. Fakat şaşırtan bir gerçek daha var ki, artık bilgisayarlar da onlara bayılıyor. Tıpkı insan beyni gibi çalışan Google Brain adlı 16.000 işlemcili bilgisayarın en büyük zevklerinden biri komik kedi videoları izlemek.
18. Patileriyle su içmelerinin de bir sebebi var.
Zevkler tartışılmaz tabi ama bazı kediler keyiften değil; kabın şeklini beğenmediğinde patisiyle su içmeyi tercih ediyor. Özellikle bıyıklarına engel olan kaplar kedileri rahatsız ediyor.
19. Cinsel organları tırtıklı.
Geçmişte insanların da sahip olduğu tırtıklı penis, uyarılmayı sağlarken, dişilerde de yumurtlamayı destekliyor. Çiftleşme süresince Cinsel organının olduğu yerde kaymamasını da sağlıyor tabi.
20. Kendilerini temizlerken çok vakit harcarlar.
Evet belki bunu hepimiz biliyoruz ama şaşırtıcı olan bu sürenin bir günün neredeyse %50'sini kaplaması. Kediler kendilerini temizleyerek; onları zor durumda bırakabilecek kokulardan arınıyor ve dolaşım sistemine de katkıda bulunuyor. Hatta bazen sizi de yalayabiliyorlar, bu sizin de aileden biri olduğunuzu gösteriyor.
|
|
|
|