Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1591 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 1591 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 318
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 305
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,006
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,129
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,073
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,005
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,145
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,519
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,285
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,170

 
  ESKİ MISIR'DA 55 NUMARALI MEZARIN SIRRI
Yazar: Spiritüeller - 25-12-2016, Saat: 16:49 - Forum: ESKİ MISIR - Yorum Yok

Zaman: M.Ö. yaklaşık 1335-1322 
Mekân: Amama ve Thebes, Mısır

"Tabutun sahibinin kimliğinin, sonunda bir sürpriz olacağına inanıyorum." GASTON MASPERO, 1907

Amerikalı Theodore M. Davis'in Thebes'teki Krallar Vadisi'nde yaptığı kazılarda 1907 Ocak ayında bir mezar bulundu. Burası Mısır'daki mezarların çoğu gibi karışık ve hasarlıydı; ama bu kez bunun nedeni mezar soyguncuları değil, anlaşıldığı kadarıyla eski çağlardaki resmî faaliyetlerin sonucuydu. Mezarı o hale neyin getirdiği sorusu, Mısırbilimciler'i yaklaşık yüz yıldır meşgul etmiştir ve günümüzde bile en az araştırmacı sayısı kadar da "çözüm" vardır.

Resmi numarası KV55 (Krallar Vadisi 55) olan mezar; bir merdiven, bir koridor ve bir tek odadan oluşmaktadır. Mezarın çevresinde dağınık duran pek çok eşya vardır. Bunlardan en büyüğü, aslında III. Amenophis'in karılarından biri olan Kraliçe Tiye'nin lahdinin çevresi için oğlu Akhenaton (M.Ö. 1353-1335) tarafından yaptırılmış olan türbenin sökülmüş parçalarıdır.

Akhenaton, Mısır'ın geleneksel dinini kaldırıp yerine Aton olarak bilinen bir tek güneş tanrısına tapınmayı getirdiği için "sapkın firavun" olarak bilinir. Odanın çevresine dört koruyucu tılsım ("sihirli tuğla") yerleştirilmiştir ve bunların birinde de firavunun adı yazılıdır. Odanın kuzey duvarındaki bir nişte, kapaklı dört küp Akhenaton'un küçük eşi Kiye'nın iç organlarının saklanması için konulmuş ama üzerlerindeki yazılar silinmiştir. Mezarın döşemesi üzerinde bulunan kil mühür izlerinde Akhenaton'un halefi Tutankhamon'un (M.Ö. 1333-1323) adı yazılıdır.(Solda) Yüz, Tutankhamon'un tabutlarından ikincisine çok benzemektedir. Kartuşların çıkartılıp yenilerinin takılmasından bunun Tutankhamon'dan başka bir kral için yapıldığı bilinmektedir. (Sağda) Tabut özellikle tanınmaz hale getirilmiş, yüzü ve üzerindeki bütün adlar silinmiş.
Esrarengiz Mumya

Mezardaki en önemli şey Kiya için yapılmış ama bir kral için değiştirilmiş olan tabuttur. Ancak bu kralın adı, her geçtiği yerde silinmiş ve tabutun altın yüz maskesi çıkartılmıştır. Tapınak da benzer biçimde hasar görmüş, Akhenaton'un resimleri ve adları çıkarılmıştır. Tabutun içinde rutubet yüzünden çok kötü hasar görmüş bir mumya vardı.

Tabutu ilk inceleyen bilim adamları, çökmüş kasıkları nedeniyle bunun bir kadın cesedi olduğunu ilan ettiler, Davis de bunun üzerine mezarı "Kraliçe Tiye'nin Mezarı" olarak adlandırdı. Ancak bu adı taşıyan kitabı çıktığında, daha ayrıntılı bir inceleme sonunda cesedin bir erkeğe ait olduğu anlaşılmıştı. Evrensel kanıya göre bu Akhenaton'un mumyasıydı. Ölümünden sonra anısı lanetlendiği için tabuttaki ve tapmaktaki adlan silinmiştir.

Ancak başka araştırmacılar ise, mumyanın Akhenaton'un son yıllarında kendisiyle birlikte hüküm süren ve ölümünden sonra "sapkın firavun" gibi hakarete uğrayan Smenhkare olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kişi ile, aynı dönemde ortaya çıkmış Neferneferuaten adlı bir diğerinin kimlikleri konusunda büyük tartışmalar olmuştur. Kanıtlara getirilecek en iyi yorum, ikisinin de aynı kişi olduğu ve üç yıllık ortak hükümdarlığı sırasında adını değiştirdiği olacaktır.

1922'de Tutankhamon'un mezarının bulunmasıyla çok önemli ek kanıtlar elde edilmiştir. Tutankhamon'un mumyası, onunla KV55' in yakın akraba olduklarını -ya kardeş ya baba oğul- ortaya çıkarmıştır, ikincisi, mezarda özgün olarak Smenhkare için yapılan ama hiç kullanılmamış çok sayıda nesne vardı: Özellikle Smenhkare'nin iç organları için dört minyatür tabut ve tam boy tabutlarından biri.

Hepsinin üzeri Tutankhamon için kullanılmak üzere yeniden yazılmışsa da, hem kral adlarının bulunduğu yerde özgün sahibinin izleri vardı hem de tabutların üstündeki yüzler Tutankhamon'un yüzü değildi. Bütün bu nesnelerin Krallar Vadisi'nin 55 numaralı mezarında, bir zamanlar Kiya'ya ait olan malzeme ile temsil ediliyor olması, o mezarın içindekinin Smenhkare olduğuna inanan bazı araştırmacılarca önemli bulunmuştur.

Diğer araştırmacılarsa, mumyanın Akhenaton'a ait olduğunu iddiaya devam etmişlerdir. Çeşitli anatomi uzmanları, 20'yle (Smenhkare'ye daha yakın) 30-40 (Akhenaton'a yakın) arası değişen rakamlar buldukları için mumyanın ölüm yaşına ilişkin tahminler de pek yararlı olmamıştır.

Mezarın tarihine ilişkin pek çok senaryo üretilmiştir. Ortak noktaları mumyanın, artık her kimse, Akhenaton'un inşa ettirdiği Thebes'in 300 kilometre kuzeyindeki yeni başkent Tel el-Amarna'da gömülmüş, sonra kentin terk edilmesinin ardından çıkartılıp KV55'e taşınmış olduğudur.KV55'in bu krokisinde malzemelerin mezar içinde dağınık bir halde atıldığı ve çoğunun aşağı inen koridoru tıkayan molozların üzerinde yattığı görülüyor.
İki Çözüm

Tutankhamon'un hükümdarlığının yarısına doğru Amarna başkentlikten çıkarılmış ve onun ölümünden sonra da terk edilmişti. Böylece KV55'in kuruluşu Tutankhamon'un hükümdarlığının ortalarıyla mührünün geçerliğini kaybetmiş olacağı gömülmesine kadar geçen zaman içinde bir noktada gerçekleşmiş olmalıdır.Bir görüşe göre Smenhkare ve/veya Akhenaton ve onunla birlikte Amarna'da gömülmüş annesi Tiy, hükümet kenti terk eder etmez KV55'e taşınmışlardır. Mezarın içindekileri böyle hasara uğratanların ya 19. Hanedan'ın anti-Atoncu kralları ya da IX. Ramses'in memurları olduğu sanılmaktadır. Belki de firavunun yandaki mezarının inşası sırasında KV55, bir kere daha keşfedilmiştir.

Bu senaryoya göre Tiye'nin cesedi çıkartılıp başka bir yere gömülmüş ve türbesinin bir kısmı tek açık giriş koridoruna takılıp sıkışınca orada bırakılmıştır. Bir mumya daha çıkarılmış ve kalanının kimliğini gösteren işaretler de silinmiş olabilir. Mezar kapatılmadan önce türbedeki Akhenaton resimleri silinmiş ve mezarın son sakini orada ebedi bir karanlığa terk edilmiştir.

Bir başka seçenek de, bu taşıma işinin Tutankhamon'un ölümünden sonra ama gömülmesinden önce yapılmış olmasıdır. Akhenaton'un anıtlarının daha Tutankhamon'un yaşadığı sıralarda imhasına başlandığı artık açıkça anlaşılmaktadır. Tahtta Akhenaton'un oğlunun bulunması gerici güçleri frenlemiş olmalıdır. Ancak Tutankhamon'un ölümüyle bu baskı yok olmuş olacaktır.

Bu senaryoya göre KV55'teki ceset daha ilk baştan adsız olarak bu yeni mezarına yerleştirilmiştir. Sonra gerçekleşen dağınıklık da IX. Ramses'in ekonomik sıkıntılarla geçen iktidarında mezarın yeniden keşfedilmiş olmasının sonucudur. Altın peşinde olan memurlar altın eşyayı oradan çıkarmak istemişler, sonra türbenin bir kısmının giriş geçidini tıkamasıyla girişimleri yarıda kalmıştır.(Solda) KV55 odasının, bulunduğu zamanki durumu. Sol kısımda, türbenin bazı panoları duvara yaslanmış durumda görünüyor. Onların ilerisinde de tabut var. Duvardaki nişte kapaklı küpler duruyor. (Sağda) KV55'teki kapaklı küpler Kiya için yapılmıştı. Bunların yazıları iki aşamada kaldırılmıştır. Önce Kiye'nın adı ve unvanları, sonra da Akhenaton ile Aton'unkiler silinmiştir.
Bir Çözüm mü?

Mumyanın Akhenaton'a ya da Smenhkare'ye ait olması durumunda her iki temel senaryo a uygulanabilir ama geriye iki temel soru kalmaktadır: Bir kral neden bir kadının gayet süslü bir biçimde değiştirilmiş tabutuna konulmuştur ve kendi tabutu ne olmuştur?

Yapılan değişiklikler tabutun yazılarının Atoncu metinlerini değiştirmemiştir, bu da tabutun bir firavunun gömülmesi için Akhenaton'un iktidarında hazırlandığını göstermektedir. Akhenaton ölümünden çok önce tamamlanmış bir dizi tabuta sahip olmalıydı ve tunlar da mutlaka kendisi için kullanılmıştır. Ancak daha önce de gördüğümüz gibi, Smenhkare kendisi için en azından bir tabut ha-zırlatmışsa da bunun içinde gömülmemiş, onun tabutu genç kral Tutankhamon için kullanılmıştır.

Smenhkare daha sonra Neferneferuaten adını almışsa da, koyu bir Atoncu değildi. Cenaze levâzımâtı tümüyle gelenekseldi ve tapınağında geleneksel tanrıların başı olan Amon'a tapılırdı. Ancak onun, Atoncu devrimin başı olan babası Akhenaton daha yaşarken öldüğü anlaşılmaktadır.

Akhenaton'un Aton dışında tanrılara karşı hoşgörüsüzlüğü -ki, çoktanrılı anıtları imha etmesinde görülmektedir- göz önüne alındığında Smenhkare'nin kendisi için hazırladığı geleneksel malzemeyle gömülmesine izin vermemiş olması mümkündür.

Eğer bu böyle olmuşsa, o zaman mumya ve iç organları için farklı kaplar gerekecekti. O zaman da bir zamanlar Kiya'ya ait olan "dini açıdan doğru" malzeme genç kral için değiştirilmiş ve cenazesinde kullanılmıştır. Cesedi Amarna'da Kraliçe Tiye'nin türbesine yakın bir mezara konulmuştur. Mumya son olarak da buradan Krallar Vadisi'ne taşınmıştır.

Şu anda Kahire Müzesi'nde yalnızca KV55 tabutunun kapağı bulunmaktadır. Alt kısmının çürümüş kalıntılarında olması gereken altınlarının, Birinci Dünya Savaşı sırasında müzeden çalındığı anlaşılmaktadır. Bu altınlar, daha sonra Almanya'da ortaya çıkmıştır. Doğrulanmamış haberlere göre burada Smenhkare'nin sağlam bir kartuşu da bulunmaktadır. Sorunun bu yanının, tabutun altı sonunda gerçek sahibi olan Kahire Müzesi'ne iade edildiğinde çözümlenmiş olacağı umulmaktadır.

Mısır deyince ilk akla gelen kadın adlarından olan Nefertiti de Akhenaton'un karısıydı. Akhenaton başşehri Tel el-Amarna'ya taşıdığında, Nefertiti de altı kızıyla birlikte oraya taşınmış ve kocası gibi yalnızca yeni tanrı Aton'a tapınmaya başlamıştı.

KV55 mezar odası. Kapağı çıkarılmış tabut odanın bir ucunda, türbenin panoları sol duvara yaslanmış ve yere atılmış.

55-numarali-mezarin-gizemi-18249.gif

Bu konuyu yazdır

  KIZILDERİLİ İNANÇLARI
Yazar: Spiritüeller - 25-12-2016, Saat: 16:41 - Forum: GİZEMLİ MEDENİYETLER - Yorum Yok

"Beni çemberinin içine aldı / Gün geçtikçe daraldı / Vaat edilen günler nerede kaldı? / Kuşatıyor beynimi duyduğum tüm sesler / Korkutuyor beni soyut karakterler / Beni çemberinin içine aldı / Beni çemberin içine al! / Kuşların pençesi kanadı / Çöllerin ıssızlığı / Ormanın ruhu olmalıyım... / İnsanların doğrusu yalanı / Zamanın bugünü yarını / Her şeyin farkına varmalıyım / Her şeyin farkına var!" 

Kuzey Amerika yerlileri veya diğer bir deyişle Kızılderililer farklı dil, gelenek ve ritüellere sahip pek çok kabileden oluştuğundan Kızılderili inançlarını tek başlık altında ele almak zordur. Bununla birlikte Kızılderili inançlarında bazı ortak unsurlara rastlamak mümkündür:

Doğayı ve doğadaki varlıkları kutsal semboller olarak görmek;
Belirli bir kutsal kitap yerine mitolojik hikâyelerin kabilenin kutsal kişileri tarafından aktarılması;

Şaman veya şifacı (medicine man) denilen ve ruhlar dünyası ile ilişki kuran seçilmiş kişilerin varlığı. Kuzey Amerika yerlileri veya diğer bir deyişle
Kızılderililer farklı dil, gelenek ve ritüellere sahip pek çok kabileden oluştuğundan Kızılderili inançlarını tek başlık altında ele almak zordur. Bununla birlikte Kızılderili inançlarında bazı ortak unsurlara rastlamak mümkündür:

Doğayı ve doğadaki varlıkları kutsal semboller olarak görmek;

Belirli bir kutsal kitap yerine mitolojik hikâyelerin kabilenin kutsal kişileri tarafından aktarılması;

Şaman veya şifacı (medicine man) denilen ve ruhlar dünyası ile ilişki kuran seçilmiş kişilerin varlığı.

Kızılderililer ve Felsefe

“ Beyaz adamın ölüleri yıldızlar arasında yürümeye gittiklerinde, doğdukları ülkeyi unuturlar. Bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin ANASIDIR. Biz bu dünyanın bir parçasıyız. Ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz. Kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye ait.

Dünya beyaz adamın kardeşi değil, ama düşmanıdır ve onu fethetti mi ilerlemeye devam eder. Babalarının mezarlarını geride bırakır ve aldırmazlar. Annesi dünyayı ve kardeşi göğe, satın alınan, yağma edilen, koyunlar ya da parlak boncuklar gibi değişilen birer malmış gibi davranır. İştahı dünyayı yiyip bitirecek ve geride sadece bir çöl bırakacaktır.

Beyaz adamın şehirlerinde sakin yer yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin kanat vuruşlarını duyacak yer yoktur. Ama belki de benim vahşi olmamdan ve anlamadığımdandır. İnsan eğer bir kuşun yalnız ağlayışını ve su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini duymazsa hayatın anlamı nedir?

Ben vahşiyim ve başka bir yoldan anlamam, çayırlarda çürüyen binlerce buffalo gördüm. Beyaz adamın geçen trenden vurup, bıraktığı. Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın, bizim sadece canlı kalmak için öldürdüğümüz buffalodan nasıl daha önemli olabildiğini anlamıyorum.

Dünya annenizdir, dünyaya ne olursa, dünyanın oğullarına da aynısı olur. Eğer insanlar yere tükürürse kendi üzerlerine tükürürler.

Bunu biliyoruz biz, dünya insana ait değildir, insan dünyanındır. Bunu biliyoruz. Bütün her şey bir aileyi bağlayan kan gibi birbirine bağlı. “

“ Nerede kesilip indirilmemiş orman varsa, nerede hayvanlar kuytu köşelerinde dinleniyorsa, nerede dünya dört ayaklılardan yoksun değilse, SOLUK BENİZLİLER oraya ehlileştirilmemiş, yabani arazi diyorlar. Halbuki bize göre yabani, vahşi yer yoktur. Doğa tehlikeli değildir, misafirperverdir; korkutucu değil, arkadaşçadır. Bizim felsefemiz korkudan ve ön yargıdan uzak, sağlıklı bir düşünce sistemidir. Bu noktada "Beyaz adam" ve Kızılderili inançları arasında önemli bir fark buluyorum.

Kızılderili inancı, etrafını çevreleyen her şeyle insanın ahengini gözetir; beyazlar ise çevreye tahakkümü esas almıştır.

Kızılderililer aradıkları her şeyi, paylaşma ve sevgide buldu; ama beyazlar aradıklarını korkarak savaşmada buldular. Bizim için dünya güzellik doluydu. Diğeri için öteki dünyaya gidene kadar, tahammül edilmesi gereken, günah ve çirkinlik dolu bir yerdi.”

Manitu

Manitu kimi Amerika Kızılderilileri tarafından kullanılan bir terim olup, Algonquin Kızılderilileri’ne göre, gözle görülmez, gizemli bir güçtür. İnsan kendisine sağladığı bireysel enerjiyi Manitu'dan edinir. Kabile Şamanları insanlara yardım amacıyla bu güçle irtibat kurabilirler. Bu güç Siu Kızılderilileri’nde "Wakan", İroquois Kızılderilileri’nde ise "Orenda" adını almıştır. Kızılderililerdeki bu kavramın çeşitli kültürlere ait birçok tradisyonda prana, mana, qi ya da ch’i vb. gibi çeşitli adlarda belirtilen evrensel yaşam gücü kavramıyla hemen hemen eş olduğu görülmektedir. Fakat Kızılderili tradisyonlarında, Manitu teriminin başına “Yüce” sözcüğü getirildiğinde terim çok farklı bir anlam kazanır: “Yüce Manitu” tüm yaratılışı canlandıran, ahengi sağlayan, her şeyin en güçlüsü olan “Ulu Ruh” anlamına gelir.

Barış Çubuğu

Barış çubuğu Kuzey Amerika yerlileri arasında ritüel amaçlı kullanılan tütün çubuğu. Calumet veya şaman piposu şeklinde de adlandırılır.

Barış çubuğu yapımında genellikle kızıl pipo taşı veya Güney Dakota'daki Big Stone Lake'in batısındaki Coteau des Prairies'den çıkarılan kızıl kil (catlinite) kullanılır.

Buhar Kulübesi Ritüeli

Arınma ritüellerinde kullanılan buhar kulübesi

Buhar kulübesi Kuzey Amerika yerlileri tarafından kullanılan törensel buhar banyosunun gerçekleştirildiği küçük yapıdır. Çeşitli stillerde buhar kulübeleri vardır. Kubbeli olanları kadar, Kızılderili çadırları (tipi ) gibi olanları hatta yerde açılmış basit bir çukur şeklinde olanları da bulunur. Kulübe dışında yakılan ateşte kızdırılan taşlar kulübenin ortasındaki bir deliğe yerleştirilerek kulübede yüksek sıcaklık sağlanır.

Kızılderili ritüel ve gelenekleri bölgeden bölgeye, kabileden kabileye değişmekle birlikte ritüellerde genellikle dualar, davul çalma ve ruhlar dünyasına armağanlar sunma gibi unsurları içerir. Dua, şükür vb. amaçlarla kullanılan buhar kulübesi bir arınma ayinidir, ayin öncesinde ve sırasında kimi kabilelerde oruçla ve/veya sessizlikle ayin icra edilir.

Güneş Dansı

Güneş Dansı, bazı Kuzey Amerika yerli halkları tarafından icra edilen dini bir seremonidir.

Farklı yerli ulusları Güneş Dansını farklı şekillerde icra etmelerine rağmen törenlerdeki, dans etme, şarkı söyleme, davul çalma, vizyon tecrübesi, oruç ve bazı durumlarda vücuda çeşitli maddeler batırma (piercing) ve et sunuları gibi çoğu ortak unsuru içermektedir.

Potlaç

Potlaç, bir tür Kızılderili'lerin değiş tokuş şeklinde gerçekleşen bayramlarına Şinok dilinde verilen isim.

Potlaç bölgenin ticaret ve ulaşımda kullanılan Şinok diliyle bütün batı kıyısına yayılmıştır, hem beslemek hem de tüketmek anlamındadır.

O zamanlar Kabilenin yıl boyunca çektiği sıkıntıların atlatıldığı, herkesin mutlu olduğu baharda yapılan ve bir ay süren Potlaç, bol müzikli ve danslı geçerdi. Herkesin elinde kalan giysi, yiyecek ve içecekler bir araya toplanır, kabile yaşlılarının denetiminde herkese eşit biçimde dağıtılırdı. Yediklerini yer, yiyemediklerini yakarlar, postları da paylaşırlardı. Burada amaç, farklılıkların sürekli olmamasını sağlamaktı. Eşitsizliği önlemek için tekrar eşitlik noktasına dönmekti.

Bu armağan şenlikleri düğün ve cenaze törenlerinde, yeni bir kutsal direğin dikilmesi veya olağanüstü zenginlikte bir balık avının gerçekleşmesinin de kutlanmasında yapılıyordu. Tlingit, Hayda, Çimşiyan, Kakiutl ve Bilhula oymakları araştırmacılara zengin malzeme sağlamışlardır.

Pow Wow

Pow Wow, Algonquin kabilesinde rüya gören ya da şaman anlamına gelen bir terimdir. Pow Wow Amerikan ordularıyla savaşmadan önce Kızılderililerin şaman ritüeli olarak toplanmalarını sembolize eder. Amerikan Orduları Sioux Kızılderilini 1890'da Wounded Knee çayının kenarına getirdiler. Ertesi gün, soğuktan donmak üzere olan Big Foot, diğer Kızılderililerle birlikte bu dansı yaptı. Hayalet Dansı ve diğer Kızılderili danslarında olduğu gibi bu dansta da önemli olan; yaşam döngüsü diye tabir ettikleri çemberi dans ederek tamamlamaktır.

red_indians.jpg

Bu konuyu yazdır

  ANTİK MISIR'DA MUSKA
Yazar: Spiritüeller - 25-12-2016, Saat: 16:27 - Forum: ESKİ MISIR - Yorum Yok

Öncelikle muskayla ilgili biraz bilgi verelim. Muskalar, aslında insanlar tarafından "istenen bir amacın gerçekleşmesini sağlamak" amacıyla objelere enerji yüklenmesiyle gerçekleşeceği umulan nesnelerdir. Her inanışa göre içine yazılanlar değişse de; genellikle dua yahut ezoterik şekiller vardır. İngilizcesi "amulet" olan muska, bizim dilimize Arapça'dan girmiştir. Birebir çevrisinde "taşımak" anlamına gelir.

Eski mısırda ise muskaya “tet” denilirdi. Bu "tet"ler, genelde işlev görmesi gereken kişinin kullanacağı eşyaların üzerine altın levhalar şeklinde yazılırdı. İçlerinde rahipler tarafından oluşturulan enerjinin başkaları tarafından emilmesi istenmezdi. Bu eşyalar, baston ve takı şeklinde olabiliyordu.işte size bir örnek;

«Kendin için ayağa kalkarsın ey dingin kalp. Kendin için parlarsın ey dingin kalp. Kendini temeline yerleştir,ben gelirim, sana altın bir tet getiririm, çok sevineceksin orada. Bu bölüm, ankhamu çiçeği tentüründe bekletilmiş ve firavuninciri tahtasından yapılmış bir sehpanın üstüne konmuş altın bir tet üstüne söylenecek ve cenaze gününde ölünün boynuna yerleştirilecek. Bu muska kimin boynuna yerleştirilirse, o, Neter-Khert'de mükemmel bir Khu olacak ve Yeni Yıl bayramlarında, Osirisi'i izleyenler gibi olacak. Her zaman ve sonsuza dek. Bu bölüm, firavunağacı ağacının gövdesinden şekillendirilmiş altın bir tet üzerine söylenecek ve bu, ölünün başına konacak. Sonra o (ölü) tuat kapılarından içeri girecek. Konuşmayacak yeni yıl gününde, Osiris'i izleyenler arasında yerini alacak. Eğer ölü, bu bölümü bilirse, neter-khertte mükemmel bir khu gibi yaşayacak.»

Yapılan muskalar, belli bir eğitimden geçen rahipler tarafından belirli yasalara uyularak yapılırdı. Bu yasaların temelinde doğal olaylar bulunmaktaydı.yasaların bazıları ise anoloji ve destek alametleri yasasıdır. Bu iki kozmik yasa, aslında hemen hemen tüm büyü türlerinin de temelini oluşturur. Yalnız Antik Mısır'da bu yasalar, muska yapımında tek başına yeterli olmuyordu. Bunların işe yaraması için konsantrasyona dayalı tetikleyiciler gerekmekteydi; yani düşünce gücü. Bu da demek oluyor ki, aslında düşünmenin sadece fikirleri aklımızda sıralamak olmadığını, aslında düşünmenin bir enerji yayma gücüne sahip olduğunu Antik Mısırlılar da biliyorlardı.

Düşünceleri ve konsantrasyonlarıyla oluşturdukları enerji partiküllerini objelerin üstlerine gönderen Mısırlı Osiris rahipleri, bu enerjinin kaçmaması için nesneye iple düğüm atmaktaydılar. Bu gelenek, daha sonra Araplara da geçmiştir. Lübaid adlı bir Yahudi ve iki kızının Hz. Muhammed'e (sav) de ipe düğüm atarak büyü yaptığı çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Felak süresinin 113. Ayetinde de “Ey Muhammed, de ki: yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım”.

Ayrıca Mısırlılar, kendi ve önde gelenlerinin isimlerini de çok önemli buluyorlardı, enerjilerinin isimlerinde de var olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle bu isimleri -ki İsis, Osiris gibi- mabetlerinin ve evlerinin duvarlarına yazarlardı.

Yine Mısır'da bu isimlerin sürekli ardarda okunması da enerjinin yoğunlaşarak kullanılmasının bir aracı olarak görülmekteydi. Daha sonra ilahiler ve dualarda tekrar tekrar okunmaya başlanmıştır. Mantra ve zikirlerde olduğu gibi... Mısırlılar, bunları "güç sözleri olarak" adlandırırlar.

f00cantj2.gif

Bu konuyu yazdır

  BATIL İNANÇLAR - MUM YAKMAK
Yazar: Spiritüeller - 25-12-2016, Saat: 16:20 - Forum: BATIL İNANÇLAR - Yorum Yok

Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma adeti, eski cahiliyet çağından kalma adetlerden biridir. Arkeologların çoğu bu adetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler. Yani "Ateşe tapınmaktan" kalma bir adet olduğu söylenilmektedir.
Eski çağlarda yalnız "aziz" sayılanların değil, başka ölülerin de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak bir nevi kurban sayılırdı.

"Türbelerde kandil (mum) yakmak adeti Fenikelilerden intikal etmiş bir ananedir. Fenikeliler SUR şehrinin hamisi ve ilahı olan MELKÂRES'in heykeli önünde devamlı kandil yakarlardı"

Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar'ın da mezarlarında ve mezar taşları üzerinde meşaleler yaktıkları bilinmektedir. Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu adetlerini bırakmamışlardır. Bu Paganizm kalıntısı adet, daha sonraları Hıristiyan din adamları tarafından kitaba uydurulup, mum yakma şeklinde dini âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre güya bu âdet, ilk Hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda gizlice ibadet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meşalelerin hatırası imiş...
İslâm'da cami duvarına, kabir taşına, mezar taşına, mum yakılır diye bir kural yoktur. Bu adet, Müslüman-Türklere Mecusilerden ve Hıristiyanlardan geçmiştir.

Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki, bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm'a göre insan, ancak Allah'a iltica eder ve O'na sığınır; O'nun dışındaki varlıklardan medet ummak yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde mum yakma adeti yanlış bir inançtır, hurafedir. Ayrıca halkımız arasında yaygın olan bir yanlış inanç da cenaze çıkan odada 40 gün ışık yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz evini ve odasını daha çabuk bulurmuş...

Böyle inançlar batıl itikatlardandır. İslâm esasları ile alakası yoktur. Ama maalesef bazı kimseler bunlara inandırılmıştır.

İslâm'da türbe bahçesine, kabristana ağaç ve çiçek dikilir, fakat mum yakılmaz

mum%2Bb%25C3%25BCy%25C3%25BCs%25C3%25BC%2B2.jpg

Bu konuyu yazdır

  KARADA YAŞAMAYI UĞURSUZLUK SAYAN KAVİM : BADJAOLAR
Yazar: Spiritüeller - 25-12-2016, Saat: 16:17 - Forum: GİZEMLİ MEDENİYETLER - Yorum Yok

Başkent Manila’dan Mindenao adasının Zambuanga şehrine doğru uçakla süzülürken aslında nasıl bir şehir ile karşılaşacağımızdan habersiziz. Uçağın kapısı açılınca bir sıcak dalgası vuruyor yüzümüze. İlk önce uçak motorunun sıcaklığı mi diye düşünüyoruz ama az ilerleyince bunun Zanbuanga’nın değişmez havası olduğunu anlıyoruz. 

Deniz kıyısına kurulmuş, yazı-kışı olmayan sürekli sıcak bir şehir Zanbuanga. Sıcaklar bazen katlanılamayacak seviyelere çıkıyor. Yerel halk bile altlarına girebilecekleri gölgeler arıyorlar. Eğer elektrik kesintisi var ve klimalar çalışmıyorsa mahkumsunuz sıcakla yaşamayı öğrenmeye.Binlerce Trasıkılları ve bisikletleriyle Afrika ülkelerinden bir ülkenin ya da bir bölgenin adini andıran Zanbuanga, içerisinde bin bir türlü zenginliği barındıran bir şehir. 

Onlardan birisi de Badjaolar…Karada yaşamayı uğursuzluk sayan kavim onlar. Hiçbiri evini kara üzerine kurmamış. Genelde insanlar “Ayaklarımız yere sağlam bassın” derler ama onlar deniz üzerinde yasamayı tercih ediyorlar. Evlerini deniz üzerine kurmuşlar. Sular üzerinde mahalleler oluşmuş. Denizin üzerinde tahta evlerden oluşan bir dünya. İmkansızlıklardan tahta ile kapatamadıkları yerleri tenekelerle kapatmışlar. 

Çatılarda sazlar kullanılmış. Tenekeleri çatılarla da görmek mümkün. Kimi evler karadan oldukça uzakta, kimileri daha yakın ama yine denizin üzerinde. Kazıklarla evler yükseltilmiş ve dalgalardan etkilenmemesi sağlanmış. Evlerin tamamı tahta kazıklar üzerinde. Ev yapımında kullanılan malzeme tahta. Elektrik ve içme suyu yok. Elektriğin olmadığı yerlerde beyaz eşya, televizyon ve diğer elektrikli ev aletleri hiç yok. Moderniteyi ellerinin tersiyle itmişler. Evlerde bir tuvalet yeri var ama o da doğrudan denize boşalıyor. 

Yani bizim anladığımız anlamda temizliğe hiç dikkat edilmiyor bu toplulukta. Çamaşırlar sallanıyor iplerde evlerin arasında oluşan sokaklarda. Onların dünyası hep o mavilikler arasında. Karınlarını bu masmavi sulardan doyuruyorlar. En büyük geçim kaynakları balıkçılık. Her evin altında bir kano var. Nasıl modern dünyada insanlar arabalarını garajlarına çekerler, Badjao’ların dünyasında da kanolar evlerin altına park ediliyor. Kanolarına bindiğimizde aslında endişe ettik. 

15623628_1796822250567861_7523772852701495296_n.jpg


Çünkü kano hem dar hem de her an devrilebilecek gibi duruyor. Kimi kanolar motor takmışlar ama hala kürekle çekilenleri de mevcut. Evlerin önlerinde deniz üzerinde deniz yosunları yetiştiriciliği yapıyorlar. Tarımı bile deniz üzerinde yapıyor bu insanlar. O deniz yosunları da onların ayakta kalabilmelerine vesile oluyor.

Fakir insanlar Badjaolar. Giydikleri kıyafetlerden aslında anlaşılıyor maddi durumlarının ne kadar sıkıntı da olduğu. Evlerde kullanılan malzemeler çok sınırlı. Havaların yaz kış müsait olması onların böyle bir ortamda yasayabilmelerine fırsat tanımış. Filipinlerin ekvator kuşağına yakın olması iklimi daha sıcak kılarken Badjaolarda soğuklara karşı korunaksız evlerde yasama imkanı buluyor.

Çocuklar ise son yıllarda okul yüzü görmeye başlamışlar. Babaları nasıl, dedelerinden miras alıp kavimlerinin geleneklerini sürdürdülerse, onlarda tıpkı babaları gibi deniz üzerinde yasamaya devam edecekler. Yüzyıllardır süren gelenek sekteye uğramadan yeni nesillere aktarılıyor. Denizin üzerinde ki evde doğan çocuk, deniz asığı olarak ömrü boyunca vefalı çıkıyor. Onlara herhalde deniz insanları demek daha yerinde olacak. Hastalıklarda şifalı otlar ve deniz ürünleri tercih ediliyor.

Şimdiler de bazı şeyle değişmeye başlamış yavaş yavaş onların hayatında. Ahşaptan yeni yeni evler yapmış devlet onlara. Onları elektrikle tanıştırmış. Buralarda çiçek yetiştirmeyi bile ihmal etmiyorlar. Sokaklar kurulmuş denizin üzerine. Her evde 4-5 çocuk belki de daha fazla. Yabancı insanları görünce kaçışan çocuklar ve pencereden uzanan kafalarda meraklı bakışlar...

Sonunda ha bir cesaret deyip bizimle konuşmaya çalışmalar...

Her an denize açılmayı bekleyen kanoları ile denize açılmak, balık avlamak, denizin nimetlerinden istifade etmek onlar için günün adiyattan islerinden.

Allahaısmarladık derken Badjaolara, çocukların yüzlerindeki o çekingenliği, evlerdeki perişan görüntüleri ve denizin fırtınalı olduğu aksamlarda kıyıya vuran dalgalardaki yaşamlarını düşündük onların. Dahası o ortamda doğan çocukların geleceğini. Dünya bilgisayar çağında, iletişim çağında iken onlar kanolarda balık avlamaya ve deniz üzerinde hayatlarını geçirmeye devam edecekler.

Bu konuyu yazdır

  ORİON GİZEMİ VE PİRAMİTLER
Yazar: Spiritüeller - 24-12-2016, Saat: 23:10 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Ejiptologlar ve arkeologlar, yıllardan beri piramitlerin yalnızca ve yalnızca firavun mezarı olduğunu iddia ediyorlar. Oysa, İ.Ö 2500 dolayında, henüz tekerleği bile bulmadığı varsayılan bir ülkenin, bütün kaynaklarını kullanarak bu devasa yapıları yalnızca firavunlarına gösterişli mezar olsun diye yaptıklarına inanmak zor. Hele Giza'daki üç büyük piramitten söz edince, işler iyice "garip" hale geliyor. 

1994 yılında Robert Bauval adlı Belçika asıllı, çocukluğu Mısır'da geçmiş bir mühendisin "Orion Mystery" adlı sansasyonel kitabı yayımlanana dek, dünyanın bu en gizemli üç anıtının niteliğine ilişkin ciddiye almaya değer bir teori atılmamıştı ortaya. Erich Von Daniken'in spekülatif ve fazla hayalci "uzaylı atalar" iddiası, ancak beylik UFO masallarına malzeme oluşturabilecek dayanaklara sahipti. Ejiptoloji ve ortodoks arkeolojinin "piramitler firavun mezarıdır" varsayımları, Mısır'da sonraki dönemde inşa edilen (ve asla Giza'daki 3 piramidin kalitesine erişemeyen) yapılarda "mezar" düşüncesini destekleyecek bulgulara ulaşıldığından ötürü epey sağlam görünüyordu. Aslında ne Khufu'nun, ne Khafre'nin ne de Menkaure'nin piramitlerinde mezar, mumya ya da cesete rastlanmıştı ama bu, yaygın inancı değiştirmiyordu. 

1979 yılında Kahire'ye yaptığı bir gezi sırasında Robert Bauval, üç büyük piramitin hizalanışında bir gariplik farketti. İlk iki piramit köşegenlerinden birbirinin tam hizasına yerleştirildiği halde, daha küçük olan Menkaure'nin piramidi, hafifçe sola kaymış gibiydi. Bu muhteşem yapıları yaratabilecek ve ölçülerde asla şaşmayacak bir mimariye sahip olan Mısırlıların, üç piramidi aynı çizgi üzerine yerleştirmeyi başaramamış olduğunu düşünmek hiç akla yakın gelmiyordu doğrusu. Bauval, Mısır kültürüne, özellikle de dinine meraklı biriydi. Bütün antik uygarlıklarda olduğu gibi eski Mısır'da da tapınakların belli yıldızlara göre hizalandığını, oriyentasyonlarının "gündönümü" ya da "ekinoks"lara yöneltilmiş olduğunu iyi bilirdi. Mısır'da en belirgin ve baskın kült, Osiris kültüydü ve bu tanrı, Orion takımyıldızıyla simgelenirdi. Bauval bir gün gökyüzünü izlerken, Orion'un merkezindeki en önemli üç yıldızın, Alnilam, Alnitak ve Mintaka'nın, aynı Giza piramitlerinde olduğu gibi bir hiza sapmasına sahip olduğunu farketti: İlk iki büyük yıldız, Alnilam ve Alnitak doğru hizadaydı ama üçüncü ve en küçük yıldız olan Mintaka, hafifçe sola kaymıştı diğerlerine göre. 

Bu bulgu, astronomi destekli yapılan gözlemlerle Giza piramitlerinin Orion Kuşağı olarak bilinen üç yıldızın yeryüzündeki kopyası olarak inşa edildiğini ortaya koyuyordu ve Mısır yıldız dinini bilenler için hiç de şaşırtıcı değildi. Mısırlılar, yeryüzünü ve yaşadıkları toprakları, gökyüzünün, yani ölümsüzlüğe eriştiklerinde ulaşacakları yerin bir kopyası olarak düşünürlerdi ve piramit metinlerinden dini yazıtlara dek her yerde bu vurgulanırdı. Nil, Samanyolu'na denk geliyordu Mısır yıldız kültünde. Samanyolu'nun çevresindeki özel bir gökyüzü alanı, eski Mısırlıların "Duat" diye adlandırdıkları "tanrıların mekanı"ydı; bunun yeryüzündeki kopyası da Nil'in batısına denk getirilmişti! Bauval'in bulgusunda şaşırtıcı olan şey çok daha başkaydı. Bu üç piramit İ.Ö 2600 dolaylarında yapılmıştı ama, Orion yıldızının o tarihteki gökyüzü konumu, Giza'daki piramitlerin konumundan 45 derecelik bir sapma gösteriyordu. 

Bauval, bir bilgisayar programı (SkyGlobe 3.2) yardımıyla, Orion ile piramitlerin bire bir aynı doğrultuya yerleştiği tarihi aradı ve karşısına İ.Ö 10.500 tarihi çıktı! İşin ilginç yanı, bu tarih Orion takımyıldızının presesyon (terimler için lütfen sözlüğe bakınız) döngüsünün en alt noktasına rastlıyordu. 

Eski Mısır kültünde, "ilk başlangıç" olarak anılan bir dönem olduğunu biliyordu Bauval: "Zep Tepi" olarak adlandırılan bu dönem, Mısırlıların ülkelerinin tarihini anlatırken, "Mısır'ı tanrıların yönettiği mutlu dönem" diye söz ettikleri bir dilime de denk geliyordu. Binlerce yıl önceyi anlatıyordu bu sözcük. Acaba Mısırlılar piramitleri inşa ederken, çok eski bir dönemi anmak üzere, Orion'un İ.Ö 10.500'deki yerleşimini mi seçmişlerdi master plan olarak? Bundan 4500 yıl önce, presesyon hesapları bile yapacak biçimde astronomi bilgisine nasıl sahip olmuşlardı? Yoksa bundan 12000 yıl önce varolan bir uygarlığın geride bıraktığı izleri mi görüyorduk Mısır'da? Robert Bauval, 1994'te yayımlanan "Orion Mystery" adlı kitabında bu soruları sordu ve büyük sansasyon yarattı. Yanıtlarsa, hala araştırılmayı bekliyor.

giza_orion_by_farstar09-d8nelw5.jpg

Bu konuyu yazdır

  KARA DELİKLERİN GİZEMİ
Yazar: Spiritüeller - 24-12-2016, Saat: 23:06 - Forum: EVREN VE BİLİM - Yorum Yok

Gökyüzü binlerce yıldır tutkunu olduğu muz ve anlayabilmek uğrunu büyük gayretler sarfettiğimiz meraklarımızın basında gelir, insanoğlu, başının üstündeki o sonsuz ve bir o kadar da gizemli uzayı tanıyabilmek için elinden gelen tüm imkanları seferber etmiş, geliştirdiği dürbünlerle, teleskoplarla, uydularla uzayın derinliklerinde ne olup bittiğinden haberdar olmaya çalışmıştır. Araştırmaları süresince, evrendeki konumunun ne olduğu konusunda bir karara varabilmiş, bunun yanında gittikçe artan yeni sorunlarla karşı karsıya kalmıştır. 

Bugün, artık devasa bir evrende herhangi birinden pek farklı olmayan bir galakside ve küçük sayılabilecek bir yıldızın çevresinde hayatımızı devam ettirmeye çalıştığımızı biliyoruz. Yine şunun da farkındayız ki, en gelişmiş aletlerimizle ancak uzayın çok küçük bir bölümünü izleyebiliyoruz. Fakat buna rağmen, evrende bulunan maddenin yoğunluğu, kainatın ve dünyamızın yaşı, big-bang'le evrenin nasıl oluştuğu gibi birçok kozmolojik sorunu açıklayabilecek derecede fikir sahibiyiz. 

Evrendeki olayları, zaman zaman gözlemlerimizden hareketle bazen de ortaya attığımız kuramlarla açıklamaya çalışırız. Bu durumda, evrende olup olmadığını bilmediğimiz bir takım sonuçlara da varabiliriz. İşte karadelikler de varlığı konusunda hiçbir şey bilinmeden, bütün matematiksel açıklamaları ve teorileri elde edilmiş nadir konulardan biridir. 

İlk defa 1969'da Amerikalı J. Wheeler tarafından adlandırılan karadelikler sonsuz yoğunlukta madde taşıyabilen gök cisimleridir. Güneş'ten yüzlerce kere daha büyük olan yıldızlar, yaşamlarının sonunda o kadar küçülürler ki bir nokta kadar boyutsuz, hacimsiz bir yapıya bürünebilirler. Öyle ki, bu yapıdan bir çay kaşığı kadar almaya kalksanız: tonlarca maddeyi taşımanız gerekir. Bu yoğun ve kavranılması güç oluşumlar, karadeliklere çok yoğun ve etkili bir çekim alanı kazandırır. Nitekim, A.Einstein'ın özel relativite teorisinde belirttiği "evrendeki en yüksek hıza sahip ışık" bile karadeliklerin yeterince yakınına geldiğinde bu güçlü kütle çekimine yenilerek, karadelikler tarafından yutulur. VVheeler, hiç şüphe yok ki, üzerine gelen ışığı yutabildi-ğinden dolayı karadeliklere bu ismi vermişti. 

Karadeliklerin gözlemlenmesi 

Karadelikler, üzerlerine gelen her maddeyi ve ışığı kolayca emebildiklerinden dolayı hiçbir zaman doğrudan gözlenemezler. Çünkü, bir cismi görebilmemiz İçin, ancak ondan bize ışık ışınlarının gelmesi gerekir. Bir karadelik ise, uzaydaki gaz ve tozları toplarken çevresindeki uzayda bir takım değişiklikler yapar. İste. onları bu etkilerinden yararlanarak, dolaylı yoldan gözleyebiliriz. 

Karadeliklerin gözlemlenebilirle yöntemlerinden biri, çevresinde yarattığı çok güçlü çekimsel alandan geçen ışığın, sapmasının Ölçülmesidir. Kuvvetli çekim alanlarından gecen ışık ısınları, bildiğimiz doğrusal yolundan sapar. Bu ilke. gerçekte yıldız, gezegen, nebula gibi uzayda bulunan büyük kütlelerin, bulundukları yerlerde kütlelerinin büyüklüğüne göre. göremediğimiz ancak teorik ve deneysel olarak bilinen eğrilikler, çukurluklar oluşturmasından ileri gelir, Sözgelimi. Güneş'in çevresinde bu eğrilik çok az olduğundan, ışık 1.64 sn'lik bir acı farkıyla eğilir. Ama bunu karadelikler için düşündüğümüzde, saptırıcı etkinin çok daha büyük olduğunu görürüz. Bir karadeliğin arkasında bulunan bir yıldızdan çıkan ışının bize ulaşabilmesi için O en az iki yolu vardır. İşık ısınlarının her biri. karadeliğin bir yai nından gelmek üzere ayrılarak bize ulaşırlar. Dolayısıyla biz. bir yıldızı ikiymiş gibi görürüz. Bu olaya "çekimsel mercek" etkisi denir. 

Karadeliklerin araştırılmasında en verimli yöntem, uzaydaki gaz ve toz zerrelerinin karadelik tarafından emiliminin saptanmasıdır. Bir karadeliğin çekimine kapılan gazlar, çok kuvvetli x -ışını ışıması yapar. Bu ışının çok uzaktan algılanabilmesi İçin de. karadeliklerin ancak yıldızlararası gaz ve tozların bol olduğu bölgelerde aranması gerekir. Böylece, bir karadeliğin gözlenebilmesi için en ideal konumun, yıldızların hemen yanı olduğu anlaşılır. 

1970'de Amerika'nın uzaya gönderdiği bir x-ısını uydusu olan "Uhuru" uzaydan ilginç bir takım veriler elde etti. Daha bir yılını doldurmamıştı ki Uhuru, Kuğu takımyıldızının en parlak yıldızı olan Cygnus x-l'de çok yoğun x-ışını yayılımı buldu. Cygnus x -l saniyede bin kereden fazla titreşiyordu. Bu da sözü edilen ışık kaynağının boyutlarının, beklenenden çok daha küçük olduğunu gösteriyordu. Dikkatle yapılan gözlemlerin sonunda: bu yıldızın HD226868 tarafından beslenen bir karadelikti. Teorilerin, yıllar önce öngördüğü sonuçlar, gerçekleşmişti. 

İzleyen yıllarda, uzaya bir çok x-ışını uydusu gönderildi. Bu uydular da 339 ayrı x-ısını kaynağı hakkında bilgi toplayan Uhuru'nün izinden giderek, bize evrenin x-ısmı haritasını çıkardılar. Bu haritada özellikle Circu-nus x-l. GK339-4 ve V861 Scorpii karadelik olarak kabul edilen ilk gök cisimleridir. 

kara-delik1.jpg

Eğri uzay zamanın anlamı 

Einstein 1905 ve 1915 yıllarında ortaya attığı özel ve genel görelilik kuramlarıyla doğaya, maddeye, uzaya ve zamana farklı bir bakış açısı getirdi. Onun bu buluşlarıyla; belki de fizik, felsefe dalında en Önemli sınavını veriyordu. Birbiriyle İlintili olan bu kuramlara göre; hareket eden saatler yavaşlayabiliyor, cetvellerin boyları kısalıyor cisimlerin kütleleri, hızları dolayısıyla artabiliyordu. Einstein'ın yeni denklemleri Newton’un koyduğu klasik anlayışa, ancak ışık hızından çok küçük hızlarda uygunluk göstermekteydi. 

Einstein. hep saatlere, cetvellere ve gözlemcilere bağlı olmayan evrensel bir çekim kuramı hayal ederdi ve Tanrı'nın, kendine bir keçi inadı ile İyi koku alan bir burun verdiğini söylerdi. Gerçek şu ki; O'nun bu özellikleri amacına ulaştırmıştı. 

Genel görelilik kuramı, kütle çekiminin nasıl islediğini anlatır. Ama bunu yaparken; hiçbir zaman çekimi bir kuvvet olarak düşünmez. Bunun yerine, cisimlerin çevresindeki çekim alanlarının, uzay ve zamanın bükülmesi sonucu oluştuğunu söyler. Cisimler, içerdikleri kütlelerine oranla uzayda çukurluklar oluşturur. Ve zamanın akışını yavaşlatır. Ancak uzayın derinliklerinde, tüm çekim kaynaklarından uzakta, uzay ve zaman tam anlamıyla düzdür. Çekim alanının gücü arttıkça uzay-zaman eğriliği de artış gösterir. Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Madde uzay-zamanın nasıl eğileceğini, uzay-zaman da maddenin nasıl davranacağını belirler. 

Uzay-zaman düşüncesine somut bir örnek olarak sunu verebiliriz: Ilık bir yaz gecesi uzaya baktığınızı düşünün. Binlerce yıldız, gözlerinizin önüne serilmiştir. Bize en yakın yıldızlardan olan Sirius'a gözlerimizi kaydırdığımızı haya! edelim. Sirius. güneş sistemine yaklaşık 8,5 ışık yılı uzaklıktadır. Bu ise; o yıldızdan çıkan bir ışık ışınının gözümüze ancak 8,5 yıl sonra ulaşabildiğini bize anlatır. Yani yıldıza bakmakla onun 8,5 yıl önceki halini görmekteyiz. Ya 250 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galaksiyi gözlemlediğimizi düşünsek? Tahmin edersiniz ki; galaksinin yeryüzünde dinazorların hüküm sürdüğü devirlerdeki görüntüsünü algılarız. 

Sonuç olarak, yıldızlara bakmakla uzayın zamandan ayrı düşünülemeyeceğini kavrarız. Çünkü, gökyüzünü incelerken, aslında evrenin geçmişine bakmaktayız. İşte. birbirinden ayrı olarak düşünmediğimiz bu dört boyutlu anlayışa (en. boy. yükseklik, zaman) uzay-zaman denir. Nasıl, bir cetvel uzunluğu ölçüyorsa . kolumuzdaki saat de zaman yönünde uzaklığı ölçer. 

Einstein. kuramın matematiksel ispatı yanında bir de deney önerdi. O'na göre Güneş de ışığı belli bir oranda saptamalıydı. 1919'da bir Güneş tutulması esnasında, uzaydaki konumu önceden bilinen bir yıldız üzerinde gözlem yapıldı. Gerçekten de. yıldızın ışığı Güneş'in yanından geçerken: uzay-zaman eğriliği nedeniyle önceki konumundan daha açıkta görülüyordu. Gözlem sonunda elde edilen sayılar da teorik hesaplarla bulunana yakındı. 60 yıl boyunca tekrarlanan diğer deneyler de Einstein'i haklı çıkardı. Günümüzde de çok hassas aletler yardımıyla, uzayda yapılacak bir deney düşünülüyor. Dünyanın dönme ekseninin bulunduğu düzlem üzerine, yaklaşık 640 km yüksekliğe yerleştirilecek GP-B kütle çekim aracı en hassas uzay-zaman gözlemini yapacak. 

Görelilik kuramı, uzayın eğriliğine bağlı olarak zamanın da akışının yavaşlayacağını belirtir. Uzayda, eğim ne kadar fazlaysa o bölgede aynı oranda. zaman yavaş işler. Eğimin en fazla olduğu yerler de gök cisimlerinin merkezleridir. Merkezden uzaklık arttıkça zamanın büzülmesi de azalır. Çok katlı bir binanın zemin katı ile en üst katı arasındaki zaman farkı ilk defa 1960'da ölçülebildi. Günümüzde isg, en hassas saatler olan atom saatleriyle yapılan çeşitli deneyler de bu ilkeyi destekledi. 

Karadeliklerin yapısı ve çeşitleri 

Yıldızların sonları, içerdikleri kütlelerine göre tespit edilir. Kütlesi Güneş kütlesinin yaklaşık 1,5 katından aşağı olan yıldızlar, yapılarında bulunan hidrojeni önce helyuma sonra da helyumun tamamını karbon ve oksijene çevirerek yakarlar. Artık yıldızın tüm enerjisi bitmiş ve yıldız beyaz cüce haline gelmiştir. Beyaz cüceler oluşurken, atomlar öyle büyük kuvvetlerle sıkışır ki, çekirdeğin etrafında dolanan elektronlar, çekirdeklerinden ayrılırlar. Yıldız dünyamızın boyutlarına değin küçüldüğünde, elektronlar uygulanan yüksek basınca karşı koyar ve yıldızın artık daha çok büzüşmesini önlerler. 

Güneş kütlesinin 1,5 katından büyük kütleli yıldızların sonu ise uzun süren araştırmalardan sonra cevaplanabilmiştir. 1928 yılında, fizik doktorasını yapmak için İngiltere'ye doğru yola çıkan Hintli bilimadamı Chandresekhar, bir ay süren gemi yolculuğu süresince kamarasına kapanıp çalışarak çok ilginç bir buluş elde etti. Chandresekhar'a göre eğer bir yıldızın kütlesi. Güneş'in yaklaşık 1.5 katı ve daha fazlasıysa bu yıldız büzülmeye başladıktan sonra beyaz cüceden daha da küçülüp çok yoğun hale gelebilirdi. Ama genç araştırmacıların fikirlerini kabul ettirebilmesi zordu: nitekim Sir Eddington, yıldızın bu katlar küçülmesine doğanın izin vermeyeceğini söyleyerek Chandresekhar'ın çalışmasını geri çevirmiştir. Zaman geçtikçe, gene araştırmacı haklı çıkacak ve reddedilen bu çalışmasıyla bir nobel ödülü alacaktı. Aynı vıilar-da Rus fizikçi Landan da aynı konu üzerinde çalışmaktaydı. O, biraz daha şanslıydı ve çalışmasını bir dergide yayınlatabildi. Amerikalı Openheinmer, öğrencisiyle hazır

ladığı "sürekli kütle çekimsel büzülme "adlı makalesinde. Landau'nun eksikliklerini de düzelterek problemin üstesinden gelir. Buna göre sözü edilen kütlede bir yıldız:ömrünün sonuna gelirken,beyaz cücelerin elektron basıncı sonucu yakamadığı karbon-oksijen zengini katmanını da tepkimeye sokabilir. Çünkü bu denli büyük kütle nedeniyle oluşan basınç, yıldızın sıcaklığını 700 milyon dereceye kadar yükseltebilir. 

Ard arda oluşan diğer tepkimeler sonunda; yıldız silikon ve demir zengini bir kütleye dönüşür. Artık demir, merkezdeki sıcaklık ve basınç ne olursa olsun termonükleer tepkimeye giremez. Bu halde, yıldızın atomundaki eksi yüklü elektronlarla, artı yüklü protonlar birleşerek yüksüz nötronları oluştururlar. Oluşan bu nötronlar daha az yer kapladıklarından yıldız, çok çok güçlü ışın yayan ani bir çökme evresinden geçer. Bu çökme anında yayılan enerji o kadar fazladır ki; yıldızın doğumundan o ana kadar ki yaydığı toplam enerjiye denktir. Daha sonra şiddetli bir patlama duyarız. Çünkü yıldız, tümüyle parçalanmış ve süpernova olmuştur. Bu patlamadan arta kalan ise sadece nötronca zengin bir "nötron yıldızı"dır. 

Oppheimer, nötron yıldızının yukarıda saydığımız özellikleri üzerinde çalışırken bir an, incelediği yıldızın kütlesinin Güneş kütlesine göre 2.5 katı ve fazlası olduğu durumu düşündü. Hiçbir doğa kuvveti, böyle bir yıldızın basıncını dengeleyemezdi. Saniyeler içinde: elektronlar, nötronlar ve protonların birbiriyle karışması sonucu, yıldız daha fazla küçülüp. uzayı diğer gök cisimlerinden daha çok eğerdi. Bunun sonunda, küçülme o kadar an-lamsızlaşır ki artık ortada ne nötron, elektron, kuark ne de madde vardır. Sadece, boyutsuz bir nokta olan "tekillik"vardır orada...İşte karadelikler... 

Çökme sonucu uzay-zaman eğrileri o kadar artmıştır ki. artık yıldıza ilişkin hiçbir şeyi algılayamadığımız an; yıldızın, "olay ufkunun" altında kaldığını kabul ederiz. Olay ufku bizim, hiçbir fiziksel incelemede bulunamadığımız uzay parçasıdır. Çünkü olay ufkundan ötesini, bizim yasalarımızla açıklayamayız. Adeta başka bir evrendir orası ve orada ne olup bittiğini bilmenin bir yolu yoktur. Bir yıldızın olay ufku ,yıldızın çökmeden önceki kütlesiyle yakından ilişkilidir. Örneğin, kütlesi. Güneş'in kütlesinin 10 katı olan bir yıldız, çapı 60 km olan bir olay ufkuna sahiptir. Kütle arttıkça, olay ufku da genişler. 

Buraya kadar ki anlattıklarımıza bakılırsa, aslında bir karadeliğin çok basit bir yapısının olduğu anlaşılır. Olay ufkuyla çevrelenmiş bir tekillik... Hepsi bu kadar! Bunun yanında, karadeliğin gerçekten boş olduğunu hatırlamak gerekir. Orada, ne atomların, ne kayaların ne de uzaydaki gaz ve toz bulutlarının İzine rastlanmaz. Yıldızı oluşturan tüm madde; karadeliğin merkezindeki tekillik noktasında yok olmuştur. Elimizde kalan tek şey, sonsuz eğilmiş uzay-zaman'dır. 

Einstein, önceleri her ne kadar görelilik kuramıyla uzayda çok yoğun maddelerin varolamayacağını İspatlamaya çalıştıysa da, kıvrak zekasının yanıldığı bir nokta da bu olmuştu. Kuramının öngördüğü etkiler, karadeliklerin yakınında inanılmaz boyutlarda artış gösterir. Örneğin, kütle çekiminin yeryüzünde zamanı yavaşlattığı biliniyorken. karadeliğin olay ufkunda zaman tümüyle durmaktadır. Eğer. korkusuz bir astronotun karadeliğe doğru ilerlediğini düşünürsek: O'nun saatinin bizimkine göre yavaş çalıştığını farkederiz. Olay ufku geçildiğinde ise. zaman sonsuza değin duracak fakat astronotun bundan haberi olmayacaktır. Çünkü kendi vücut faaliyetleri de aynı oranda duracaktır, Bu uzun adamının haberdar olacağı bir şey varsa; o da ışık hızıyla karadeliğin tekilliğine doğru çekildiğidir. 

Günlük yaşantımızda, uzayın üç boyutunda (aşağı-yukari: sağa-sola; ileri-geri hareket etme serbestliğine sahibiz ama istesek de istemesek de beşikten mezara doğru bir zaman akışımız vardır. Karadeliğin çevresindeki olay ufkunun içinde ise "zaman içinde" hareket etme özgürlüğü kazanırız ama uzay boyutlarında hareket özgürlüğümüzü yitiririz. Tekilliğe doğru çaresizce çekiliriz. 

Acaba bu kozmik elektrik süpürgelerini yalnızca maddesel yoğunluk mu etkiler? Doğada, sadece kütle mi onların yapısında söz sahibidir? Karadelikler. yapılarına göre üç kısımda incelenir: Maddesel, elektriksel ve dönen karadelikler... 

Maddesel karadelikler çevrelerindeki maddeleri yutarken herhangi bir elektrik yükü taşımazlar ve çevrelerinde dönmezler. Böylece; yüksüz, durağan karadelik yalnızca tekilliği çevreleyen, bir olay ufkunda oluşur. İlk denklemlerini 1916'da Alman gökbilimci K.Schwarzchild in yazdığı bu karadeliklere "Schwarzchild karadelikleri" de denir. Karadeliklerin, yuttuğu maddeye oranla olay ufuklarını genişlettiklerini biliyoruz. Bu da karadeliğin daha güçlü çekini alanına sahip olmasına neden olur. Madde yuttukça güçlenen karadelik. cisimlerin niteliğine bakmadan. sonsuza değin onları geri salmaz. Ancak olay ufkunun incelenmesiyle, bir karadeliğin kütlesi hakkında fikir sahibi olunabilir. 


Şimdi de Schwarzchid karadeliğine bir elektron düştüğünü düşünelim. Bu durumda karadelik elektrik yüküyle yüklenir. Yüklenme arttıkça da tekilliğin çevresinde ikinci bir olay ufku oluşur. Böylece karadeliğin çevresinde, zamanın durduğu iki yeri rahatlıkla gösterebiliriz. Elektrik yükü arttıkça iç olay ufku büyür, maddesel (dış) olay ufku ise küçülür. İki olay ufku çakıştığı an: karadelik alabileceği en fazla elektrik yükünü almış demektir. Bu durumda daha çok elektrik yüküyle zorlarsanız, olay ufkunun dağıldığı ve geriye çıplak tekilliğinin kaldığı bir karadelik elde edersiniz. Bu görüşler ilk kez 1916-18 yıllan arasında Alman H. Reissner ile Danimarkalı G- Nordstron tarafından ortaya atıldı. Bundan dolayı, elektrik yüklü karadeliklere çoğu kez; "Reissner-Nordstron Karadelikleri". denir. Bunların varlığı kuramsal olarak kabul edilse de uzayda gerçekten var olmalarını bekleyemeyiz. Nedeni ise, elektrik alanlarının, çekim alanlarından çok çok daha baskın olması ve karadeliğin; kendini elektrik yüküyle yüklerken, çevresinden gelen diğer yükler yardımıyla kısa sürede nötr hale getirilmesidir.

Bu konuyu yazdır

  DÜNYADAKİ YAŞAMIN ENERJİSİ UZAYDAN GELDİ
Yazar: Spiritüeller - 24-12-2016, Saat: 23:01 - Forum: UZAY - Yorum Yok

Dünya’da beliren ilk yaşam örnekleri, gerekli olan ‘bataryaları’ Uzay’dan almış olabilir. Gökbilimciler, öne sürsükleri yeni teoride Dünya’ya çarpan kozmik taşların ilk organizmalar için enerji depolamalarına yarayan önemli moleküller sağlamış olabileceğini belirtti. Dünya dışından gelen enerji, ilk organizmaların bugün ortaya çıkan yaşam çeşitliliğinin de temelini atmış olabilir.

Gökbilimciler, Dünya’da yaşamın temellerini atan ilk organizmaların ihtiyaç duydukları enerjiyi Dünya dışından elde ettiğini düşünüyor. Tüm organizmalar, besinlerden elde ettikleri enerjiyi kullanılacağı ana kadar depolayan, molekül şeklinde ‘bataryalara’ sahip. Depolama molekülleri, yaşamın yapı taşları olarak bilinen 6 organik molekülden biri olan fosfora dayanıyor. Ancak bilim insanları Dünya’nın erken dönemlerinde fosfor minerallerde kilitli kaldığı için, ilk organizmaların fosforu meteoritlerden elde ettiğini belirtti. 

Canlılarda en yaygın olan ortak enerji deposu, adenozin trifosfat (ATP), milyonlarca farklı canlıda yer alıyor. ATP’nin oluşması ve enerji salması için canlılar enzimlere ihtiyaç duyuyor. Ancak ilk organizmaların bu emzimleri üretecek kadar gelişmiş olmadığı biliniyor. Buradan yola çıkan araştırmacılar, ilk organizmaların ATP yerine daha basit bir depolama birimi kullandığını düşünüyor.

Volkanik Suda Deney

İngiltere’nin Leeds Üniversitesi’nden Terry Kee, ilk enerji deposunun ‘pyrophosphite’ adı verilen ve fosfor, oksijen ve hidrojen içeren bir molekül olduğunu öne sürdü. Kimyasal özellikleri ATP’ye benzeyen pyrophosphite, daha tepkisel olduğu için enzimlere ihtiyaç duymuyordu. 

NewScientist'in verdiği bilgiye göre, Kee ve ekibi meteoritlerin ilk organizmalara yardım ettiği düşüncesini kanıtlamak için Sibirya’da fosfor içeriği bol olan bir meteorit inceledi. Meteoritin parçaları, Dünya’nın ilk zamanlarındaki suya benzerlik gösterdiğine inanıldığı için, İzlanda’daki volkanik göllerden toplanan asitli suda çözüldü. Suda dört gün bekletilen parçalar, bu süre sonunda yüksek miktarda fosfor ortaya çıkardı. Parçalar yeniden kuruduğunda, ‘pyrophosphite’ e dönüştüler. Kee, “Bu molekülün oluşmasının ne kadar kolay olduğunu gördük” ifadesini kullandı. Kee’nin keşfi, 2009 yılında ABD’nin California eyaletindeki jeotermel göllerde yüksek miktarda fosfor bulunmasını akıllara getirdi. Jeotermal göller, Dünya’nın ilk zamanlara pyrophosphite bakımından çok zengin olduğuna işaret eden bir diğer bulgu olarak kabul ediliyor.

Farklı Bakış Açıları

Her ne kadar pyrophosphite ilk organizmalar için önemli bir rol oynamış olsa da, bilim insanları molekülün yaşamın orijinini oluşturduğu yönünde ikiye ayrılmış durumda. Almanya’nın Düsseldorf’taki Heinrich Heine Üniversitesi’nden William Martin, ‘modern günümüzdeki tüm canlıların enerji depolamal için fosfat kullandığını ancak aynı durumun fosforun kendisi için geçerli olmadığını’ söyledi. bitki ve hayvanların ATP kullandığını ve birçok mikrobun da pirofosfat kullandığını belirten Martin, “Bana kalırsa bu durum hiç değişmedi” dedi. 

Aynı düşünceyi benimseyen bilim insanları, pirofosfatın en antik enerji deposu olduğunu düşünüyor. Ancak pirofosfat, son derece tepkisel olan fosfattan oluşuyordu ve fosfat gerekli tepkime oluşmadan doğada yok oluyordu. Dahası, pirofosfat, suda çözülmüyor, tersine tepkimeye giriyor. ABD’nin Florida eyaletindeki Uygulamalı Moleküler Derneği’nden Steven Benner, “Toplumlar pirofosfatı öne çıkardı çünkü olabilecek en basit madde... İlk enerji deposu olarak düşünülmesi için başka hiçbir sebep yok” dedi. Kee, bu görüşleri de değerlendirerek, organizmaların fosfatla uyum sağlayacak gelişime ulaşana kadar pirofosfat öncesinde pyrophosphite kullandığını savunuyor. 

Kaynak: Ntvmsnbc / NewScientist


l1ggob3n.jpg

Bu konuyu yazdır

  CEHENNEM GEZEGENİ
Yazar: Spiritüeller - 24-12-2016, Saat: 22:57 - Forum: GEZEGENLER - Yorum Yok

Yüzeyi 1000 Santigrat derece sıcaklık olan yeni bir gezegen bulundu.

NASA’nın Spitzer Uzay Teleskopu’nu kullanan bilim insanları, Neptün büyüklüğündeki GJ 436b gezegenini incelerken, hiç beklemedikleri bir keşif yaptı.

Dünya’ya oldukça yakın olduğu ve Mars’ın ardından Dünya’ya en yakın ve daha küçük ikinci gezegen olma özelliği taşıdığı belirtildi.

Central Florida Üniversitesi (UFC) araştırmacılarının keşfettiği gezegene, UCF-1.01 adı verildi. GJ 436b ve UCF-1.01’nin bir yıldızn yörüngesinde bulunduğu ve aynı yıldız sisteminde başka gezegenler olabileceği ifade edildi.

Lav gezegenin keşfedildiği araştırma ekibinin başında yer alan Chicago Üniversitesi’nden Kevin Stevenson, “Mars’tan daha büyük ve Dünya’dan küçük bir gezegen bulduk. Ve kozmik ölçekte bakılırsa, hemen köşemizde duruyor” dedi. Stevenson, , UCF-1.01’in, “bir başka gezegenin önünden geçmekte olduğunu düşündüklerini, bu yüzden komşularının da bulunabileceğini” söyledi.

“KARŞIMIZA ÇIKIVERDİ”

Gök bilimciler için büyük gezegenleri keşfetmek küçüklere kıyasla çok daha kolay. Ancak büyük gezegenlerin birçoğunun kayalık yüzey ve Dünya benzeri atmosfere sahip olmayan gaz devleri olduğu için, gök bilimciler yaşamın oluşabileceği daha küçük gezegenleri keşfetmeye odaklanıyor.

NASA’nın Kepler gözlemevi, Güneş benzeri yıldızlar etrafında Dünya benzeri gezegenler arıyor. Kızıl ötesi detektörlerini kullanan Kepler, son üç yıl içinde üç binden fazla gezegen buldu, onlarcasının varlığını doğruladı. Kepler’in 100 ile 2 bin ışık yılı arasındaki mesafeleri gözlemliyor olması da, tespit ettiği gezegenlerin Dünya’mıza çok yakın olduğunu gösteriyor.

Stevenson’ın, “Bizim aradığımız gezegen bu değildi” dediği UCF-1.01, Dünya’nın yaklaşık çeyreği kadar, 8,400 km genişliğine sahip. Bir yılın sadece 1.4 gün olduğu belirtilen UCF-1.01’in, bu sebeple yıldızına son derece yakın bir konumda.

GİZLİ BİR ORTAĞI OLABİLİR

Stevenson, “UCF-1.01 ile yıldızını birbirinden ayıran mesafe, Ay ile Dünya arasındaki mesafenin sadece yedi katı (İki kozmik cisim arasındaki mesafe 356 ile 406 bin km arasında değişiyor). ABD’li gök bilimci, “Küçük gezegenin yüzeyindeki sıcaklığın 1000 Santigrat derece civarında olduğunu tahmin ediyoruz. Kısaca, yüzeyindeki kayaları bir lav okyanusuna çevirmeye yeter” dedi. ABD’li bilim insanı, “UCF-1.01’in henüz kütlesini bilmiiyoruz... Ancak orada olduğuna eminiz” ifadesini kullandı.

Gök bilimcikler UCF-1.01’in gizli bir partneri olduğunu düşünüyor. Böyle düşünmelerinin sebebi, daha büyük olan GJ 436b’nin yıldız sisteminde olduğu düşünülen diğer gezegenlerin yerçekimsel kuvvetlerinin etkisiyle “dikdörtgene” benzeyen bir yörüngeye sahip olması. Stevenson, UCF-1.02’in daha büyük olan komşusunun yörüngesini etkileyecek büyüklükte olmadığını belirtti ve “Bana kalırsa bir yerlerde UCF-1.02 gezegeni var” dedi.


sunrise_above_planet_hell_by_diavolus.jpg

Bu konuyu yazdır

  AY'SIZ BİR DÜNYA NASIL OLURDU?
Yazar: Spiritüeller - 24-12-2016, Saat: 22:53 - Forum: AY - Yorum Yok

Güneş sistemimiz oluşurken koşullar çok az farklı olsaydı, bizler için her şey değişik olabilirdi. Dünyanın madde dağılımı, büyüklüğü, enerjisi, dönme ekseni açısı, atmosfer ve mevsimler çok farklı olabilirdi. Dünyamızda hayat belki yine gerçekleşebilirdi ama farklı şekilde. Bu hali ile sanki her şey, en ince detayına kadar insan için özel olarak hazırlanmış gibidir.

Peki bu oluşum içinde Ay’ın görevi nedir? Nasıl oluştuğu ve Dünya’nın yörüngesine nasıl girdiği hala büyük bir sır olan Ay’ın bu mükemmel düzen içindeki yeri nedir? Yaşamın oluşmasına ne katkısı vardır? Ay olmasaydı ne olurdu?
Dünya’daki yaşam koşulları bakımından Ay’dan kaynaklanan hiçbir olumsuz etken yoktur. Yani Ay’ın varlığının hiç bir zararı yoktur. Ya yararı?

Ay’ın Dünya üzerindeki en büyük etkisi, çekim gücü nedeniyle onun kendi etrafındaki dönüş hızını yavaşlatıp, bildiğimiz günlük periyoduna getirmesidir. Ay’ın olmaması Dünya’nın dönüş hızının artmasına, yaklaşık 15 saatlik bir gün süresinin oluşmasına sebep olacak, günler kısalacak, canlılardaki biyolojik saat alt üst olacak, yaşam biçimleri ve yapılan farklılaşabilecek buna ayak uyduramayanlar yok olacak, fırtına, kasırga gibi atmosferik olaylar çok şiddetlenecekti.

Neyi değiştireceği bilinmez ama Ay’ın yokluğunda artık Ay ve Güneş tutulmaları da olmazdı. Dünya üzerindeki gel-git olaylarının yüzde 70'i Ay’dan, diğer yüzde 30'u ise Güneş ve gezegenlerden kaynaklandığı için Ay olmayınca, gel-git olayları da yüzde 70 azalırdı.

Denizlerdeki gel-git olayı en çok Kanada’da Fundy körfezinde meydana gelir. Bu sırada deniz 15,4 metre yükselir. Bu olay Manş sahillerinde 11,5 metre, Çanakkale Boğazı’nda 5-6 santimetre olup İstanbul Boğazı’nda pek hissedilmez. Ay’ın etkisiyle yalnız denizler değil karalar da hareketlenir. Kara parçalarında saptanan en büyük yükselme ise 50 santimetredir.

Astronomik gözlemlerde nasıl atmosferimiz iyi görüş almamıza mani teşkil ediyorsa Ay’ın ışığı da öyledir. Öyleyse Ay’ın olmaması bu konuda faydalı olacaktı. Dünya’nın yörünge hareketindeki Ay’dan kaynaklanan küçük salınım hareketleri yavaş yavaş ortadan kalkacak ama dünyanın dönme ekseni bundan pek etkilenmeyecekti.

Ay uzay boşluğunda başıboş gezen göktaşlarına karşı bir kalkan görevi yaptığından, yokluğunda Dünya yüzeyine daha fazla göktaşı düşebilecekti.

Ay olmayınca, etkinliklerini geceleri Ay ışığında sürdürebilen bir çok canlı türü de bunu yapamayacaklardı. Ay olmasaydı insanların dolunaydan etkilenmesi ve kurt adam hikayeleri de ortadan kalkacak ama en önemlisi romantik çiftlerin el ele tutuşup seyrettikleri, gökyüzündeki o muhteşem manzara olmayacaktı.

Ay_manzaras.jpg

Bu konuyu yazdır