Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065
Detaylı İstatistikler
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 1762 kullanıcı aktif » 0 Kayıtlı » 1762 Ziyaretçi
|
Son Aktiviteler |
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 309
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 301
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,004
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,123
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,069
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,003
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,139
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,518
|
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,285
|
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,168
|
|
|
BURÇLARIN EN İYİ ÖPÜŞME UYUMU |
Yazar: Emka - 08-06-2016, Saat: 14:39 - Forum: Astroloji
- Yorum Yok
|
|
Kimi zaman duyguların en masum ortaya çıkışı; kimi zaman da en ateşli seksin başlangıcı... Hangi burç en iyi öpüşüyor; hangi burç hangi burçla öpüşme konusunda zirveye çıkıyor?
Koç erkeği: Öpüşmeye doyamayan Koç erkeği, her zaman en güzel dudaklara sahip seksi kızları aramakla meşguldür.Koç kadını: Cesaretli ve deli dolu Koç kadını, ilk adımı kendisi atmaya çekinmez. Öpüşmekten büyük haz duyar.En iyiler: Yay, Akrep, Aslan;Riskliler: Oğlak, Yengeç, Boğa
Boğa erkeği: Onun için öpüşmenin içten olması, fanteziden önemlidir. Eğer gerçekten seviyorsa, o zaman Boğa erkeği, tam bir boğaya dönüşür.Boğa kadını: Boğa kadını bu burcun erkekleriyle kıyaslandığında öpüşme konusunda daha yaratıcıdır. Bazıları öpüşme durumunu adeta hiç yoktan yaratırlar ve tam hedeflerini tuttururlar.En iyiler: Terazi, Yengeç, Başak;Riskliler: Koç, Yay, Aslan
İkizler erkeği: Genelde çok sakin ve hassas öper, yavaşca dokunur sevgilisinin dudaklarına. Çekici bir havaya bürünmesini çok iyi bilir ve öptüğünde birkaç gün süren bir etki bırakır.İkizler kadını: Öpüşmeleri erkekleri çıldırtacak biçimdedir. Değişik oyunlarla öpüşmeyi daha ateşli yapmaya çalışır. Böyle bir kadını hangi erkek öpmek istemez?En iyiler: Balık, Boğa, Başak, Akrep;Riskliler: Kova, İkizler, Yay
Yengeç erkeği: Hislerini en iyi öperken ifade eder. Sevdiği kişiyi dudaklarının ve dilinin ateşiyle büyüler.Yengeç kadını: Öpüşme maratonu yapılsaydı, o, muhakkak birinci olurdu. Onu öperken can sıkıntısından şikayetçi olamayacaksınız, çünkü Yengeç kadınının öpüşmeleri çok şehvetli olur.En iyiler: Balık, Boğa, Başak, Akrep;Riskliler: Kova, İkizler, Yay
Aslan erkeği: Aslan erkeği, öptü mü tam öper. Yani dudaklarındaki bayan kendini heyecandan tamamen onun kollarına teslim edene kadar bırakmaz.Aslan kadını: Aslan kadını tarafından öpülen erkek, zamanı ve mekanı unutur. Öpüşmek ancak bu kadar mükemmel ve bu kadar ateşli olabilir.En iyiler: Kova, Yay, Akrep, Terazi;Riskliler: Boğa, Oğlak, Başak
Başak erkeği: Aşık Romeo gibi davrandığı söylenemez. Ancak azimli ve tuttuğunu koparan Başak erkeği sevgilisinin nelerden hoşlandığını çabuk keşfeder. O zaman öpücükleri, yıldırım gibi yüreğinize saplanır.Başak kadını: Bu konuda erkeği tarafından yönlendirilmeye bayılır. Yavaş ve hassas dokunuşlu öpücüklere dayanamaz. Onun için öpüşmek, çok büyük önem taşır. Bu nedenle de hayatında hiçbir öpüşmeyi unutmaz.En iyiler: Oğlak, Boğa, Balık, Yengeç;Riskliler: Akrep, Aslan, Terazi
Terazi erkeği: Kadınları kendine çeken bir büyüye sahip, aynı zamanda bir öpüşme uzmanı. Hassas Terazi erkeği, kendini tamamen öptüğü kadına adar ve onu yaratıcılığıyla her seferinde yeniden şaşırtmayı başarır.Terazi kadını: Onun için sevişmek bir nevi sınavdır. Çok seçicidir ve herkese hedefin kapısını açmaz. Çok sık öpüşmesinin nedeni belki de kendine yakışan erkeği belirlemek istediği içindir.En iyiler: Kova, İkizler, Boğa, Aslan;Riskliler: Akrep, Oğlak, Başak
Akrep erkeği: Akrep erkeği tarafından öpülmek ve kendinizden geçmemek mümkün değil. Sevgilisini memnun edebilmek için hiçbir şey esirgemez. Bu arada biraz fazla ileri gittiği de olabilir.Akrep kadını: Biraz tedirgindir öperken, bir bakarsınız çekingen ve utangaç olur, bir bakarsınız dudaklarınıza vampir gibi yapışır. Cazibesine hiçbir erkek dayanamaz. Adeta büyüler.En iyiler: Boğa, Koç, Balık, Aslan;Riskliler: İkizler, Terazi, Kova
Yay erkeği: Öpüşme sanatını onun kadar iyi bilen yoktur. Açık ve dobra tavırlarıyla öptüğü kadının tam kalbine isabet eder.Yay kadını: Hep bir öpüşme macerası peşindedir. Hayalindeki erkeği bulduğunda onu şımartmasını çok iyi bilir.En iyiler: Kova, Terazi, İkizler, Aslan;Riskliler: Başak, Oğlak, Boğa
Oğlak erkeği: O, kadını dayanıklı ve hırslı olmasıyla ödüllendirir. Kadının her istediğini yerine getirmek için, elinden geleni yapar.Oğlak kadını: Bazen biraz canı sıkılmış gibi davranır, fakat bu sadece kontrolünü kaybetmek istemediği içindir. Eğer erkeğine güveniyorsa tam bir seks fırtınası estirir.En iyiler: Boğa, Balık, Yengeç, Başak;Riskliler: Koç, Yay, Aslan, Akrep
Kova erkeği: Bütün sevişme çeşitlerini dener ve en iyi öpüşme şeklini bulmaya çalışır. Çevresinde gördükleri ve duyduklarından çok etkilenir ve her şeyi denemeye hazırdır. Kova erkeğiyle öpüşürken heyecanını kaybetmezsin.Kova kadını: Bu konuda oldukça yaratıcı ve adeta bir öpüşme uzmanıdır. Sınırsız fantezi ve fikirlere sahiptir.En iyiler: İkizler, Yay, Koç, Terazi;Riskliler: Başak, Boğa, Akrep
Balık erkeği: Onun için öpücük bir yemindir. Eğer aşıksa dudakları adeta romantizm fışkırtır. Bu kadar duygulu olabilmesi için öptüğü kişiye sonsuz güvenmesi gerekir.Balık kadını: Hayalindeki erkek olunca, kendini tamamen onun dudaklarına bırakır. Başkaları isteklerini kelimelerle ifade ederken, Balıklar bunu en iyi şekilde dudaklarıyla yapar.En iyiler: Yengeç, Oğlak, Boğa, Başak;Riskliler: Koç, Yay, Kova, Akrep
|
|
|
SODOM VE GOMORA KAVİMLERİNİN YOK OLUŞU |
Yazar: Emka - 08-06-2016, Saat: 04:43 - Forum: DÜNYA MİTOLOJİSİ
- Yorum Yok
|
|
Lanetli kavimlerin içinde en popüler olanı Sodom kavmidir. Bu popülaritenin nedeni hikayenin hem Kuran, hem de Tevrat’ta anlatıldığına bağlanır. Bu öykünün insanoğlunun bunca ilgisini çekmiş olmasının nedeni; kavmin adında gizlidir. Çünkü bu ulus sodomi yani erkekler arası anal seks eylemine adını vermiş olan millettir. Tevrat’ta en kapsamlı biçimde Tekvin 13:13, 18:20-33 ve 19:1-28’de anlatılan hikaye Kuran’da çeşitli surelere bölünmüş durumda olsa da içerik büyük ölçüde aynıdır.
Gerçekte Sodom’un öyküsü de diğer yok olan kavimlere benzemektedir. Ortada yine günahkar bir ulus vardır, doğru yola gelmeleri için aralarına bir peygamber yollanır, oysa kavim öğüt dinlemez ve sonunda cezalandırılır. Öykü benzer görünse de tüm diğer lanetlenen kavimler olaylarında olduğu gibi hikayeleri birbirinde farklı kılan küçük detaylardır büyük dersler içeren. Olay Sodom kenti temelinde anlatılır, fakat Sodom olduğu kadar Gomorra kenti de öykünün içindedir. Her iki ulus da aynı suçu işlemişler, bu nedenle her ikisi de aynı cezaya çarptırılmışlardır.
Tek suçları sodomi değildir bu kavmin; çünkü bu kentlerin halkları eşcinsellikte öylesine ileri gitmişlerdir ki, “hidayete ermeleri” için yollanan iki melek ile bile ilişki kurmaya kalkmışlar ve onlara hayli zor anlar yaşatmışlardır. Sodom ve Gomorra kentinin erkekleri zamanla kadınları bir kenara bırakır ve sadece kendi aralarında cinsel ilişki kurmaya başlarlar. Günün birinde bu gidişi durdurmak için Harun’un oğlu ve İbrahim’in yeğeni olan Lut peygamber aralarına yollanır. Müslümanlığın İbrani peygamberi olarak kabul ettiği Lut, İbrahim ile Mısır’a gider, orada bir süre kalır, dönüşünde ise Mısır’a yerleşir. Oysa yeni mekanında ona huzur yoktur, çünkü gördüklerinden dehşete kapılmıştır peygamber; (Ankebut 29) “Erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplantılarda fena şeyler yapıyorlar” Tevrat, Tekvin 18:20-21) “Ve Rab dedi. Sodom ve Gomorra’nın feryadı büyük ve onların günahı çok ağır olduğu için şimdi ineceğim ve bana gelen feryadına göre tamamen yaptılar mı göreceğim, ve yapmadılarsa bileceğim.” Gidişin kötü olduğunu gören Lut ortaya çıkar ve kavmi Tanrı’ya karşı gelmekten sakınmaları için uyarmaya çalışır, kendinin peygamber olduğunu, kendisine itaat etmeleri gerektiğini, bunun karşılığında ise hiçbir şey istemediğini söyler(Şuara 160-164) .
Kavmin suçu büyüktür. Lut üzüntü içinde günahlarının korkunçluğunu anlatmaya çalışır. Yaptıkları iş Tanrı katında affedilmeyecek bir davranıştır. Elinden gelen çabayı gösterse de sonuç alamaz: Şuara 165-166 “Siz Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanların içinde erkeklere mi gidiyorsunuz? Gerçekten siz azgın bir milletsiniz”. Neml 54-55 “Göz göre göre hala o kötülüğü mü yapacaksınız? Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi temas edeceksiniz? Evet siz cahil bir milletsiniz”. Ankebut 28 “Siz gerçekten alemlerde hiç kimsenin daha önce yapmadığı hayasızlığı yapıyorsunuz” dese de sözleri kavim üzerinde inandırıcı olmaz. Bunun ötesinde milletin ileri gelenleri: Ankebut 29 “Eğer doğru söyleyenlerden isen bize Allah’ın azabını getir” diye meydan okumaktadırlar. Lut’a tehditlerini sürdürürlerse onu şehirlerinde atacaklarını da eklemektedirler (Neml 56/Şuara 167). Çıkar yol kalmadığını gören Lut ise Tanrı’ya dua ederek kendisini ve ailesini azaptan kurtarmasını ister(Şuara 169). Tanrı Lut’un dualarını kabul eder ve İbrahim’e bir çocuğunun olacağını müjdelemek için inen iki meleği Lut’a yollar. Bu melekler onu uyarmak için görevlendirilmişlerdir; çünkü Sodom ve Gomorra için kurtuluş yolu kalmamış, kent yok edilmeye mahkum edilmiştir.
Ankebut 29:31-32 (273) “Elçilerimiz İbrahim’e müjde ile geldikleri vakit –Biz bu şehrin halkını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zalim kimselerdir- dediler. İbrahim –ama onların içinde Lut da var- dedi. Elçiler –Biz orada kimin bulunduğunu çok iyi biliriz. Onu da ailesini de muhakkak kurtaracağız. Yalnızca geride kalacaklardan olan karısı müstesnadır- dediler. Bu ayetten anlaşıldığı üzere, nedense Lut’un karısı da günahkar sayılmış ve geride bırakılarak ölüme terk edilmiştir. (Tevrat’ta ise Lut’un karısının kentleri yok edilişi sırasında meleklerin sözünü dinlemeyip geriye dönüp bakması sonucu “tuz direği” olduğu yazar. Tekvin 19:26) Tahrim 66:10 (418) “Allah kafirlere Nuh’un karısı ile Lut’un karısını misal göstermektedir. İkisi de kullarımızdan iki kulun nikahı altında idiler. Böyle iken onlara karşı hainlik yaptılar. O iki temiz kul (Nuh ve Lut) onları Allah’ın azabından hiçbir surette kurtaramadılar.” İki melek Lut’u şehirden çıkarmak için evine gelirler. Lut onların kim olduğunu sorduğunda “Biz sana onların hakkında şüphe etmekte oldukları şeyi (azabı) getirdik. Sana gerçek haberlerle geldik. Hiç şüphe yok ki doğru söyleyenlerdeniz” diye cevap verirler.
Lut gece yarısından sonra ailesini yola çıkarmalı, o da arkalarına düşmeli, arkalarına hiç bakmadan emredilen yere doğru yürümelidirler. Çünkü şehir mahvedilecektir. (Hicr 61-66) (Ve adamlar (melekler) Lut’a dediler- Damatlarını ve oğullarını ve kızlarını ve şehirde sana ait olanların hepsini bu yerden çıkar, çünkü biz bu yeri harap edeceğiz. Tekvin-19:12)Oysa bu arada melek oldukları için eşsiz bir güzelliğe sahip iki delikanlı şehrin sodomist erkeklerinin dikkatini çekmiş ve onlar konuşurken evin dışına toplanan halk iki güzel delikanlının kendilerine verilmesi konusunda bağrışmaya başlamışlardır.
Hicr 15 66-71 (170) “Şehrin halkı sevine sevine geldiler. Lut
–bunlar benim misafirimdir- dedi.
-Onlara karşı beni utandırmayın. Allah’tan korkun da beni rezil etmeyin dedi. –Biz senin misafir kabul etmeni menetmedik miydi- dediler.
Lut -Evlenecekseniz işte kızların. Onları alın- dedi.
Hud 11:77-81 (144) “Onlar dediler ki
–And olsun ki, senin de bildiğin gibi bizim senin kızlarında hiç gözümüz yoktur. Sen bizim ne istediğimiz bilirsin. Lut
–keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam dedi”.
Tekvin 19:4-9 “Fakat onlar yatmazdan önce şehrin adamları, Sodom adamları, her mahalleden gençten ihtiyara kadar bütün halk evi sardılar. Ve Lut’u çağırıp ona dediler –Bu gece senin yanına giren o adamlar nerede, onları bize çıkar ve onları bilelim. Ve Lut onlara kapıya çıktı ve arkasından kapıyı kapadı. Ve dedi –ey kardeşlerim rica ederim kötülük etmeyin. İşte benim ere varmamış iki kızım var, rica ederim onları size çıkarayım ve onlara gözünüzde iyi olana göre yapın. Ve dediler –geri çekil, bu adam garip olarak geldi ve kendisini hakim sayıyor, şimdi sana onlardan ziyade kötülük ederiz”. Erkekler kapıyı iyice zorlamaya başladıklarında Lut bir an her şeyin bittiğini ve sodomistlerin iki yakışıklı meleği ele geçireceklerini düşünür.
Çaresizdir, artık hiçbir gücün bu korkunç sonu değiştiremeyeceğini sanmaktadır ki, Tanrı elçilerinin kurtarmak için müdahale eder ve kavmin gözlerini kör ederek meleklerin kaçmasını sağlar(Kamer 37). Tekvin 19:10-11 “Ve adamlar (melekler) ellerini uzatıp Lut’u yanlarına, evin içine getirdiler ve kapıyı kapadılar. Ve evin kapısında olan adamları küçükten büyüğe kadar körlükle vurdular, şöyle ki kapıyı bulmak için yoruldular”. Melekler kurtulduktan sonra ise sıra Lut ve ailesinin kaçmasına gelmiştir. Çabuk olmaları gerekmektedir; çünkü melekler ona kentin sonunun sabahleyin geleceğini ve çok az sürelerinin kaldığını söylemişlerdir.
Hud 11:81 “Melekler –onların başına gelecek olan sabahleyin gelecek. Gün doğması yakın değil mi?- dediler. Hicr 15:65-66 (170) “Hiçbiriniz arkanıza bakmayın. Emrolacak yere doğru yürüyün. Sabaha çıkarlarken onların arkaları muhakkak kesilmiş olacaktır”. Tekvin 19:15 “Ve seher vakti olunca melekler –kalk karını ve buradaki iki kızını al, yoksa şehrin fesadı içinde yok olursun – diyerek Lut’u acele ettirdiler.” 17 “Canın için kaç, arkana bakma ve bütün havzada durma, dağa kaç yoksa telef olursun”.
Hicr 73 “Tanyeri ağarmakta iken korkunç bir ses onları yok ediverdi”. Kamer 34 “Onlara taş yığdıran bir fırtına gönderdik”.
Araf 84 “Geriye kalanların üzerine yağmur gibi taş yağdırdık”. Şuara 172-173 “Sonra geri kalanları mahvettik. Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, uyarılanlara yağdırılan yağmur ne kötüdür”. Hicr 74 “Memleketleri alt üst olur, tepelerine balçıktan yapılmış taşlar yağar”.
Yani iki kavim volkan tipi bir felaket ile yok edilir. Tekvin 19:23-25/27-28 “Ve Lut Tsoara (kaçtığı şehir) geldiği zaman güneş yer üzerine doğmuştu. Ve Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine Rab tarafından göklerden kükürt ve ateş yağdırdı. Ve o şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını alt üst etti. Ve İbrahim sabahleyin erken kalkıp Rabb’in önünde durduğu yere gitti ve Sodom ve Gomorra’ya doğru ve bütün havza memleketine doğru baktı ve gördü ve işte yerin dumanı ocak dumanı gibi çıkıyordu”.
|
|
|
NUHUN GEMİSİ GİZEMİ |
Yazar: Emka - 08-06-2016, Saat: 03:32 - Forum: DİNLER TARİHİ
- Yorumlar (1)
|
|
Bugüne kadar hiçbir din adamı, hiçbir bilim insani, hatta CIA bile, “Evet Nuh'un Gemisi'ni bulduk” demedi. Oysa, yeryüzünün her yani keşfedilmişken ve artık savaşlar bile uydulardan yönetiliyorken, bilim ve teknolojinin ulaştığı bu düzeyle, Nuh'un Gemisi de çoktan bulunmuş olmalıydı.
Dünya üzerindeki birçok kültür, Nuh'un Gemisi'nin, kendi coğrafyalarında yer alan bir dağın tepesine oturduğuna inanır. Örneğin, bu kutsal dağ Grekler için “Parnassus”, Babilliler için “Nimus”, Asurlular için “Nizar”, Hindular için “Himavat”, İnkalar için And Dağları'nın zirvesi, Aztekler ve Toltekler için “Colhuacan”, Hıristiyanlar için “Ararat” (Ağrı Dağı), Müslümanlar için “Cudi”dir. Nuh'un Gemisi söylencesine ve onun bulunduğu yere ilişkin, Tevrat ve Kuran'daki anlatımlar en yaygın inançlar olarak kabul edilmekle birlikte, Nuh'un Gemisi ve “Tufan” söylencelerinin, yalnızca Ortadoğu kökenli olduklarını öne sürmek doğru değildir. Tufan, yani insanların “günahlarindan ötürü Tanrı tarafından cezalandırıldıkları” ve bir zamanlar yeryüzünün bir bölgesini ya da tümünü suların basıp tüm yaşamın sona erdiğine, sonra yeniden başlatıldığına ilişkin inanç, gelmiş geçmiş tüm uygarlıkların söylencelerinde yer alan bir inanıştır. İskandinavlardan Mayalar'a, Çinlilerden Hopi Kızılderililerine, Sümerlerden Alaska'da yasayan Tlingit'lere dek, değişik adlarla anılmakla birlikte, tüm insan topluluklarının bir “Nuh”u, “hayvan çiftleri”, bir “Gemi”si ve tabii ki bir “dağ”ı vardır. Bu “seçilmisler”in yolculuğunun süresi ise 6 gün 6 gece ile 60 gün 60 gece ya da 52 yıl arasında değişmektedir.
Hıristiyanlar, Gemi'nin “Ararat” (Ağrı) Dağı'nda, Müslümanlar ise Şırnak ve Silopi kentleri arasında yer alan 2114 metre yüksekliğindeki Cudi Dağı'nda olduğuna inanıyor. Çünkü Tevrat'ta ve Kuran'da böyle yazıyor. Ne var ki, “Ararat” sözcüğünün “Urartu” sözcüğünden bozma olduğunu öne sürenlerden ötürü Cudi olasılığı biraz daha yüksek gibi görünüyor. Çünkü, Cudi Dağı'nın bulunduğu bölge Urartular'in bölgesi. Ayrıca, 40 gün 40 gece süren yolculuğun sonunda Nuh'un karaya gönderdiği kusun, ağzında bir zeytin dalıyla geri dönmesi de bu görüsü oldukça destekliyor. Çünkü Ağrı Dağı'nda hiç zeytin ağacı yok. Oysa Cudi Dağı'nın güney kesimleri zeytinliklerle dolu.
Çağlar boyunca dinsel inançlar ile çatışan bilimsel anlayış da bugün artık yeryüzünde büyük bir tufanın meydana geldiğini kabul ediyor. Bilim aslında mitolojik bir kavram olarak kabul ettiği Nuh'un Gemisi ile değil de, daha çok Tufan ile, yani binlerce yıl önce yasanmış büyük bir taşkın felaketi ve nedenleri ile ilgileniyor. tufanın, yani tüm zamanların en büyük su baskınının nerede olduğu açık biçimde belirlenirse, bu, yeryüzünün jeolojik, arkeolojik hatta antropolojik tarihi açısından önemli yeni bilgilere ulaşılması anlamına gelecek.
En son öne sürülen yaklaşımlara göre, günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce, buzul çağının sonlarında, buzulların erimesiyle deniz düzeyi yükselmeye ve Akdeniz'in suları, o sırada bir göl olan Karadeniz'e akmaya başladı. Bir düşleyin: Boğazlar askıda, bugünkü İstanbul Boğazı, örneğin 100 metre yükseklikte. Akdeniz'in suları Marmara ve İstanbul Boğazı üzerinden bir şelale gibi ve akil almaz bir su kütlesi durumunda Karadeniz'e boşalıyor. ABD'li iki bilim adamı Dr. William Ryan ve Dr. Walter Pitman'in ortaya attıkları bu “Karadeniz kuramı”nı destekleyen, jeoloji Profesörü Naci Görür'e göre bu şelale, bugün yeryüzünün en büyük şelalesinden birkaç yüz kat daha büyük ve güçlüydü. şelale Karadeniz'de büyük bir buharlaşmaya neden oluyordu. Ortaya çıkan ses ise kilometrelerce uzaklıktan işitilebiliyordu. O çağlarda Karadeniz kıyılarında avcılık, balıkçılık ve tarımla geçinen insan toplulukları yaşıyordu. Bu insanlar, bu olayı ve gürültüyü yaşadı. Karadeniz'in suları çok hızlı bir biçimde yükseldi ve bir günde kilometrelerce yol alarak kıyılardaki tüm yaşamı sona erdirdi. Felaketten kaçabilenler göç yolları üzerinden Mezopotamya'ya geldiler. Çünkü bu bölgenin koşulları, geldikleri bölgenin koşullarına çok benziyordu. Bu görülmemiş ve unutulmaz olayı da yanlarında getirdiler ve olay zamanla bir söylenceye dönüşerek kavimden kavime aktarıldı ve “Tufan” ve Nuh'un Gemisi” inanışı ortaya çıktı.
Peki bu durumda Alaska'da, Hindistan'da ya da Güney Amerika'da da bir Karadeniz ve bir İstanbul Boğazı var miydi? Galiba bunu araştırmak da o yörelerin bilim insanlarına düşüyor...
Ağrı Dağı'na çıkan ilk kişi olarak bilinen Hollandalı gezgin Jan Struys, 1670 yılında, dağın eteklerinde inzivaya çekilmiş bir Hıristiyan keşişe rastlamasaydı, Nuh'un Gemisi belki de hâlâ kutsal kitapların satırları arasındaki yerini sürdürüyor olacaktı. Keşiş, gezgin Struys'a, Nuh'un Gemisi'ne girdiğini söylemiş hatta Gemi'nin parçalarından kopardığını iddia ettiği bir ahşap parçasından oyulmuş küçük bir haç bile vermişti.
Resmî kayıtlara göreyse, Nuh'un Gemisi'ni aramak üzere 20 Ağustos 1829'da Ağrı Dağı'nın zirvesine ulasan ilk kişi Alman bilim adamı Frederic Parrot oldu. Parrot, Padişah 2. Mahmud ile görüşerek, Nuh'un Gemisi'nin Ağrı Dağı'nda bulunduğunu öne sürdü. Padişah biraz da şaşkınlıkla gerekli izni verdi ve Parrot, biri Rus altı Alman arkadaşı ile zirveye tırmandı. Dönüşte, Gemi'yi bulamadığını ama izlerine rastladığını açıklaması Avrupa'da ve Hıristiyan âleminde büyük heyecan yarattı.
Daha sonra, 1835'te, 1845'te ve 1846'da Rus dağcılar tırmandı Ağrı'ya. 10 Ağustos 1883 tarihli Chicago Tribune gazetesinde, bir İstanbul gazetesine dayanılarak, Nuh'un Gemisi'nin bulunduğuna ilişkin bir haber yayımlanması yine ortalığı karıştırdı. Amerika'da birbirine ardına Nuh'un Gemisi kulüpleri kurulmaya ve Amerika'dan Ağrı'ya sik sik ekipler gelmeye başladı.
1890'da zirveye ulasan ve yine bir Rus olan Milo Koseviç ise Ağrı'ya tırmanan ilk kadın olma unvanını elde etti.
1916'da Vladimir Roskovski adli bir Rus pilot, Ağrı üzerinden geçerken bir gemi kalıntısı gördüğünü iddia edince gözler bir kez daha Ağrı'ya çevrildi.
O yıllarda Ağrı'ya tırmananlar, gelecekte ne tür sorunlara ve tartışmalara yol açacaklarını kuskusuz ki bilmiyorlardı. aslında, 1921'de Sovyetler Birliği, Dağ'ın kuzey yamaçlarındaki haklarını Türkiye Cumhuriyeti'ne devretmese, 1932'de Türk-Iran sinir düzeltme işlemiyle Küçük Ağrı Türkiye sınırlarına alınmasaydı, gelecekteki sorunlar yalnızca bir ülkeyi değil, üç ülkenin yöneticilerini, basınını ve kamuoyunu, diplomatik, siyasal ve dinsel açılardan oldukça meşgul edecekti.
Milo Koseviç, Büyük Ağrı'nın zirvesine tırmanan ilk kadındı ama zirveye ulasan tek devlet başkanı olma unvanı ise Türkiye Cumhuriyeti'nin besinci cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a aitti. Sunay, kurbay binbaşı olduğu 1937 yılında bir ekiple zirveye çıkmıştı.
Adı pek duyulmamış, ansiklopedilerde ya da biyografi sözlüklerinde yer almayan bir kişi daha vardır ki, Nuh'un Gemisi araştırmacıları (onlara “gemici”, “gemi avcısı” ya da İngilizce'deki “ark” sözcüğünden ötürü “arkolojist” deniliyor), gerçekten de ona çok şey borçludurlar. 11 Eylül 1959'da, Harita Umum Müdürlüğü'nde görevli harita mühendisi Yüzbaşı İlhan Durupınar, Büyük Ağrı'nın havadan çekilmiş fotoğrafları üzerinde incelemeler yaparken Nuh'un Gemisi'ne çok benzeyen bir oluşum keşfetmişti. 135 metre uzunluğunda, 50 metre genişliğinde ve 6 metre derinliğindeki oluşum, Tevrat'ta sözü edilen Nuh'un Gemisi'ne ilişkin ölçülerle büyük bir uyum gösteriyordu. Fotoğrafların ayni yıl içerisinde Hayat Dergisinde yayımlanması dünya çapında, günümüze dek sürecek olan bir tartışmayı başlattı. (O yıllarda Hayat'ta çalışan ünlü fotoğraf sanatçısı Ara Güler, yıllar sonra, 1980'lerde astronot James Irwin ayni oluşumu ikinci kez keşfettiğinde, “Amerikalilar'a da ne oluyor? Eğer bu, Nuh'un Gemisi ise onu ilk kez biz Türkler bulduk” diyecekti.)
Ankara'daki ABD Büyükelçiliği aracılığıyla Türk Hükümeti'ne başvurarak, “Nuh Gemisi'ne ilişkin kalıntılar”ı satın almak istediklerini resmen bildirmişlerdi.
“Gemi avcıları” ile kesif gezilerinin sayısı 1960'larda artmaya devam etti. Özellikle Amerikan kökenli çok sayıda araştırma grubu, Türk hükümeti'nden Ağrı'ya çıkmak için izin istiyordu. Çıkma iznini alanlar ise genellikle eli bos dönüyordu. Bu araştırmacılardan biri olan Erly Cummings, denildiğine göre, konuyla ilgili, dünyadaki en iyi bireysel arşive sahipti. Cummings, yüzbaşı Durupınar'ın keşfettiği oluşuma ancak 1974'te ulaşabilmişti. Ayni yıl tüm “gemi avcıları”nı kötü bir sürpriz bekliyordu. Çünkü Türk yetkililer artık Ağrı Dağı'nın bulunduğu yeri, ulusal güvenlik nedeniyle “yasak bölge” ilan etmişti. O yıldan sonra gemi meraklıları, bir süreliğine Ağrı Dağı'nın uydudan çekilmiş fotoğraflarının analiziyle yetinmek zorunda kaldılar. 1984'te bölge turizme açılınca on yıl boyunca oldukça “birikim” oluşturan “gemi avcıları” birbiri ardına Türkiye'ye gelmeye başladılar. Bunların içinde en ilginç kişi kuskusuz ki Ay'a ayak basan astronotlardan biri olan James Irwin idi. Astronot Irwin, daha önceleri de, Ay'dayken “gizemli ilâhî sesler duyduğunu” söylemesiyle kamuoyunda büyük bir ilgi odağı olmuştu. Simdi de , birbiri ardına yaptığı basın toplantılarında Gemi'yi kesinlikle bulmaya kararlı olduğunu söylüyordu. Fakat asil gürültüyü, bir diğer ABD'li “avci” Marvin Steffins koparmıştı. Steffins, Gemi'ye ait olduğunu iddia ettiği parçaları, gizlice yurtdışına çıkarınca, bu kez dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem Tasçıoglu bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Kaçırılan parçaların Ağrı'nın taşından toprağından ibaret olduğunu söyleyen Tasçıoglu, 30 Ağustos 1984'te söyle konuşmuştu: “Irwin Ay'a inerken üşütmüş olabilir!.. Steffins ile öteki araştırmacılar ise para amacıyla senaryo yazmışlar...”
1986'da bu kez başka bir Amerikalı, David Fasold daha etkileyici bir iddia ortaya attı: “Herkes yanılıyor! Gemi, Ağrı'da olduğu söylenen yerde değil, daha aşağıda, Üzengili köyü yakınlarında...” Fasold, iddiasını, yine dev bir gemiye benzetilen oluşum ile de destekliyordu.
Astronotlar, CIA ajanları, “arkolojistler” (gemiciler), batık gemi çıkarmada uzman olanlar, herkes yüzyılı asan bir süredir Nuh'un Gemisi'nin pesinde. Peki ne olacak gemi bulunduğu zaman? Bunun, Akdeniz'de 500 yıl önce korsanlar tarafından batırılan herhangi bir geminin bulunması gibi bir bulunma olmayacağı açık.
Örneğin David Fasold, Üzengili (eski adıyla Mesar) köyü yakınlarında Nuh'un Gemisi'ne ait olduğunu iddia ettiği oluşumu keşfettiğinde, bakin neler olmuştu: Nuh'un Gemisi'nin varlığına ilişkin hiçbir somut kanıt olmamasına karşın Ağrı Valiliği oluşumun bulunduğu yere turistik bir kafeterya yaptırmaya başlamıştı. Üzengili köyü, Nuh'un Gemisi sayesinde hemen bir yola kavuşmuştu. Bir de küçük çaplı bir arazi anlaşmazlığı yaşanmıştı: İki Üzengili, “gemi”nin kendi arazileri içinde olduğunu iddia ederek yetkililere ayrı ayrı başvurmuşlardı. Ayni aileden olan bu kişiler “onun değil, benim!” biçiminde birbirlerine de düşmüşlerdi. Sonunda devlet olaya el koymuş ve üzerinde hiçbir bitki örtüsünün bulunmadığı kayalık arazinin, “Yapilan tahkikat sonucunda bu arazinin, vergi kayıtları kapsamında bir yer olmadığı anlaşıldı ve maliye adına tesciline karar verildi...” denilerek Hazine'ye ait olduğunu saptanmıştı.
1987'de ise Ağrı'ya tırmanmak, Türk yetkililerce tekrar yasaklandı. Yasağın kaldırılacağına ilişkin söylentiler olmakla birlikte, en azından Bütün Dünya'nın bu sayısının yayına hazırlandığı sıralarda yasak hâlâ kalkmamıştı.
Yüzbaşı Durupınar'ın Hayat dergisine verdiği ve yayımlanmasını sağladığı fotoğraflar, yalnızca Hıristiyanlar'in, Müslümanların ve “gemiciler”in değil, bir başka kesimin daha ilgisini çekecekti: Gizli servislerin. Dünya üzerinde olup biten her şeyden haberi olan CIA'nın, Nuh'un Gemisi gibi bir olaya kayıtsız kalması beklenemezdi. Ancak uzun yıllar sonra, CIA'nın, “Agri Dağı Anomalisi” baslıklı bir dosya açtığı, 1959'dan beri Ağrı Dağı'ndaki bu oluşum ile ilgilendiği ve havadan, uzaydan, uydularla, U2 casus uçaklarıyla türlü açılardan çekilmiş binlerce fotoğraflık bir arşivi olduğu ortaya çıkacaktı.
CIA'nın “sır”rı 1995'te açıklandı. Önce “Gemi'yi bulduk”, sonra da 1997'de, “Agri'da gemi yok!” dediler. Belki de türlü nedenlerle, “belirsizligin” sürmesi gerekiyordu! Tüm bunlar Yüzbaşı Durupınar'ın keşfettiği oluşuma ilişkin fotoğraflardan kaynaklanmıştı. Ancak daha 1986'da, “Jeomorfoloji Dergisi”nde Yılmaz Güner imzasıyla yayımlanan bir makaleyle; bir gemiye çok benzetilen söz konusu kabartının, jeolojide “yer akması” (“earthflow”) adıyla anılan ve buzulların kaymasıyla ortaya çıkmış, son derece doğal bir oluşum olduğu öne sürülmüştü. Bir anlamda “son nokta” işlevi taşıyan bu yaklaşımın Nuh'un Gemisi'ne ilişkin şimdiye dek yapılmış en ayrıntılı ve bilimsel çalışma olduğu kabul edildi.
Nuh'un Gemisi'ne ilişkin en taze haber ise 1999 Kasımı'nda Amerikan gazetelerinde yayımlandı. Merkezi ABD'de bulunan “Nuh'un Gemisi Derneği”nin duyurusu şöyleydi: “Türkiye'de Ağrı Dağı'nın çevresinde düzinelerce araştırma yapıldı ama kesif kanıtlanamadı. 31 Aralık 2000'e dek Nuh'un Gemisi'ni keşfedene 1 milyon dolar ödül vereceğiz.”
Kesin olan bir şey daha var ki, o da, bu Nuh'un Gemisi “işi”nden birilerinin oldukça zengin olduğu. ABD'de birçok dernek ve kulüp bulunuyor. Ülkede sıradan bir Nuh'un Gemisi konferansına, yalnızca girmek için, en düşük tarifeden 10-15 dolar ödemek gerekiyor. Konuşmacılar, her konferansın sonunda genellikle, “Mutlaka Ağrı'ya gitmeli, tırmanmalı ve Gemi'yi bulup, kutsal kitabımızda yazılanı doğrulamalıyız” demekte ve dindar insanlar da bu uğurda para bağısında bulunmaktan kaçınmamaktadır. “Gemi avcıları” her seferinde Türkiye'ye geliyorlar, fotoğraf ve filmler çekiyorlar, sonra dönüp bunları paralı konferanslarda gösterip, “Bu kez bulamadık ama gelecek yıl mutlaka...” diyorlardı. Gemi de, doğaldır ki bir türlü bulunamıyordu.
Ağrı'ya çıkışın yasaklandığı 1987'den buyana, bu “sektör”de etkinlik gösterenlerin, geçimlerini nasıl sağladıklarını insan gerçekten merak ediyor! Nuh'un Gemisi'ne ilişkin anlatımların temeli büyük dinlerin kutsal kitaplarına dayanıyor. Gemi bulunduğu zaman, dinler arasındaki çatışmalar sona mi erecek? Yeryüzünde belki de ilk kez, büyük dinlerin izleyicileri ortak bir hac yeri mi belirlemiş olacaklar?
Tüm kesimlerin görüş ve inanışlarından söyle bir ortak payda çıkartmak olası: Ortada öyle ya da böyle kötü bir olay var: Bir dinin izleyicisi olanlar, “insanlarin çok günah isledikleri” gerekçesiyle Tanrı tarafından cezalandırıldıklarını; bilim ise o yörede büyük bir sel felaketi yaşandığını, ve binlerce insanin öldüğünü savunuyor.
Ezoterik felsefenin izleyicisi olan daha başka bir kesim daha var ki; buna göre de, bir tufandan kurtulan tüm insanların ve tüm canlı türlerinin, her birinden birer çift olsa bile, bir gemiye sığmaları düşünülemeyeceğine göre, buradaki geminin bir önemli bir sembolden ibaret olduğu savunuluyor.
Eğer gerçekten yazıldığı gibi bir Tufan yasanmışsa ve “seçilmişler”, yani bizim atalarımız bir gemi aracılığıyla kurtulmuş ve yeni bir yasama başlamışlarsa, üstelik Nuh da oğullarına Tufan'dan sonra, “Bu gemiyi yok etmeyelim, insanoğlu görsün de ibret alsın” demişse ve bugün dünyada yaklaşık 4 milyar insan da buna inanıyorsa bu “gemi”, Ağrı'da ya da Alaska'da, bu dünyanın bir yerlerinde olmalıdır. Üstelik, “Gemi”ye ulaştığını iddia eden çok sayıda “gemici”, tahta, beton ya da zift gibi çeşitli “kanıtlar”a sahip olduklarını öne sürüyorlar. Bugüne kadar hiçbir din adamı, hiçbir bilim insani, hatta CIA bile, “Evet Nuh'un Gemisi'ni bulduk” demedi. Oysa, yeryüzünün her yani keşfedilmişken ve artık savaşlar bile uydulardan yönetiliyorken, bilim ve teknolojinin ulaştığı bu düzeyle, Nuh'un Gemisi de çoktan bulunmuş olmalıydı.
|
|
|
Tutankamon’un Laneti ve Gizemi Tüm Detayları |
Yazar: Emka - 07-06-2016, Saat: 18:47 - Forum: ESKİ MISIR
- Yorum Yok
|
|
Tutankhamun ya da Tutankamon (Mısırca:twt-ˁnḫ-ı͗mn, Amun`un yaşayan resmi veya Amun şerefesi adına anlamında) Mısırfiravunu. MÖ 1333-MÖ 1323 yılları arasında hüküm sürmüştür.
Hayatı
Asıl adı, Tutankhaton’dur. Tek tanrılı Aten dinini kuran, IV. Amenotep’in oğludur. Babası ölünce, başka bir anneden olan üvey kız kardeşi Ankhesenamen ile evlenerek tahta çıktı. Saltanatının ilk yıllarında, Mısır’ın eski çoktanrılı dinine dönüş yaşandı. Kendisi de Tutankhaton adı yerine Tutankhamun adını aldı. Böylece, IV. Amenhotep’in kurduğu Aten dini söndü. Tutankhamun’un çağı barış içinde geçti. Çok genç yaşta ölen bu kraldan sonra, babasına vezirlik, kendisine de küçüklüğünde naiplik yapmış olan Ay, dul kraliçe ile evlenerek tahta çıktı.
Mezarı
firavuntutankamonTutankamon’un mezarı krallar vadisi’nde yer almaktadır.Tutankhamun’un mumyası haricinde mezardan çıkarılanlar Kahire müzesinde sergilenmektedir. Mezar diğer mezarların görkemi yanında sönük kalır. Bugün bile bunun nedeni bilinmemektedir. Sanki Tutankamon aceleyle gömülmüştür. Araştırmacılara göre mezar bir soylu için hazırlanmaktaydı fakat o sırada Tutankamon ölünce aceleyle buraya gömdürüldü. Tutankamon’un mezarı iki odadan ve ilk odaya inen bir merdivenden oluşmaktadır. İlk odada bir at arabası, Tutankamon’un tahtı ve bunlar gibi Tutankamon’un hayattayken kullandığı paha biçilemez eserler bulunmuştur. Bu oda bulunduğunda, odanın Krallar Vadisi’inde yer almasından dolayı, bir mezar olması gerektiğini düşünen Howard Carter ve arkadaşları odanın duvarlarına vurarak duvarın arkasındaki boşlukları aradılar. Sonunda bir boşluk bulundu ve duvar kırıldı. Duvarın arkasındaki bir odada, yeni bir oda gibi görünen kocaman bir tahta kutu vardı. Kutu mühürlüydü. Howard Carter, mühürü -hayatında gördüğü ve göreceği en güzel şeyi- görmüştü. Bir lahtin içindeki som altından tabut mum ışığında bile parlıyordu.Howard Carter bu keşfi ile kendisine iyi bir kariyer sağlasa bile fakirlik ve unutulmuşluk içinde ölürken cenazesine bir iki kişi dışında kimse katılmamıştır.Ayrıca mezara giren kişilerin ateşli bir hastalıktan teker teker ölmesi de firavunun laneti adında bir hurafe başlatmıştır.
Ailesi
Baba: IV. Amenhotep (Akhenaton) oldu.
Anne: Prenses Kia
Kardeşleri: Smenkhkare
Eşi: Ankhesenpaaten
Oğulları: yok
Kızları: yok
Tutankhamun Laneti
Tutankamon, Mısır Hanedanı’nın 18. firavunudur. 19 yaşında aniden hayatını kaybeden genç firavun, aslında Mısır tarihinin önemli hükümdarları arasında yer almaz. Onu dünya tarihi açısından bu kadar önemli noktaya getiren olay 1922’de Krallar Vadisi’ndeki mezarlığının keşfedilmesidir. Tutankamon’u diğer firavunlardan ayıran özelliği, mezarı hiç soyulmayan ve tüm hazinesi günümüze kadar ulaşan tek firavun olmasında gizlidir. Ancak onu üne kavuşturan asıl olaylar zinciri mezarının açılmasıyla birlikte ortaya çıkan lanet dedikodularıyla başlar.
Mezar açılıyor
tutankamommezarTutankamon’un mezarı arkeolog Howard Carter’ın 1 Kasım 1922 günü Krallar Vadisi’nde hiç kazılmamış bir alan keşfetmesiyle ortaya çıkarıldı Bulduğu yerin bir giriş olduğunu fark eden Carter, kızı Lady Evelyn ile birlikte 26 Kasım’da içeri girmeyi başardı ve gördükleri karşısında hayrete düştü. Tutankamon’a ait olan bu mezar, firavunun mumyasının olduğu altın sanduka dışında paha biçilemez hazinelerle doluydu. Varlığı bile bilinmeyen bu hiç açılmamış mezarlığın keşfi bütün dünyada büyük yankı uyandırdı.
Lanet başlıyor
Ancak bu keşiften kısa bir süre sonra esrarengiz olaylar birbirini izlemeye başladı. İlk olarak Carter’ın çok sevdiği ve uğurlu saydığı kanaryası nereden geldiği belli olmayan ve Mısır hükümdarlarının simgesi olarak kabul edilen bir kobra yılanı tarafından yendi. Bu durum pek çok kişi tarafından uğursuzluk işareti olarak algılandı. Mezarlığın bulunmasından birkaç hafta sonra kazıların parasını sağlayan İngiliz Lordu Carnavron’un sağlık durumu kötüye gitmeye başladı. Kan zehirlenmesi olduğu açıklanan Lord kısa bir süre sonra vefat etti. Aynı zamanda Lord’un İngiltere’deki malikânesinde bulunan köpeği Susie’nin de ulumaya başladığı ve öldüğü söylendi. Lord’un ölümü tüm dünyada şok etkisi yaratırken lanet dedikodularını da alevlendirdi. Bu dedikoduların en temel dayanağı ise Firavun’un mezarındaki hiyeroglif yazısıydı:
”Firavunun mezarına her kim dokunursa ölümün kanatları onu saracaktır.”
Gizemli ölümler
Eski Mısır Uygarlığı büyük ilgi çeken gizemini sürdürüyor. Kazılar, arkeoloji araştırmaları sürdükçe ortaya yeni bilgiler çıkıyor. Bulunan hergizemliolumlertutankamon yeni kalıntı, bilinenleri değil, bilinmeyenleri çoğaltıyor sanki. Mısır’a yaşayan en ilginç olaylardan biri de Firavun Tutankamon’un mezarının açılmasıyla ilgiliydi. Her şey Carnavon Lordu’nun ölümüyle başladı.
İngiltere’de bir cenaze töreni
1923 yılının 30 Nisan günü İngiltere’de Hampshire bölgesinde Beacon Tepesi’nde sade bir cenaze töreni düzenlendi. Törene katılanlar heyecanlıydılar. Çünkü toprağa vermek üzere oldukları Carnarvon Lordu George Edward Stanhope gizemli bir biçimde öldürülmüştü. 3000 yıllık lanet… Herkes, Lord’un Eski Mısır’ın 18. Sülale firavunlarından Tutankamon’un lanetine uğradığına inanıyordu. Lord, bu firavunun mezarının açılması için para harcamış ve bizzat kazılara katılmıştı.
Carnavon Lordu’nun ölümünü başka ölümler izledi. Tutankamon’un mezarına girip çıkan ya da bu işe karışan birçok insan anlaşılmaz bir biçimde yaşamını yitiriyordu. Firavun Tutankamon öleli 3000 yıldan uzun süre geçmişti. Yani 3000 yıl sonrasına uzanan bir lanetten söz ediliyordu…
Lord Mısır’a gidiyor
Bu esrarengiz “mezar açma” olayını aydınlatabilmek için, işe Carnarvon Lordu’nun Mısır’a gidişinden başlamak gerekiyor. Parası bol, yapacak işi pek olmayan İngiliz soylusu Carnarvon Lordu dünyayı dolaşıyor, keyfine göre yaşıyorken,1901 yılında Almanya’da Bad Schwalbach kaplıcalarında bulunduğu sırada bir araba kazası geçirdi. Göğsü çok kötü zedelendi. İngiltere’ye döndü.
Soluk almakta güçlük çekiyordu. Bir süre tedavi gördükten sonra iyileşti. Ama özel doktoru ona tedbirli davranmasını tavsiye etti. Özellikle kış mevsimlerini soğuk İngiltere yerine, ılıman ve kuru bir iklimin egemen olduğu ülkelerde geçirmeliydi. O günlerde Mısır, Avrupalılar için çok gözde bir ziyaret yeriydi. Lüks oteller ve tarihsel kalıntılar çok sayıda turisti buraya çekiyordu. Özellikle Krallar Vadisi denilen yerde yapılan kazılara Lord büyük ilgi duydu.
Arkeolog Carter
Carnarvon Lordu Mısır’da kısa sürede eski sağlığına kavuştu. Ama Mısır’dan bir türlü kopamadı. Sanki bir şey onu dürtüyordu.
Eski Mısır uygarlığını incelemeye başladı. Yapılan kazıları izlemeye koyuldu ve bir gün bizzat kendisi bu kazılara katıldı. 1907 yılında yine Mısır’da iken yurttaşlarından arkeolog Harold Carter’la tanıştı ve onu kendisine danışman yaptı. Carter 33 yaşındaydı ve 17 yaşından beri Mısır’daydı. Birçok kazıda bulunmuş, ünlü arkeologlara yardımcılık yapmıştı. Tarihi Kalıntılar Servisi’nde çalışmış ve Krallar Vadisi’ndeki kazıları denetlemişti; ama Mısır yetkilileriyle arasında anlaşmazlık çıkınca görevinden istifa etmişti.
Carnarvon Lordu kendisine rastladığı sırada,manzara ressamlığı yaparak hayatını kazanmaktaydı. O da, nedense bir türlü Mısır’dan ayrılamıyordu. Carnarvon Lordu, ona yılda 400 İngiliz Sterlini ücret ödemeye başladı. Mısır’da mezar demek, hazine demekti. Çünkü eski Mısırlılar ölülerini, öbür dünyaya en değerli hazineleriyle birlikte gömerek uğurlardı. Lord, bulunacak bir hazine ile Carter’İn ödediği parayı kat kar çıkaracağını inanıyordu.
Arkeolog Carter, Carnarvon Lordu’nun parasıyla 15 yıl boyunca kazılar yaptı. Birinci Dünya Savaşı sırasında bile araştırmalarını sürdürdü. Bazen çok ilgi çekici bir mezar bulduğu oluyordu ama, yapılan masrafı karşılayacak bir tarihsel yapıt ya da hazine ortaya çıkmıyordu. 1922’de Lord İngiltere’deyken, Carter’a bir mektup yazarak, aralarında anlaşmayı iptal etmek istediğini bildirdi. Oysa Carter o sıralarda önemli bir mezarın izi üstündeydi. İngiltere’ye gidip Lord’u kazılarına sürdürülmesine ikna etmeyi başardı. Ekim ayında Mısır’a döndü. Kazıların yapıldığı Luksor bölgesine yerleşti. Kendisine şans getirmesi için bir kanarya satın aldı…
Carter mezarın izinde
1 Kasım 1922’de o güne kadar hiç kazılmamış bir hektarlık bir üçgende çalışmalara başlayan Carter, 4 Kasım’da çökmüş bir merdiven girişi buldu. Bir gün sonra ise,bu girişin olduğunu kesin biçimde anlamıştı. İngiltere’ye telgraf çekmesi üstüne, Lord, kızı Lady Evelyn ile birlikte Mısır’a gelerek bizzat kazılara katılmaya başladı. 26 Kasım’da,yaptıkları kazının bütün molozlarını temizlemişlerdi. Ardından sanki içeriden kilitlenmişçesine kapalı duran bir kapıyı açmayı başardılar.
İçeri ilk giren Carter oldu.Gördükleri karşısında adeta dili tutuldu. Bu çok odalı mezarın giriş odası bile hazinelerle doluydu.
Lord olayı ilk Times’a satıyor
Lord, o ana kadar harcamış olduğu paraları çıkarmak istiyordu. Mezardan ne kadar değerli şeyler çıkarsa çıksın, onlara sahip olması olanaksızdı. Çünkü Mısır hükümeti kazıyı denetliyordu. Lord, mezarla ilgili bilgileri The Times gazetesine para karşılığı sattı. Böylece İngiliz okurlar, kazı sırasında olan biten herşeyi günü gününe izlemeye başladılar.
Tutankamon’la buluşma
Lord, Carter, Lord’un kızı Lady Evelyn ve Carter’ın yardımcısı Arthur Callender ile birlikte bir gece, mezarın ana bölümüne girmeyi başardılar. Tümü gördüklerinin gerçek olup olmadığından kuşkuya düştüler. Her şey altındandı. Firavun’un mumyasının koskocaman bir altın sandukanın içinde olduğu anlaşılıyordu. Duvarlarda altın çerçeveli resimler vardı. Bunlar da firavunun ailesine aitti. Tanrı Osiris’İ sembolize eden parlak cilalı altın bir mask da duvarda asılıydı. Carter ve Lord ne bulduklarını biliyordu. Bu mezar 18. Sülale krallarından Tutankamon’undu. Tutankamon M:Ö 1346-1339 arasında bir tarihte ölmüş, o tarihten bu yana mezar hiç açılmamıştı. Varlığı bile bilinmiyordu. Carnarvon Lordu bulduklarını bütün dünyaya ilan etti. Kazı sırasında çıkan bütün molozlar temizledikten sonra resmi açılış yapıldı. Gazeteciler fotoğraflar çektiler. Olay bütün dünyaya duyuldu.
“Ölüm gelecek…”
Kazılar devam ederken ilgi çekici bir şey olmuştu. Bütün vaktini kazı yerinde geçiren Carter, kaldığı eve pek uğramıyordu. Oraya nasıl geldiği bilinmeyen bir kobra yılanı evine girmiş ve Carter’ın kafeste yaşayan uğurlu kanaryasını yiyivermişti. Kazılarda çalışan Mısır’lı işçiler inançlı kişilerdi. Bu olayı duyunca çok heyecanlandılar. Bunu bir uğursuzluk belirtisi olarak kabul ettiler. Çünkü kobra yılanı Mısır hükümdarlığının simgesiydi ve Tanrıça Vadeet tarafından korunduğuna inanılan bir hayvandı. İşçiler aralarında olayı şöyle yorumladılar: ”Yakında ölüm gelecek…”
Turistler Mısır’a akın ediyor
Tutankamon’un mezarı dünyada büyük ilgi gördü. Mısır’daki meraklılar yetmiyormuş gibi, binlerce Avrupalı turist Mısır’a akın etmeye başladı. Mezarın girişine her gün binlerce insan geliyordu. Arkeologlar, bilim adamaları, kaşifler, mezarı ve hazineleri görmek için birbirlerini eziyordu. Bazı serserilerin olay çıkardığı da oluyordu… Firavun Tutankamon’un 3000 yılı aşkın bir zamandan beri süren “ebedi istirahati” ne son verilmişti.
Lord ile Carter’in arası açılıyor
Carnarvon Lordu’u ve Carter’ın mezarı buldukları anda duydukları sevinç bütünüyle yok olmuştu. İkisi de çok sinirliydiler. Mısır hükümeti ile olan ilişkileri bozulmuştu. Carter mezarda bulunan eşyaları kaydetmek için günlerce çok kötü koşullar altında çalıştı. Bir akşam Carnarvon Lordu ile bir araya geldi ve aralarında çok şiddetli bir kavga çıktı. Lord İngiltere’ye gitti.
1923 Şubat’ında Lord’un sağlık durumu bozuldu. Anlaşılmaz bir biçimde dişleri döküldü. Ateşi bir yükseliyor bir düşüyordu. Mart ayı başında Mısır’a döndü ve bir süre için durumu düzeldi. Ama daha sonra yeniden kötüleşmeye başladı. Ailesi Mısır’a geldi hemen. 26 Mart günü Carnarvon Lordu’nda kan zehirlenmesi olduğu resmen açıklandı. 4 Nisan günü Kahire’de Continental Svoy Oteli’de komadaydı. Ertesi sabah saat 2’de tüm hastalığı boyunca yanından ayrılmayan İngiliz hasta bakıcı , Carnarvon Lordu’nun öldüğünü bildirdi.
Tam o anda oteldeki ışıklar titredi ve söndü. Otelin penceresinden dışarı bakanlar bütün Kahire’de elektriklerin kesildiğini gördüler. Kentte elektrik kesintileri çok sık olmakla birlikte Lord’un öldüğü andaki arıza için hiçbir açıklamada bulunulmadı. Aynı saatlerde Lord’un İngiltere’deki şatosunda bulunan İskoçyalı kahya da dehşet içinde irkildi. Lord’un köpeği titriyor ve uluyordu, biraz sonra da öldü.
“Mezara dokunana ölüm…”
Lord’un ölümü bütün dünyada şok etkisi uyandırdı. Gazeteler Firavun Tutankamon’un mezarında bulunmuş yazılardan söz ediyorlardı. Eski Mısır yazısıyla yazılmış olan bu yazılardan biri şöyle diyordu:
“Mezara dokunanlara ölüm gelecektir”
Bazıları da mezarda başka uyarıların bulunduğunu ileri sürdüler. Bunlardan biri şöyle idi: “Ölüm, firavunların huzurunu bozanı kanatlarıyla katledecektir” Arkeolog Carter ise Tutankamon’un mezarında bu türden bir lanetin bulunmadığını söyledi. Onu rahatsız eden bir tek şey vardı. Mezarın altın sandukasının önünde bir lamba bulmuştu. Bu lambanın üstünde şöyle yazıyordu: “Gizli odaya girilmesini önleyeceğim. Benim görevim ölüyü korumak.”
Firavun Tutankamon’un mezarını ziyaret eden arkeolog ve turistlerden bazıları da kısa bir süre sonra hastalanarak öldüler. Mezarın iç odalarından birinin açılışında bulunan kişilerden biri olan James Henry Breasted, ateşli bir hastalığa yakalandıysa da mezarda çalışmayı sürdürdü. 70 yaşında kadar, yani 12 yıl yaşadı. Amerikalı Milyarder George Jay-Gould, mezarı ziyaret ettiği gün ateşlenerek aniden öldü. Arkeolog Carter’ın yardımcılarından biri olan A.C.Mace, ateş nöbetlerine tutulunca işi bıraktı ve 1928’de öldü. Bir başka yardımcısı Richard Bethell, 45 yaşında kan dolaşım yetersizliğinden( !) öldü.
Bütün bu ölümler makul ve doğal nedenlerle açıklanır mı? Havalanan tozda bakteriler olduğu ileri sürüldüyse de bilim adamı Alfred Lucas, bazı bakteri örneklerini inceledi. Bunlardan bir tanesi dışında, aşağı yukarı tümünün zararsız olduğunu açıkladı. Bir süre, mezar duvarlarını kaplayan mantarın bir alerjiye neden olduğu sanıldı. Ama bu konuda da bir kanıt getirilemedi. Eski Mısır’lıların çok etkili zehirler ürettikleri biliniyordu. Açılan tüm mezarlarda böyle zehirler arandı. Ama bulunamadı…
Ölümlerin Arkası Kesilmiyor
Firavun Tutankamon’un mezarına ilgi gösterildikçe ölümler de sürüp gidiyordu. Kahire’de Carnarvon Lordu’na bakan İngiliz hemşire 1926 yılında 28 yaşında doğum yaparken öldü. New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nin temsilcisi Herbert Winlock Mısır’a geldi. Firavun Tutankamon’un mezarı yüzünden öldüğü sanılan insanların bir listesini yaptı. Kahire Üniversitesi’nden Dr.İzzettin Taha, yıllar sonra konuyla bilimsel olarak ilgilendi.
Arkeologların ve müzelerde çalışanların ciğerlerinde mantar hastalıkları olduğunu buldu. Eski mezarlara girmiş olanların da bu hastalıktan ölmüş olabileceğini ileri sürdü. Kısa bir süre sonra Kahire‘den Süveyş’e giderken, düz yolda kullandığı araba karşı yönden gelen bir arabayla çarpıştı. Yapılan otopside Dr.Taha’nın çarpışmadan saniyeler önce solunum yetersizliğinden öldüğü ortaya çıktı… Tutankamon’un mezarının kalıntılarını 1972’de Londra’da ve daha sonra da Amerika’da sergilenmesinde de gizemli ölümler meydana geldi. Bunlardan en üzücü olanı, Mısır Eski eserler Bölümü Müdürü Dr.Gamaleddin Mehrez’in ölümü idi. Mehrez, bütün bu gizemli ölümlerin, kuşkusuz kişiyi tedirgin edebileceğini, ama lanete kesinlikle inanılmaması gerektiğini söylemişti.
”Bakın bana” demişti, ”Bütün yaşamım boyunca mezarlar ve mumyalarla uğraştım. Bütün bunların bir rastlantı olduğunun en büyük kanıtıyım” Bu sözlerin üzerinden dört hafta sonra, sergilenecek eserler Londra yolundayken, 52 yaşında öldü.
Lanet devam ediyor
Sergilenecek eserleri Londra’da götüren RAF uçağının başteknisyeni Ian Lansdown, bilinmeyen bir nedenle, Tutankamon’un ölüm maskesinin bulunduğu kutuyu tekmelemişti. İki yıl sonra aynı bacağı garip bir kazada kırıldı. Mürettabattan başka kişiler de beklenmedik şekilde öldüler. Başka bir olay da,1980’de “Kral Tutankamon’un laneti “ adlı tv filminin çekimi sırasında ortaya çıktı.
Mısır’da çekimin birinci günü tahıl yüklü bir araba bilinmedik bir nedenle devrildi ve filmin yıldızı Ian McShane’in bacağının 10 yerden kırılmasına neden oldu. Ian McShane’nin yerini Robin Ellis aldı, ancak başka yıldızlar yapıma katılma teklifini reddettiler. Belki de Tutankamon’un laneti, bir hileden ibaretti. Belki de halkın inançları böyle bir olayı yaratmıştı. Ya da ,Tutankamon, mezarında rahatsız edilmeden bırakılmalıydı.
Bütün bu ölümlerin ardından mezarlarda zehir üreten bir tür bakterinin olabileceği iddia edildi ancak buna bir kanıt getirilemedi.
Ölümler devam ediyor
Lanet söylentileri Tutankamon’un mezarına olan ilginin artmasıyla yıllar boyunca devam etti. Özellikle Tutankamon’un mezar kalıntılarının 1972’de Londra’da ve daha sonra Amerika’da sergilenmesi sırasında da gizemli ölümler meydana geldi. Bunlar arasında en üzücü olanı, Mısır Eski Eserler Bölümü Müdürü Dr. Gamaleddin Mehrez’in ölümüydü. Mehrez, bütün bu gizemli ölümlerin, kuşkusuz kişiyi tedirgin edebileceğini, ancak lanete kesinlikle inanılmaması gerektiğini söylemişti. Bu sözlerin üzerinden dört hafta geçtikten sonra, 52 yaşında hayatını kaybetti. Bütün bu yaşanan olaylar üzerine aradan geçen yıllara rağmen, Mısır’ın en genç firavunlarından Tutankamon’un mezarı hala gizemini koruyor.
Mezarındaki inanılmaz zenginlik bulunduğu halde Tutankamon (MÖ: 1361-1352) hala hakkında en az bilgi bulunan firavundur. Tahta çıkma hakkını, ünlü kral Akhenaton (MÖ.1379-1362) ile kraliçe Nefertiti’nin kızı Prenses Ankhesenpaaten’le evlenerek elde etmişti. Tutankamon’un ebeveyninin kimler olduğu konusunda, bazı uzmanlar bu firavunun, ”Akhennaton’un Nefertiti dışında bir kadından olan oğlu” tezini ileri sürüyorlar. Bazı uzmanlara göre de Tutankamon, Akhenaton’un babası III. Amenofis’in (MÖ.1417-1379) birinci karısı Tiy’den doğmuştur. Kesin olan, Tutankamon’un III.Amenofis ve Akhenaton’şa akraba ve soylu olduğudur. Dokuz yaşında tahta çıkan ve adı 12 yaşına kadar “tutankaten” olan Tutankamon (Güneş tanrısı Amon’un yaşayan temsilcisi) krallar arası savaşlarını en yoğun olduğu dönemde doğmuştu. Kralların fethettikleri toprakların genişlediği ve komşu ülkelerden de altının ülkeye aktığı bu dönemde Mısır, dünyanın en zengin ülkesiydi Firavun vaktini, daha çok yönetimin bulunduğu Memphis’le geçiriyordu ama Mısır’ın başkenti Teb şehriydi. Tutankhamon’un tahta çıktığı sırada Mısır’ın bütün tapınakları bakımsızlıktan kırılıyor.
Yönetimdeki karışıkların önü alınamıyor, Suriye’ye düşmanla çarpışmaya giden ordu sürekli yeniliyordu. Tutankamon “babası” Amon’un Ptah’ın ve diğer tanrıların altın heykellerini yaptırdı, çözülmüş olan rahiplik kurumlarını düzenledi, tapınakların hazinelerine büyük bağışlar yaptı.
Akhenaton Güneş tanrısı Aton’a bağlı tek tanrılı bir düzen kurdu ve Mısır’lıları diğer tanrıları bırakmaları için zorladı. Başkenti Teb’den, Akhetaton(şimdiki Amarna) ya taşıdı. Firavun Akhenaton’un tersine “Eski Rejim”i canlandırdı ve III. Amenofis zamanında bitirilmemiş olan anıtların tamamlanması işine girişti. Bu işlerin arasında Luxor tapınağı da vardır. Bugün, Tutankamon’un tahtta kaldığı dokuz yıl boyunca askeri bir harekata katılmadığı düşünülüyor. Sadece keşif için general Horemhem komutasında Filistin’e ve Lübnan’a asker gönderdiği sanılıyor.
Tutankhamon 19 yaşındayken aniden öldüğü için geride vasiyet bırakmamıştır. Kafatasında sol kulağın arkasında tahribat bulunduğu için, ölümünün bir kaza sonrasında olduğu sanılıyor. Ancak, şu anki Mısır bilimcilerin ürettiği senaryolara göre Tutankamon’un generali Horemheb, iktidarı ele geçirmek için Tutankamon’un kafasının arkasına sert bir cisim ile vurmuş ve ölümüne neden olmuştu.
Mezarının yanında bulunan iki küçük tabuttaki ölü doğmuş bebeklerin, Tutankamon’la çok sevdiği eşi Ankesenamun’un çocukları olduğu sanılıyor. Bunun yanısıra hayvan mumyaları da bulunmuştur. Tutankamon’un mezarında bulunan lambada ise gün ışığı ile birşey görülmeyen, ancak zifiri karanlıkta görülebilen, ikisinin burun buruna figürleri bulunmaktadır. Tutankamon’un ölümünden sonra, tahta çıkan General Horemheb, Tutankamon’un tapınaklarını kendisine aldığı gibi, onun aldığı gibi, onun adını da unutturmak istemiş, ama bilinmeyen bir nedenle Tutankamon’un lahdine dokunmamıştı.
Bunun, kendisinin işlediği cinayeti dikkat çekmemek üzere örtbas yöntemlerinden biri olduğu söylenebilir. İşte bu lahit,1922 yılında Lord Carnarvaon ve Howard Carter adlı iki İngiliz ejiptolog tarafından bulundu. Tam 3000 yıl sonra Horemheb’e ilginç bir oyun oynamış, sonunda yine Tutankamon üne kavuşmuştu.
|
|
|
İnsan Beyni'ni Geliştiren ET'mi Yoksa Nişasta'mıydı? |
Yazar: Emka - 07-06-2016, Saat: 16:59 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Hayvanları öldürmekten ve yemekten vazgeçmek istemeyenler -belki vicdanları kendilerini rahatsız ettiğinden- et yemelerini kendilerine mazur gösterecek bahanelere sığınırlar. Bu özürlerin başında “insanların evrimsel süreçte ağırlıklı olarak etle beslendiği ve etin beyni büyüttüğü” iddiası vardır. Olayı “orangutanlar ot yediği için aptallar, biz insanlar et yediğimiz için akıllıyız” basitliğine indirenler bile var.
Önce bir konuya açıklık getirelim; evrimsel süreçte hiç et yemedik, hep bitkilerle beslendik demiyorum. Atalarımızın “et” de yediler ancak büyük ölçüde bitkisel beslendiler, “et” tüketimi muhtemelen aynı günümüz şempanzelerinde olduğu gibi toplam kalori ihtiyacının % 5’ini geçmedi . Bu yüzden insanlar evrimsel süreçte etçil miydi yoksa otçul muydu diye sormak yerine “İnsanlar et ağırlıklı mı besleniyorlardı yoksa bitkisel ağırlıklı mı besleniyorlardı?” diye sormak daha doğru olur. Et yemeyi sevenler bu soruya “et ağırlık besleniyordu” cevabını veriyor ve buradan yola çıkarak: “Bizi mazur görün, evrimsel süreçte atalarımız et yediği için biz de et yiyoruz, siz de afiyetle yiyin” demeye getiriyorlar. Oysa işe evrimi katmadan “İnsanlar geçmişte bitkisel besleniyor olabilir, biz “Thomas Hobbes'un tanımıyla "pis, zalim ve kısa" hayatlar yaşayan canlılar olduğumuz için” kendimize hakim olamıyoruz” deseler tartışma bitecek.
NEDEN YANILIYORLAR?
İnsanların evrimsel süreçte et ağırlıklı beslendiğinin sanılmasının pek çok nedeni var. Birincisi çocukluğumuzdan beri aldığımız eğitim. Taş devri veya ilk insanlar deyince aklımıza hemen ellerinde mızraklar file hücum eden veya ateşin başında bir elindeki budu ısırmaya çalışan saçı sakalı birbirine karışmış vahşi adamlar geliyor.
Bu resimlerin her kitapta karşımıza çıkmasının nedeni bu tür canlandırmaların daha heyecanlı, daha ilgi çekici olmasıdır.
Oysa insanoğlu milyonlarca yıl boyunca avcı değil iyi bir avdı. Yırtıcılardan korunmak için mağaralarda saklanıyor, imkan bulduğumuzda bağırsaklarımızda kurtlar, saçlarımızda bitler etrafta yiyecek arıyorduk.
Et ağırlık beslendiğimizin düşünülmesinin ikinci bir nedeni eski insan fosillerinin yanında bolca bulunan hayvan kemiği fosilleridir. Bitkisel atıkların birkaç yıl içinde toprağa karışmasına karşılık kemikler uygun ortamda birkaç yüz yıl bozulmadan kalabilir. Maalesef yaşam alanlarında bulunan her kemik fosili, örneğin bir mamut fosilinin yanında bulunmuş keskin bir taş “Ben dememiş miydim, insanlar sabahtan akşama et yiyor” şeklinde bir yargıya dönüşmekte, hayal gücü kuvvetli olanlar buradan yola çıkarak “et yedik beynimizi ondan büyüdü” sonucuna varabilmektedirler.
BEYNİ ET BÜYÜTMEDİ ÇÜNKÜ:
1-İnsan beyninin büyümesinin yediği bir besin maddesine bağlı olduğunu kabul edeceksek bu besin maddesinin hayvanların yemediği buna karşılık insanların yediği bir şey olması gerekir. Beynin büyümesi etle olsaydı, gerçek birer etçil olan hayvanların (aslan, kaplan) bizden daha büyük beyinli olması gerekirdi. Oysa insan beyni 1200-1450 gramken sadece etle beslenen aslanların beyni 260 gramdır. Aynı farkı hayvanlar arasında da görmeyi beklerdik yani daha çok et yiyen hayvanların beyni az yiyenlerden büyük olmalıydı. Oysa durum öyle değil, örneğin tamamen et yiyen kutup ayılarının beyinleri, meyveyi ve balı çok seven gri ayıların beyinlerinden büyük değil. Aynı şekilde ormanda ot yiyen gorilin beyni (500 gram) savanda et yiyen aslanın beyninden büyük. Sadece bitkiyle beslenen fillerin beyni bizden büyükken balıkla beslenen kutup ayılarının beyni 500 gramı geçmez. İnsan topluluklarına baktığımızda da aynı durumu görürüz. Papua New Guinea’da yaşayan insanlar enerjilerinin % 90’ını sadece patatesten almalarına ve –ihmal edilebilecek kadar az miktarda- hayvansal gıda yemelerine (günlük yağ alımı 6 gramın altındadır) rağmen beyinleri et ağırlıklı beslenenlerden küçük değildir, sağlıklı beyinlere ve akıllı çocuklara sahiptirler.
2- Son zamanlarda gündeme getirilen etin yüksek kalorili olduğu için beyni büyüttüğü iddiası da doğru değildir çünkü et yüksek kalorili olsa da beyin için iyi bir enerji kaynağı değildir. İnsanların diğer primatlara göre daha çok kalori tükettiği doğrudur. Metabolizma hızımız ve yağ depolama kapasitemiz de onlara göre daha yüksektir. Şempanzelere kıyasla 400, gorillere kıyasla 635 ve orangutanlara kıyasla 820 kalori daha fazla yakarız. Buna karşılık aldığımız toplam kalorinin % 20’sini, aldığımız tüm nişasta ve şekerin % 60’ını tüketen beynimiz yakıt olarak protein değil glukoz kullanır. Oysa et iyi bir glukoz kaynağı değildir, yağ asitleri glukoza çevrilirken % 53’lük bir enerji kaybı ortaya çıkar. Neden beyin yakıt olarak kullandığı glukozla (nişastayla) değil de etle büyümüş olsun ki? Bu kaloriyi etten değil her zaman kolayca bulabileceğimiz zengin bir besin kaynağından almış olmamız daha büyük bir ihtimaldir. İnsan vücudu nişastalı bitkileri ete göre 20 misli daha kolay hazmeder ve nişastalı kök bitkiler ormanda, savanda her yerde bol miktarda bulunur. Bu yüzden beynimizi et değil, pişirme işleminin yaygınlaşması ile nişastalı kök bitkilerin daha çok tüketilmesi ve beynin ihtiyacı olan şekerin daha rahat karşılanması büyütmüştür. Önemli sayıda bilim adamı (Lieberman ve ark, Wrangham ve ark.) australopitecines ve erken dönem homosapienslerin ağırlıkla nişastalı kök bitkilerle (underground storage organs) beslendiklerine düşünmektedir.
Afrika toprak altında yetişen kök bitkiler açısından halen de çok zengindir ve Aka kabileleri gibi pek çok topluluğun besin ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Beş Afrika savanında 101 çeşit nişastalı kök bitki vardır. Ormanın dışındaki düzlüklerde yetişirler ve yarıya yakınını pişirilmeden yenilebilmektedir.
3- İnsan beyninin büyümeye başladığı tarih ve büyüme eğrisi beynin büyümesinin etle değil “ateş ve pişirme” işlemiyle ilintili olduğunu göstermektedir. İnsan beyni 1.8-2 milyon yıl önce büyümeye başladı. Bilim adamları bilinçli pişirmenin de 1.8 milyon yıl önce başladığını saptadılar. Gördüğünüz gibi zamanlama olarak insan beyninin büyümesi et yemeyle değil ateşin bulunması ve pişmiş gıdaların farkına varılmasıyla uyumludur.
Ateşi kullanan ve pişirmeyi öğrenen tek memeli insandır. “Neden insanın beyni büyüdü de diğer primatların beyni büyümedi?” sorusunun cevabı da buradadır: Biz orman yangınlarından sonra toprağın altında daha kolay yenen, daha çok enerji veren pişmiş kök bitkiler olduğunu fark ettik ve onlardan faydalandık, goriller ve orangutanlar fark edemediler. Dr. Karen Hardy ve arkadaşları The Quarterly Review of Biology dergisinde yayınlanan çalışmalarında ateşin bulunmasıyla pişirilen nişastalı kök bitkilerin beynin gelişimini olumlu yönde etkilediğini açıklayarak nişastalı kök bitkiler, yeşillikler ve ormanlardaki ceviz başta olmak üzere kabuklu kuru yemişlerin beynin büyümesinde etkili olduğunu gösterdiler. Toprak içinde uzun süre bozulmadan kalan, istenildiği zaman sökülüp yenilebilen kök bitkiler yüz yıllar boyu en kıymetli besin kaynaklarımız oldu. Nişastadan faydalanma yeteneğimizi zamanla daha da geliştirerek kök bitkilerin yanında tahılları da beslenmemize kattık, dişlerde saptanan mikrofosiller Neandertallerin bundan 30.000 yıl önce pişirilmiş buğday yediğini göstermektedir.
5- Kendinizi ormanlık / çayırlık bir alanda, savanda yaşarken hayal edin. Elinizde bir sopa veya ucu keskinleştirilmiş bir taştan başka silah olmasın. Bir darbede sizi tepeleyecek domuzların peşinde mi koşarsınız yoksa ağaçtan yere düşmüş cevizleri, çalılıktaki böğürtlenleri mi toplamayı mı tercih edersiniz? Düşünün ki günümüz şempanzeleri mızrağın ucunu sivriltmeyi akıl edemiyorlar. Bizim de taştan balta yapmamız için milyonlarca yıl geçmesi gerekti. Arkeolojik kazılar taştan yapılmış ilk ok başlarını 10–15 bin yıl önceye tarihler. Demirden ok başları en fazla 10 bin yıl geriye gider. Takdir edersiniz ki organize bir birlik kuramadığınız takdirde elinizde bir sopa ile bir yaban keçisi bile yakalayamazsınız. Bir bizon sürüsünün peşine düştüğünüzü düşünün, hiçbiri size av olmaz. Kırk yılın başında hasta veya sakat bir hayvan yakalasanız bile etraftaki aslan, kurt, sırtlan gibi sizden yırtıcı ve becerikli avcılar yemi size bırakmazlar. Araştırmalarda yukarı paleolitik döneminin sonunda önce büyük av hayvanlarının önemli miktarda avlandığına dair hiçbir kanıt bulunamamıştır. Antropolog Kristen Hawkes günümüzde yaşayan avcı kabilelerde bile erkeklerin büyük bir hayvanı öldürme şanslarının oldukça düşük (ancak yüzde 3 civarında) olduğunu göstermiştir. Yüz kere ava çıkıyorsunuz ve ancak üçünde etle birlikte dönüyorsunuz ve beyniniz etle büyüyor öyle mi?
Yuval Noah Hararı, “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” isimli eserinde beynin gelişiminde pişirmenin katkısını çok güzel özetliyor: “Yemek pişirmenin icadı insanların daha çeşitli besinler yiyebilmesini, yeme işlemini daha kısa sürede yapabilmesini, ayrıca daha kısa bağırsak ve daha küçük dişlerle idare edebilmesini sağladı. Bazı araştırmacılar yemek pişirmenin icadıyla insanların sindirim sisteminin kısalması ve beyinlerinin büyümesi arasında doğrudan bir bağlantı bulunduğuna inanıyorlar. Uzun bağırsaklar ve büyük beyinler çok ciddi enerji tükettiklerinden, ikisine birden aynı anda sahip olmak çok zordur. Yiyecekleri pişirme, bağırsakları kısaltıp enerji tüketimini azaltarak, Neandertallerin ve Sapiens’lerin devasa beyinlerinin önünü açtı.
6- Beynimizin etle değil nişastayla büyüdüğünün ve bitkisel ağırlıklı beslendiğimizin en büyük delillerinden biri, tükürükte bulunan ve pankreas bezimizin salgıladığı çok sayıdaki (6-15 adet) nişasta parçalayıcı enzimlerdir. Bu enzimler akrabamız primatların tükürüğünde çok daha az sayıdadır (2 adet). Bu enzimlerin evrimsel süreçte pişirilme işleminin başlaması ve yayılması ile ortaya çıktığı düşünülüyor. Çiğ nişastanın pişirilmesi, tükürükteki amilazın daha iyi iş görmesi ve yiyeceklerin daha iyi hazmedilmesi, beynin ihtiyacının daha iyi karşılanması anlamına gelir (14,15). Pişmiş bir patatesin enzimatik emilimi çiğ patatese göre 20 misli artar. İşte bu yüzden ateşin ve pişirmenin keşfi sonucu nişastanın kolay emilebilir ve hazmedebilir hale gelmesi beynin büyümesinde en büyük etken olmuştur.
|
|
|
MAJİ İLE İNSANLARA HÜKMETMEYE BAŞLAYIN |
Yazar: Emka - 07-06-2016, Saat: 14:53 - Forum: MAJİ
- Yorum Yok
|
|
İçinde metal olmayan boş bir oda bulun . Odanın içinde , ses getiren aletler de olmamalı yani radyo , televizyon gibi şeyler . O gece mutlaka yalnız olmalısınız . Telefonlarınızı kapatmanız gerekmektedir . Rahat ve uygun odayı bulup , üzerinize rahat kıyafetler giydikten sonra odanın tam merkezine oturun . Işıklar sönmüş olmalı . Tek bir mumu ışık kaynağı olarak kullanmak yeterli olacaktır . Gece yarısı olduğu an merkeze oturun ve karşıdaki boş duvara televizyon izlermiş gibi bakmaya başlayın . Dikkat edin , gözünüz başka yere kaymasın . Belli bir zaman sonra duvarda enerji yoğunluğu olmaya başladığını hissedeceksiniz . Duvara bakmaya başladığınız andan itibaren zikir yapar gibi ENDU VENA ENDU kelimelerini arka arkaya mırıldanır gibi söylemeniz gerekmektedir .
Yedi gün boyunca , gece yarısından sabah gün doğana kadar bu işlemi yapın ve sabah olduğunda kesinlikle uyumayın . Hemen günlük hayatınıza başlayın . Yedi gün boyunca uykusuz kalmayı göze almanız gerekmektedir . Tutarlı şekilde bu işlemi yedi gün boyunca yaptıktan sonra , gücünüzün yükseldiğini hissedeceksiniz . Yedi gün sonra , yedi gün ara verin ve tekrar yedi gün aynı işlemi tekrarlayın . Yaklaşık üç ay sonra , enerji boyutlarınız değişmeye başlayacaktır . Beden diliniz ve ses renginiz büyük savaşçı ATTİLA gibi olmaya başlayacaktır.
Üç ay sonra ikinci aşamaya geçin ; Buna göz eğitimi de diyebiliriz . Çok büyük bir mum alın merkezde oturduğunuz yere , önünüze koyun . Gece yarısından başlayarak sabaha , gün ışıyana kadar aynı sessiz ve insansız ortamda mum ışığına gözleriniz kaydırmadan bakın . Birer hafta ara ile üç hafta aynı işlemi tekrarlayın . Artık beden enerjiniz de savaşçı ATTİLA gibi olmaya başladı . Daha fazla bir şey yapmanıza gerek yok . Tüm çakralarınız açılmış oldu , insanlar üzerinde hükmetmeye başlayın .
Güçlü enerjiniz diğerlerini etkilemeye başlıyacaktır . İnsanlar hükmetme gücünü aynı zamanda taşlardan ve metallerden de alırlar . Bu işin metali titanyumitaşı ise siyah safirdir . Siyah renkli işlenmiş ya da işlenmemiş safir bir taş üzerine VEHLİ kelimesini kazdırın . Bu taşı titanyum metalinden yapılmış bir yüzüğe mıhlatın ve sol elinizin yüzük parmağında bu yüzüğü taşıyın . Taş sihirli bir etki yaratarak , etkinin manyetik gücü bulunduğunuz ortamda bulunan insanların sizin otoritenize boyun eğmesini sağlayacaktır .
|
|
|
ECKHART TOLLE - BEDENİN ZİHNİNİZE TEPKİSİ |
Yazar: Mutlakguc - 07-06-2016, Saat: 13:23 - Forum: ECKHART TOLLE
- Yorum Yok
|
|
Ben zihin derken. bu sözcükle sadece düşünceleri kastetmiyorum. O aynı zamanda sizin duygularınızı ve tüm bilinçsiz zihinsel-duygusal tepki kalıplarınızı da içerir. Duygu zihnin ve bedenin buluştuğu yerde ortaya çıkar. O bedenin zihninize gösterdiği tepkidir, ya da buna, zihninizin bedendeki bir yansıması da diyebiliriz.
Düşüncelerinizle, hoşlandığınız ve hoşlanmadığınız şeylerle, yargılarınızla ve yorumlarınızla daha çok özdeşleştikçe, yani izleyen bilinç oldukça orada daha az mevcut oldukça, siz bunu farkında olsanız da olmasanız da, duygusal enerji birikimi daha güçlü olacaktır. Eğer duygularınızı hissedemezseniz, eğer onlarla bağlantınız kesilmişse, en sonunda onları fiziksel düzeyde bir hastalık ya da hastalık belirtisi olarak deneyimlemeyeceksinizdir.
Kendinize şunu sormayı alışkanlık haline getirin; Şu anda içimde ne olup bitiyor? Bu soru size doğru yönü gösterecektir. Ama, onu analiz etmeyin. Sadece izleyin. Dikkatinizi içinizde odaklayın. Duygunun enerjisini hissedin. Bir duygu mevcut değilse, dikkatinizi daha derinlere, bedeninizin içsel enerji alanına yöneltin. O, var'lığa açılan kapıdır.
|
|
|
Çapalama Yöntemi |
Yazar: Spiritüeller - 07-06-2016, Saat: 00:33 - Forum: NLP
- Yorum Yok
|
|
Oldukça sinirli bir anınızda, yanınızdan geçen bir arabadan geçmiş zamanda kendinizi mutlu hissettiğiniz bir anda çalan, o şarkıyı duydunuz. Evet o şarkı size eski mutlu bir gününüzü hatırlattı. O mutlu anı hatırladıkça sakinleştiniz... NLP'de buna çapalama denir. İşte çapalama yöntemi ve nasıl yapıldığı hakkında bilgiler...
NLP’de Özel Bir Teknik: Çapalama
İstanbul’da akşam saat 18.00 da işten çıktınız ve aracınızla trafiğe yakalandınız. Hava inanılmaz sıcak, siz yorgunsunuz, mideniz açlıktan gurulduyor. Tampon tampona trafikte stres altındayken radyoyu açtınız ve bir şarkı çaldı. Geçen sene eşinizle gittiğiniz tatilde kumsalda keyif yaparken dinlediğiniz o mükemmel şarkı. Bir anda bütün ruh haliniz değişti, trafikteki stresiniz yerini kocaman bir gülümsemeye bıraktı. İşte bu çapalama mucizesi!
Bugün günlük yaşamınızda kullanabileceğiniz, size ve sevdiklerinize çok faydası olacağını düşündüğüm basit bir NLP tekniğini anlatmak istiyorum. Tekniğimizin ismi “Çapalama.” Konu hakkında bilgi vermeden önce NLP nedir ve nasıl işler kısaca değinelim.
NLP nedir?
“NLP” İngilizce ismiyle “Neuro Linguistic Programming” Türkçe karşılığı ile “Algısal Davranış Kontrolü.” ya da “Sinir Dili Programlaması.” Terim içeren ifadeler kullanıldığında konu bir doktora programını anımsatsa da aslında “NLP” ve barındırdığı teknikler oldukça basit. Çoğu zaman farkında olmadan kullandığımızı bile söyleyebilirim. NLP insanların daha iyi olabilmesi üzerine tasarlanan bir yöntemler bütünüdür. 70’li yıllardan başlayarak üzerinde çeşitli deneyler yapılarak günümüze kadar gelmiştir. Bizim bugün bahsedeceğimiz “Çapalama Yöntemi” ise NLP uygulamaları arasında en popüler olanlarından biridir.
Çapalama Yöntemi
Çapalar bizi olumlu ya da olumsuz ruh hallerine sokabilecek bağlantıları ya da hatıraları ateşler. Görme, duyma, dokunma, koklama ve tat alma olarak beş duyu organımızı kullanırız. Dünyayı algılamamızı sağlayan bu duyularımız aynı zamanda bilinçaltımıza olayları ve durumları kaydeder. Örneğin makasla el işi kesimleri yapan bir çocuk yanlışlıkla parmağını keser ve hastanede parmağına dikiş atılırsa, bu çocuk görme ve dokunma duyularıyla hissettiklerini bilinçaltında “makas tehlikeli bir alettir” şeklinde kodlayabilir. Bu kaza olmadan önceki süreçte makas hakkında olumsuz bir düşünceye sahip olmayan çocuk, kaza sonrasına makastan korkan, sevdiği el işlerini yapmaya çekinen bir ruh haline bürünebilir. Böyle bir durumda çocuk ne zaman makas görse kazayı hatırlayacak ve makası eline almaktan çekinecektir. Bu bir çapalama örneğidir. Yaşanan kaza sonucunda çocuk makas hakkında olumsuz bir düşünceye girmiştir. Obje olarak makas, çocuk ne zaman görse onda görsel bir alarmı tetikleyecek, belki de parmağında bir ağrı hissi bile uyandıracaktır. Algılar bireyin bilinçaltındaki olumlu ya da olumsuz kayıtları açığa çıkartabilir. Bu çocuğun makasa karşı olan korkusunu engellemek için başka bir duruma çapalama yapılabilir. Mesela çocuğun çok mutlu olarak yaptığı daha önceki el işi çalışmalarından birini ona gösterip, bu kesimi yaparken neler hissettiğini, nasıl iyi duygular içerinde olduğunu düşünmesini sağlayıp yeniden makas hakkında olumlu kodlar bilinçaltına kaydedilebilir. Başka bir örnekle çocuğun ileri vadede mesleki yönden terziliğe ya da berberliğe ilgi duyması makasla arasındaki olumsuz tohumları otomatikman değiştirecek yerine yenilerini ekecektir.
Çapalama Nasıl Yapılır?
İstanbul’da akşam saat 18.00 da işten çıktınız ve aracınızla trafiğe yakalandınız. Hava inanılmaz sıcak, siz yorgunsunuz, mideniz açlıktan gurulduyor. Tampon tampona trafikte stres altındayken radyoyu açtınız ve bir şarkı çaldı. Geçen sene eşinizle gittiğiniz tatilde kumsalda keyif yaparken dinlediğiniz o mükemmel şarkı. Bir anda bütün ruh haliniz değişti, trafikteki stresiniz yerini kocaman bir gülümsemeye bıraktı. İşte bu çapalama mucizesi! Çapalar beş duyu organımızla algılanabildiği gibi zihnimizde de oluşturulabilir. Örneğin duyusal bir olay zihnimizde bir anda canlanabilir ve bu iyi ya da kötü bir duyguyu uyandırabilir. Kahve kokusu, kavga eden bir çift, aradığınız bir kişinin cep telefonunu açmaması gibi. Çapalar gün içerisinde kendiliğinden gelişebildiği gibi bilinçli olarak da programlanabilir. Bilinçli programlamaya örnek vermek gerekirse, ben çocukken dedem puding yapılan tencerenin dibini kaşıkla sıyırıp yemeyi çok severdi. Evde her puding yapıldığında tencerenin dibini benimle birlikte kazıyıp yerdi. O zamanlar bana “ne zaman puding yapılan tencerenin dibini kazırsan beni hatırla” demişti. Çok severek yaptığım bu çocukça eylem bende bir çapalamaya sebep olmuştur.
Basit Bir Çapalama Egzersizi
Şimdi hep birlikte bir çapalama egzersizi yapalım. Öncelikle sakin bir yere geçin. Hatta isterseniz mum, tütsü vb. yakabilirsiniz. Bilgisayarınızdan veya telefonunuzdan sizi sakinleştirici bazı müzikler açabilirsiniz. Youtube sitesinde arama çubuğuna “relax music” yazmanız yeterli olabilir. Rahat ettiğiniz bir pozisyonda oturun ve burnunuzdan derin derin birkaç nefes alın verin. Zihninizi boşaltmaya ve vücudunuzu gevşetmeye çalışın.
Belli bir sakinliği yakaladığınızda sizi çok mutlu eden, enerjinizi yükselten bir anı hatırlamaya çalışın.
Bu bir başarı olabilir, tatil olabilir, sizi kahkahalara boğan bir an olabilir, romantik bir akşam yemeği olabilir. Zihninizde canlandırdığınız bu anı iyice irdeleyin. Neler görüyorsunuz? Sesleri anımsayın. Koku algılayabildiniz mi? Tam anlamıyla size coşku ve mutluluk veren bu anı zihninizde yaşamaya başladığınızda başparmağınızı ve işaret parmağınızı birbirine dokundurun. Başka bir şeyde yapabilirsiniz bu kural değil. Mesela sol elinizle sağ elinizin serçe parmağını sıkabilirsiniz. Yeter ki yapacağınız bu eylem benzersiz olsun. Şimdi başka bir şey düşünerek bu anı bozmaya çalışın.
Mesela telefonunuzla ilgilenin müziği değiştirin vb. Tekrar sol elinizle sağ elinizin serçe parmağını sıkın. Mutlu olduğunuz coşkulu olduğunuz o ruh halini yeniden hissedeceksiniz. Eğer olmadıysa bir daha deneyin. Artık ilacımız hazır. Kendinizi çok kötü hissettiğiniz bir anda daha önceden hazırladığınız çapayı yapmanız (serçe parmağı sıkmak vb.) sizi kendinizi çok iyi hissettiğiniz bir ruh haline geri getirecektir. Bunu sık sık yaptığınızda (her moraliniz bozulduğunda) artık bilinçaltınız çapalamayı kabul edecektir. Bundan sonra yapmanız gereken şey gün içerisinde sizi mutlu eden ve mutsuz eden çapaları takip etmek.
Gecenin bir saatinde çalan telefon huzurunuzu bozuyor mu? Acaba bu neyin çapası? Börek yerken kendinizi kötü mü hissediyorsunuz? Daha önce börekle ilişkilendirdiğiniz bir şey olabilir mi? Ağlayan çocuk sesini neden sevmiyorsunuz? Yıllar önce çocuğunuz ağlarken eşinizle kavga mı ettiniz yoksa? Bunlar ve benzeri durumları çapalama yöntemiyle değiştirmek mümkündür.
|
|
|
NLP Tekniği İle Karşınızdakinin Düşüncelerini Okuma |
Yazar: Spiritüeller - 07-06-2016, Saat: 00:05 - Forum: NLP
- Yorum Yok
|
|
Nöro Linguistik Programlama kısa adı ile NLP’nin Göz Erişim İpuçları tekniği ile bir düşünce okuma oyununun nasıl yapıldığını sizinle paylaşmak istiyorum.
Kısaca NLP nedir?: NLP Düşünce süreçlerinin nasıl işlediğini inceleyen ve olumlu-olumsuz düşüncelerin hızlı değişimi için yöntemler içeren bir teknikler bütünüdür.
NLP Göz Erişim İpuçları Nedir?: Şimdi hemen evinizdeki birisinin yanına gidip şu soruyu sorun, örnek olarak annenize sorduğunuzu varsayalım; Anne eski oturduğumuz evde kaç pencere vardı? Annenizin gözlerine bakarsanız, hemen sol yukarıya gittiğini görebilirsiniz. İnsanların %70’i geçmiş resimleri hatırlamak için sol yukarıya bakar, %30 ise sağ yukarıya..(daha çok solak olanlar sağ yukarıya bakar)
İnsanlar belli şeyleri hatırlamak için gözleriyle belli yerlere bakmak durumundadırlar. Mesela yukarı bakarak ağlayamazsınız, ağlayan, depresyon içinde olan insanlar hep aşağıya doğru bakarlar, çünkü dokunsal ve hissel duyguları hissedebilmek için aşağıya bakmalıyız. Mesela bir çocuk ağladığında yukarı bakmasını sağlarsanız ağlaması kesilecektir, kadınlar da zaten çoğu zaman makyajları akmasında diye duygulu anlarında yukarı bakarak ağlamalarını kontrol edebilirler ya da etmeye çalışırlar. (Sağdaki resimde olduğu gibi)
Yani kısaca göz erişim ipuçları insanların görsel, işitsel ve dokunsal(hissel) duygularını tespit etmek için kullanılan bir sistem. NLP’de bu teknik, kişiler sorunlarını anlatırken, görsel bir şeye mi, yoksa işitsel, dokunsal bir şeye mi odaklandıklarını tespit etmek için kullanır.
Size öğreteceğim oyuna gelmeden önce Göz Erişim İpuçlarını hemen öğrenelim.
Sol Yukarı: Geçmiş ile ilgili bir resim düşünüyor. Mesela kişiye ortaokulunun duvarının boyası ne renkti? diye soru sorarsanız, o geçmişteki görsel bir anıyı hatırlamaya çalışacağı için sol yukarı bakacaktır
Sol Yana: Geçmiş ile ilgili işitsel bir anı düşünüyor. Örnek olarak dinlemekten en çok hoşlandığın şarkı hangisi? diye sorarsanız, kişi sol yana bakacaktır. (Yazının sonunda, bu konuda yapılan yanlışlarla ilgili bir hatırlatma yapılacaktır.)
Sol Aşağı: Geçmiş ile ilgili dokunsal bir anı düşünüyor. ‘Sıcak bir banyoya girdiğin bir zamanı düşün ve sıcaklığı hisset’, sorusu onun sol aşağıya bakmasını sağlayacaktır.
Sağ Yukarı: Görsel olarak oluşturduğumuz resimleri düşünürken buraya bakarız, örnek soru: ‘Nasıl bir evin olmasını isterdin, şekli ve bahçesi nasıl olurdu?’
Sağ Yana: İşitsel tasarlanan sesler. Ör: ‘Suyun altında sesin nasıl duyulur?’
Sağ Aşağı: Tasarlanan dokunsal hisler, içsel diyaloglar. Örnek olarak, ‘Hawai’de tatile gittiğini düşün ve sıcak kumların üstüne yattığını hayal et, sıcak kumları hissediyor musun?’
Not: Tasarlanan düşüncelerde kişi eğer öyle bir şeyi hayal edemiyorsa geçmişteki bir anıyı düşünür ve sola bakar. Sözgelimi Hawai’de kumsalın üstünde yattığını düşün dediğinizde, eğer kişi Hawai ve Hawai kumsalı ile ilgili bir şey görmemişse, geçmişte gittiği bir kumsalı hatırlayıp orasını Hawai gibi hayal edecek ve böylece sola bakacaktır. Bu konuya dikkat edilmelidir.
Karşınızdaki İnsanın Düşüncesini Nasıl Okursunuz?
Şimdi gelelim oyunumuza… Oyun şöyle, ilk önce karşınızdaki kişiye üç soru soruyorsunuz, sonra bu üç sorudan birini düşünmesini istiyoruz ve biz onun düşündüğü şeyi biliyoruz.
Nasıl? Eğer yukarıdaki yazıyı okuduysanız zaten tekniğin büyük kısmını anlamışsınızdır.
1) İlk önce karşımızdaki kişiye oyun oynayacağımızı filan söylemeden direk, ‘En uzun boylu arkadaşın kim?’ diye soruyoruz ve o düşünürken gözlerine bakıyoruz. Muhtemelen sol yukarıya bakacaktır. Bu birinci adımdı…
2) Şimdi ona ‘Suyun altında sesin nasıl duyulur?’ diye soruyoruz, muhtemelen sağa yana bakacaktır ama bunun hayalini kuramazsa sol yana da bakabilir.
3) Şimdi de ‘Buz gibi bir küvetin içindesin, onun soğukluğunu hissetmeni istiyorum’, Bunu söylediğinizde de muhtemelen sol aşağıya ya da sağ aşağıya bakacaktır.
Tamam şimdi sıra geldi son soruya… ‘Şimdi düşündüğün üç şeyden birini tekrar düşün ama bana söyleme sadece düşün ve iyice düşün’. O bunu düşünürken biz onun gözlerine bakıyoruz ve eğer yukarı bakıyorsa hemen cevabımızı veriyoruz: ‘Şu anda en uzun boylu arkadaşını düşünüyorsun.’ Eğer sol yana bakıyorsa, ‘Şu anda suyun altında sesinin nasıl duyulduğunu düşünüyorsun.’ ve eğer aşağıya bakıyorsa, ‘Şu an buz gibi bir suyun soğukluğunu düşünüyorsun’ diyeceksiniz.
Ben bu tekniği NLP çalışmalarında kişiler Göz Erişim İpuçları konusunda kendini daha hızlı geliştirsin diye öğretiyorum. Çünkü bir şeyi oyunla öğrenmek çok daha kolay oluyor.
Önemli Hatırlatma: Bu teknikleri uygulayanlar başta bazı hatalar yapıyorlar. Mesela kişiye dokunsal bir anı düşündürmek için şöyle bir soru sorduğunuzu varsayalım: ‘Buz gibi bir küvetin içindesin, onun soğukluğunu hissetmeni istiyorum.’ Şimdi bu sorudaki amaç kişinin aşağıya bakmasını sağlamak ama çoğu insan ilk önce yukarıya bakıp küveti zihninde görecektir, sonra aşağıya bakacaktır. Eğer aşağıya bakmıyorsa sadece küvetin resmini ve suyun resmini zihninde oluşturuyor ama soğukluğu ve suyu hissetmiyordur. Bunu hissettirmek de sizin ustalığınıza kalıyor, eğer ses tonunuzu iyi kullanamazsanız kişi bunu hissedemeyecektir. İlk denemelerinizde çok iyi sonuçlar beklemeyin ama ne kadar çok yaparsanız o kadar çok ustalaşırsınız.
|
|
|
|