Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065
Detaylı İstatistikler
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 735 kullanıcı aktif » 0 Kayıtlı » 735 Ziyaretçi
|
Son Aktiviteler |
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 342
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 312
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,019
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,148
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,085
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,008
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,156
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,525
|
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,287
|
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,175
|
|
|
Tarihin en büyük güneş tutulması 21 Ağustos 2017 |
Yazar: Emka - 01-08-2017, Saat: 03:00 - Forum: EVREN VE BİLİM
- Yorum Yok
|
|
Ulusal Güneş Gözlemevi, 21 Ağustos’ta tarihin en büyük güneş tutulmasının gerçekleşeceğini açıkladı.İngiltere merkezli gözlemevinde görevli bilim insanlarının ‘tarihin en büyüğü’ olarak tanımladığı güneş tutulması sırasında, Ay, yaklaşık 90 dakika boyunca Güneş’in önünde kalacak.Sadece ABD’den izlenebilecek tam tutulma, DKIST teleskopu ile de ölçümlenecek.
Güneş Tutulması Nedir? Nasıl Olur?Güneş tutulması nedir,
Ayın yörünge etrafında dönmesi sırasında dünya ile güneş arasına girmesi ve buna bağlı olarak ayın güneşi kısmen veya tamamen örtmesi sonucunda gözlemlenen doğa olayına verilen isimdir. Eğer ayın dünya etrafındaki yörüngesi ile dünyanın güneş etrafındaki dönüş yörüngesi aynı düzlemde olsa idi, her ay, güneş ve ay tutulmaları ortaya çıkardı. Ancak, ayın yörünge düzlemi dünyaya göre 5°8’ eğimlidir. Böylelikle ay her bir dönümde aşağı inerken bir, yukarıya çıkarken yine bir defa olmak üzere toplam iki kez ekliptiki gerçekleşir, yani dünyanın güneş etrafındaki yörünge düzlemini doğrudan keser. Ancak bu durum gerçekleştiğinde tam güneş tutulması olur. Bu noktalara yerine göre "inme düğüm noktası" ve "çıkma düğüm noktası" olarak isimlendirilir.
Güneş tutulması esnasında, güneş ışınlarının meydana getirdiği ayın gölgesi dünyaya düşer. Bu gölge iki bölümden oluşmaktadır. Merkezi olan tabanının çapı ayın çapına eşit bir konidir. Bu kısım, güneş ile ay arasındaki mesafeye bağlı olarak, 377.600-365.280 km arasında farklılaşan bir boya sahiptir. Çok daha az karanlık olan diğer bir ikinci koni de birinci bölgeyi tamamen çevreler. Bu kısım aydan uzaklaştıkça genişler. Dünyanın aya uzaklığı yaklaşık 380.800 km olduğuna için pek çok güneş tutulmasında birinci gölge konisinin tepesi dünyaya ulaşamamaktadır. Ancak ayın dünyaya en kısa olduğu mesafede koninin ucu dünya yüzeyi üzerinde 266 km genişliğinde bir iz meydana getirir. Tam bir güneş tutulmasını ancak bu izde bulunan bir gözleyici tespit edilebilir.Dünya ile ayın hareketleri bu izin dünya yüzeyinde saatte 1600 kilometreden çok daha yüksek bir hızla hareket etmesine neden olur.
Bu sebepten ötürü izin her hangi bir noktasındaki kalma süresi çok kısadır. Bazen 7 dakikayı çok az geçmesine rağmen, genel olarak iki veya üç dakikadan daha fazla sürmemektedir. 11 Temmuz 1990’da gerçekleşen güneş tutulması 7 dakika sürmüş ve 1973 yılından beri gerçekleşen en uzun güneş tutulması olmuştur.Merkezi kısmın etrafındaki 3200 kilometrelik kısımda, güneş tutulması ayın belirli bir bölümünün güneşe karşı gelmesine bağlı olarak ortaya çıkar. Kısmi tutulma ise iki farklı biçimde de meydana gelir. Eğer merkezi kısmın tepesi erişmez ise güneşin dar bir bölümü ayın çevresinde bir halka olarak görülür.Kaynak: Tarihin en büyük güneş tutulmasına az kaldı!
|
|
|
YAKLAŞAN KIYAMETİN BİLİMSEL KANITLARI |
Yazar: EvrimBilge - 31-07-2017, Saat: 23:15 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
İslam dini başta olmak üzere hemen tüm inanç sistemlerinde dünyanın bir sonu olduğu söylenir ve yine tahminlere göre beklenen o büyük KIYAMET dediğimiz dünyanın son gününe çok az kaldı(!)
Hatta geçtiğimiz yıllarda Maya toplumunun takviminin son yılı olarak 2012 yılı tespit edilmiş ve milyonlarca kişi bu tarihte kıyamet kopacağına inanmış ve bekleyişe girmiş, intihar edenler, tüm mal varlıklarını satıp sığınak yapanlar veya zarar görmeyeceklerini düşündükleri yerlere kaçan insanlar medyaya yansımıştı.
Tabi kıyamet vakti geldiğinde ondan kaçış olmadığı aşikardır…
Kur’an’ı Kerim’de seçilmiş bir kişi olan Hz.Zülkarneyn’in bir takım seyahatleri anlatılır ve bu seyahatlerin uzayda yolculuk olduğu iddia edilenler arasındadır. Bu yolculukların uzayda olduğu konusunda çeşitli muhalif yorumlar bulunsa da, Kur’an’da ki veriler söz konusu seyahatlerin gezegenleri tarif ettiği artık bilimsel temeller de baz alındığında uzayda yapıldığı olasılığını güçlendirmektedir.
Kur’an’dan edindiğimiz bilgilere göre Zülkarneyn kıssasında kıyametin kozmolojik bir olay ile olabileceği ihtimalini düşünebiliriz. Zira Hz.Zülkarneyn yolculuğu sırasında başka insanların yaşadığı gezegenleri ziyaret ediyor ve o gezegenler başka göksel olaylar sebebiyle batarak veya parçalanarak yok oluyorlar…
Hz. Muhammed efendimiz kıyamet ile ilgili sohbet ederken sahabe soruyor;
“Efendim, kıyametin şekli nasıl olacaktır?”
Resullah cevap veriyor;
“Benim ümmetimin son zamanlarında yer batacak, dağlar, denizler şekil değiştirecek, gökyüzünden taşlar yağacaktır.” (Tırmızi)
Peki bilim ne diyor ?
ABD Bilim ve Uzay Araştırma Kurumu NASA’nın verilerine göre dünyanın etrafında her geçen gün göktaşlarının sayısı artmaktadır ve bu durum dünya için göksel bir tehlike arz etmektedir;
Şimdi verilere bakalım;
1980 yılında 8,954 göktaşı 1985 yılında 11,696 göktaşı 1990 yılında 14,327 göktaşı 1995 yılında 23,324 göktaşı 1999 yılında 49,909 göktaşı 2000 yılında 118,481 göktaşı 2003 yılında 226,693 göktaşı 2007 yılında 389,325 göktaşı 2010 yılında 499,368 göktaşı
Bu verileri temel aldığımızda aklımıza bir ayet gelmektedir;
“Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti, siz onları görmektesiniz. Sonra arşı (uzay) düzenledi ve güneş ile aya boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar yörüngelerinde akıp giderler.”
Yukarıda ki veriler ve ayeti harmanladığımız da kıyametin göklerden kopacağı ortadadır ve aynı zamanda dünyanın etrafında ki gök taşlarının her geçen yıl daha da artması ve dünya yörüngesine yaklaşması da tıpkı ayette bildirildiği gibi adeta belirlenen süreye kadar yükselen artışı gözler önüne sermektedir.
Başka bir hadiste ise “Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır.” (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten 118
Peki ama güneşin batıdan doğuşu nasıl olacaktır?
Bir çok İslam aliminin üzerinde ittifak ettiği dünyaya kıyamet vakti yaklaştığında dev bir göktaşının çarpacağı ve yörüngesinin tersine döneceği şeklindedir. Bu teoriye göre dünyaya çarpan bir göktaşı, dünyamızın manyetik alanına da zarar vereceği için tam tersine dönmesini sağlayacak ve böylece güneş de batıdan doğmuş olacaktır.
Ayrıca bununla ilgili şu ayette dikkat çekicidir;
“O sarsıntının sarsacağı gün, arkasından onu diğer bir sarsıntı izleyecek.” (Naziat Suresi, 6-7)
Ayette kıyamet günü iki büyük göksel sarsıntıdan bahsetmektedir. Bu iki büyük sarsıntının birincisi evren ilk yaratıldığında “Big- Bang” patlaması ile oluştuğunu artık bilimde kabul etmektedir.
Evrenin başlangıcı olan Big-Bang büyük patlaması ile oldu ise yani büyük sarsıntı ile oldu ise evrenin sonu da acaba Big-Brunch ile yani büyük sarsıntı ile mi son bulacaktır?
Peki ya dünyanın sonunu getirecek ve güneşin batıdan doğmasını sağlayacak, dünyanın yörüngesini değiştirecek ve dünyaya çarpacak olan göktaşı değil de Nibiru/Marduk gezegeni ise?
Neden olmasın?
Daha da ilginç olanı, yukarıda ki verileri incelediğimizde 1999 yılına kadar periyodik bir artış gözlemlenirken bu tarihte(n sonra yaklaşan gök taşlarında inanılmaz bir artış göze çarpmaktadır.
1999 yılında yörüngeye giren gök taşları sayısı 49,909 iken, 2000 yılında bu rakam inanılmaz bir hızla çoğalmış ve 118,481 adete çıkmıştır. Burada açıkça görülmektedir ki 1999 yılı bir dönüm noktasıdır.
Şimdi ayete dikkat edelim;
“Rabbinin katında haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar vardır.”
Ayette beyan edilene göre dünya hayatında azgınlık yapanlar, isyan edenler ve ayette ki tabiri ile haddi aşanlar için işaretli taşlar vardır ve bu sapkınlıklar içerisinde olanlar için taşlar cezalandırıcı niteliğindedir. Ayette ki işaretin manası azgın kişilere karşı cezalandırıcı bir taşın bulunduğuna delalettir.
Peki bu ayetin Ebced değeri kaçtır biliyor musunuz ?
1980 Yılı… Peki neden 1980?
İngiliz Astronom Scott Manley’in tespitlerine göre Göktaşları 1980 yılında ilk defa aniden dünyanın etrafında yoğunlaşmaya başlıyorlardı.
Dünyaya çarpma ihtimali bulunan gök taşları ile ilgili başka bir konuya Tur Suresi 44. ayette rastlıyoruz. Şöyle diyor Allah (cc) “Eğer gökten bir parçanın düştüğünü görseler bile “o üst üste, yığılmış bir buluttur.” derler.”
Bu ayetin ebced değerine baktığımızda ise bize yine ilginç bir tarih veriyor. 1999 yılı…
Bu tarih ise göktaşlarının dünyanın etrafında neredeyse iki katına çıkarak büyük bir hızla çoğalmaya başladığı bir tarihtir. 1999 yılında gök taşlarının dünyamız etrafında ki sayısı 49,909 iken, 2000 yılında ki sayısı 118,481’e çıkmıştır.
Tüm bu bilimsel verilerden görülmektedir ki, İslam’i kaynakların vaad ettiği dünyanın sonu olan “Kıyamet” zaman dilimine hızla yaklaşılmaktadır. Kur’an’da Zülkarneyn kıssasında bahsedilen kara balçıklı göze gerçekten kara delik ise ve o gözeye batan güneş ile başka gezegenler ise yukarıda yaptığımız analiz bize dünyamızın kıyametinin de gökyüzünden geleceğini işaret ediyor olabilir mi ?
Doğrusunu Allah bilir…
Kaynak: Kursad BERKKAN
|
|
|
VÜCUDUMUZDAN 14 TANE MERİDYEN GEÇMEKTEDİR. |
Yazar: EvrimBilge - 31-07-2017, Saat: 13:38 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
6 temel meridyen, adlarını aldıkları organlardan geçer. Bu meridyenler karaciğer, dalak/pankreas, mide, safrakesesi, idrar torbası ve böbrek meridyenleridir ki vücudu yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya geçerler.
Diğer 6 meridyen ise, akciğer, kalınbağırsak, incebağırsak, kalp, perikard(Kalp dış zarı) ve üçlü ısıtıcı (triple burner) meridyenleridir ve bu meridyenler kollardan geçer.
Bunlar doğrudan organlardan geçmedikleri için, temel meridyenlerin uyarılması ile uyarılırlar.
Vücudu, yukarıdan aşağıya olmak üzere ortadan ayıran hayali bir çizgi olduğunu düşünelim. Her meridyen bu çizginin hem sağ hem sol yanında bulunur. Dolayısıyla bu 12 meridyen, iki taraflı olarak vücudumuzdan aşağı indiği, ya da yukarı çıktığı için toplam 24 ayrı enerji yolu bulunur ve bu yollar birbirleri ile ilişki içindedirler.
12 meridyenin yanı sıra 2 tane de ‘idare’ ve ‘merkez’ meridyenleri diye tanımlanan özel meridyenler bulunmaktadır.
Merkez ve idare meridyenleri, vücudun ortasından (uzunlamasına) geçtiği için bunlar tek kanallardır ve diğer meridyenlere bağlanmazlar.
MERİDYENLER BİRBİRİYLE İLİŞKİ İÇİNDEDİRLER
Bir meridyenin bitiş noktası diğer bir meridyenin başlangıç noktasına bağlıdır. Örneğin dalak meridyeninin bitiş noktası, kalp meridyenin başlangıç noktasına denk gelir. Kalp meridyenin bitiş noktası incebağırsak meridyenin başlangıç noktasına bağlanır.
Enerji akımı bir meridyenden diğerine geçer. Dolayısıyla bütün meridyenler birbirlerine bağlı olup, adeta tekerlek gibi dönen, bir enerji sistemi kurmuş olurlar.
Bu dönen enerji hep belli bir yönde ve belli bir düzende akar. Bazı meridyenler aşağıdan yukarıya inerken, diğerleri yukarıdan aşağıya çıkar.
TEMEL MERİDYENLER DİĞERLERİNİ UYARIR
Temel meridyenler ya ayakta başlar ya da ayakta biter. Ayak masajı ile uyarılan bu 6 temel meridyen, kollardan geçen diğer 6 meridyeni uyarır.
Örneğin, akciğer meridyeni koldan aşağıya inip başparmakta biter. Mide meridyeni ise gözün altından başlar, çeneye iner ve kıvrılarak şakaklara doğru çıkar, sonra da bütün vücudu yukarıdan aşağıya doğru-akciğerleri de içine alarak-iner ve ikinci ayak parmağında son bulur. Mide meridyenin uyarılması ile akciğer meridyeni de uyarılır.
ORGANLAR ARASI ENERJİ İLİŞKİSİ
Meridyen sisteminin, organların birbiri ile enerji ilişkisinde olmalarında ve bu ilişkinin dengesinin korunmasında görevi büyüktür. Ch’i enerjisi meridyenlerde düzgün bir biçimde akar ise, organlara yayılan enerji miktarı da gerektiği düzende olur.
Meridyen teorisine göre, bir meridyendeki dengesizlik o meridyenin geçtiği organlarda da dengesizlik getirir. Enerjinin dengesizce yayıldığı vücutta, kimi organ gerektiğinden fazla kimisi de gerektiğinden az enerji ile çalışır.
Örneğin mide meridyenindeki düzensizlik, üst dişlerde sorun çıkartacağı gibi (çünkü mide meridyeni üst çeneden geçer), alt çenedeki bir sorun kalınbağırsak meridyeninden kaynaklanabilir.
Meridyenler hakkında bilgisi olan refleksolog, kişinin şikayetlerini göz önünde bulundurarak, enerjinin hangi meridyenlerde tıkandığını bilir ve sadece sorunu taşıyan organları değil de, tıkanıklık gösteren meridyen yolundaki bütün organları uyararak enerjinin vücuda daha dengeli yayılmasına yardımcı olabilir.
Refleksolojinin en büyük yararlarından biri, kişiye olağanüstü bir rahatlama, gevşeme getirmesidir.
21. yüzyılda stres, günlük hayatımızın önlenmez bir parçası haline gelmiştir. Hızlı yaşamın ve modern teknolojinin (trafik, televizyon, gürültü, iş stresi, aile içi sorunlar, savaşlar, hastalıklar, çevre kirliliği, elektronik kirlilik, maddi sıkıntılar vs.) vücudumuza ve ruhumuza getirdiği dengesizliği de göz ardı edemeyiz.
Uzun süre stresle yaşayan bir vücudun sinir sistemi yorulur, direnci azalır. Uykusuzluk, hazımsızlık, yüksek tansiyon, sık sık tekrarlayan baş ve sırt ağrıları, stresli yaşamın getirebileceği sorunların sadece birkaçıdır.
Düzenli aralıklarla yapılan refleksoloji seansları ile vücut enerjisindeki tıkanıklıklar giderilir, enerji vücuda dengeli bir biçimde yayılmaya başlar; dolayısıyla kan dolaşımı sorunları ortadan kalkar ve oksijen, hücrelere daha kolay dağılır. Lenf sistemi görevini daha iyi yapar ve vücuttaki toksinler hücrelerden daha kolay atılır.
Refleksoloji sinir noktalarını belirli tekniklerle uyarmakla ortaya elektrokimyasal mesajları çıkardığı bununda nöronların yardımı ile ilgili organı uyaran bir çalışmadır.
Refleksoloji, bugün tamamlayıcı tıp olarak yer almakta olup; Ekim 2014 tarihinde Resmi Gazete Yayımlanarak Yürürlüğe girmiştir.
Not: Uzman olmayan, fizyoloji ve anatomi bilgisi olmayan kişilerce yapıldığında riskli komplikasyonlara neden olabiliyor.
Her ayakta 7000 üzerinde sinir ucu 26 kemik 107 bağ ve 19 kas vardır.
Refleksologlar ayak tabanını bir fihrist olarak görürler ya da bir uzaktan kumanda vücudun tüm noktalarına ulaşmamızı sağlayan bir kumanda…
Yeryüzündeki bütün canlıların sinir sistemi vardır… Ayrıca her organın bir damar sistemi vardır…
Refleksoloji kılcal damarları konu edinir. Bu damarlar insanlarda ayak tabanı ve ellere kadar uzanır.
Kılcal damarlar kanın boşaltım organı olan ayakların belli noktalarına kanı taşırlar ve orada boşaltırlar.
Bu işlem sırasında eller by-pass görevi görür. Ve boşaltımda herhangi bir problem kanın temizlenmemesine yol açabileceğinden hastalıklara sebep olur.
Refleksoloji, vücuttaki tüm bezler, organlar ve diğer kısımlar ile bağlantılı olarak ayak ve el refleks bölgeleri olduğundan yola çıkan bir bilim dalıdır.
Refleks bölgeleri tedavisi, bu refleks bölgelerine başparmak ve parmakların uygulanmasıyla yapılan manuel metottur.
Uzakdoğu düşüncesine göre dengesizlik, kişinin evrensel yaşam gücünün meridyenlerde tıkanması ile olur. (Yaşam enerjisinin) meridyenlerde tıkanması da bazı semptomların ortaya çıkmasına neden olur.
|
|
|
Dünyamızın Kozmik Koruyucusu |
Yazar: EvrimBilge - 30-07-2017, Saat: 21:03 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Sonsuz uzay boşluğunda, milyarlarca yıldır varlığını koruyan dünyamız ve hatta tüm güneş sistemimizi uzaydan gelebilecek tehlikelere karşı koruyan bir bekçinin olduğunu biliyor musunuz? Birçok kuyruklu yıldız ve asteroidin Dünyamıza çarpmasını kim önlüyor dersiniz?
Bir gaz devi ve Güneş sisteminin beşinci ve en büyük gezegeni olan Jüpiter, Mars ve Dünya önünde kalkan görevi görüyor, güçlü yerçekimi ile Dünya için tehlikeli olabilecek birçok uzay enkazını henüz bize ulaşmadan yörüngesine çekerek koruyucu bir bariyer işlevi görüyor.
Dallas'lı amatör astronom George Hall 10 Eylül 2012 tarihinde teleskobuna takılan görüntüleri web sitesinde yayınladıktan sonra birçok gazeteci Jüpiter'in Dünyadaki yaşamı bir kez daha kurtardığı haberini yapmıştı. Hall'un teleskobundaki görüntüler muhtemelen dinozorların neslini yok eden büyük asteroitten çok daha küçük, yaklaşık 5 km çapında,55 futbol sahası büyüklüğünde hızla Jüpiter üzerindeki gaz yüzeye çarpan asteroidin ancak iki saniye süren yanma görüntüleriydi. Aslında bu ölçekte çarpışmalar oldukça yaygındır. Jüpiter'in Dünya ve komşuları için birçok büyük hasara neden olabilecek çarpışmayı engellediğine inanan birçok araştırmacı, bu asteroidin de serseri bir kurşun gibi dünyaya yönlenmişken Jüpiter'in çekim gücüne yenik düşüp gezegen tarafından emildiğini söylediler.
Bu araştırmacılar kozmik bir dev olan Jüpiter'in Dünya'nın iki katından fazla bir çekim alanı ile, asteroitler ve kuyruklu yıldızlar için girdap gücüne sahip olduğuna inanıyorlar. Gökbilimciler 2009'dan bu yana Jüpiter üzerinde çarpışmalara ait 4 tür leke buldular. Bunlardan en önemlisi 16–22 Temmuz 1994 tarihleri arasında Dünya'ya yönelmiş olan, ancak Jüpiter'in yakınından geçtiği zaman Jüpiter'in çekim kuvvetine kapılarak 21 parçaya ayrılan Shoemaker-Levy 9 kuyruklu yıldızıdır. Bütün Dünya’nın canlı yayında izlediği ünlü kuyruklu yıldız Shoemaker-Levy 9 Jupiter’e yaklaştıkça devasa kütle çekim kuvveti sebebiyle 21 parçaya ayrılmış, parçaların Jüpiter'e çarpması 6 gün sürmüştü. Jüpiter'e çarptığında iki dünya büyüklüğünde bir leke meydana getirmişti. Eğer kuyruklu yıldız dünyaya çarpmış olsaydı tıpkı dinozorların başına geldiği gibi belki de şimdi insan yaşamı olmayacaktı.
Jüpiter ayrıca özellikle Mars ile Jüpiter arasındaki asteroit kuşağının Güneş Sistemi içerisinde dağılmasını önlüyor.
Tüm bu örnekler Jüpiter'in Dünya ve komşu gezegenlerin koruyucusu olduğu savını destekliyor gibi görünüyor. Ancak kuyruklu yıldız ve asteroidler ile Jüpiter arasındaki ilşki her zaman bu kadar tutarlı olmamaktadır. Bazı gökbilimcilere göre Jüpiter'in nesneler üzerinde muazzam bir çekim gücü uyguladığı doğrudur, ancak bu çekimin etkileri bazen olumlu bazen de olumsuz olabilir. Çekim gücüyle yakınından geçen kuyruklu yıldızın yolunu değiştirmek sureti ile veya kendi içine çekerek tehlikeleri bertaraf edebileceği gibi zararsız bir yörüngesi olan kuyruklu yıldızı güneş sisteminin içlerine doğru veya Dünya'ya doğru da yönlendirebilir.
Bilim adamları Jüpiter'in koruyucu olduğu, zarar verebileceği veya yokluğunda Güneş sisteminde hiçbir kayda değer değişiklik olmayacağı konusunda tartışmalarını sürdürürlerken Jüpiter şu anda olduğu yerde durmaktadır ve bir paratoner gibi çekim gücüyle Güneş sistemimizi tehdit etsin veya etmesin birçok göktaşı, asteroid ve kuyruklu yıldızı bertaraf etmektedir.
|
|
|
Antartika'da Buzullar Eriyor... On Binlerce Yıllık Virüsler Uyanıyor |
Yazar: Archilles - 30-07-2017, Saat: 20:21 - Forum: GÜNCEL HABERLER
- Yorum Yok
|
|
Küresel ısınmanın etkisiyle Sibirya ve Alaska’da onbinlerce yıldır buz altında kalan topraklar açığa çıktı. Bu topraklarda onbinlerce yıldır ‘kış uykusunda’ bulunan ve insanlığın hiç tanımadığı virüsler sağlığımızı tehdit ediyor.
Bilim dünyası bugünlerde küresel iklim değişikliğinin daha önce hesaplanmayan, insanlığı kısa sürede yok edebilecek bir riskini tartışıyor. Sibirya ve Alaska’daki buzulların altında on binlerce yıldır donmuş vaziyette duran toprakların üzerindeki buzlar ilk kez erimeye başladı. Bu topraklarda onbinlerce yıldır uyuyan insanlık tarihinde karşılaşılmayan virüs ve bakteriler de uyanmaya başladı.
Amerikan Ulusal Uzay ve Havacılık Dairesi NASA, Alaska’da 32 bin yıl önce donan bir bakteriyi hayata döndürdü. Geçen ağustosta Sibirya’da 12 yaşında bir çocuk eşi görülmemiş bir şarbon hastalığı yüzünden hayatını kaybedince ‘teorik tehdit’ ete kemiğe büründü. Bu konuyu çözmeye çalışanlar arasında Türk bilim insanları da var. Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsünden Prof. Berat Haznedaroğlu bu alanda çalışan isimlerden biri. Haznedaroğlu, “Ortaya bir bakteri ya da virüs çıkabilir ancak bunun insanları ya da hayvanları ne kadar etkileyeceğine cevap vermek çok zor” diyor.
NASIL İLAÇ BULUNACAK?
Almanya’daki Max Planck Deniz Mikrobiyolojisi Enstitüsü’nde çalışan araştırmacı Burak Avcı da virüslerin kış uykusundan uyanabileceği uyarısında bulunuyor: “Buzulların alt tabakalarında meydana gelen erime uzun süredir ‘kış uykusunda’ bekleyen mikroorganizmaların yeniden aktif hale gelmesine neden olabileceği için halk sağlığını tehdit edecek sonuçlar doğurabilir. ‘Kış uykusu’ diyebileceğimiz bu durum, mikroorganizmaların çok uzun süre, varlığını sürdürmesine olanak sağlıyor.”
Avcı, başka bir riski daha vurguluyor: “Dünya Sağlık Örgütü, şubat ayında yaptığı açıklamada, bazı bakterilerin antibiyotiklere dirençli hale geldiğini ve acilen yeni antibiyotiklere ihtiyaç olduğunu vurguladı. Halihazırda insan sağlığını tehdit eden bakterilere karşı koyabilecek antibiyotiğimiz yokken, küresel iklim değişikliğiyle tekrar canlanabilecek ‘eski’ bakterilerle nasıl başa çıkacağımız tam bir muamma.”
İnsanlık hazır değil
Prof. Berat Haznedaroğlu’na göre asıl risk günümüz insanının bu hastalıklara hazır olup olmadığı: “Erken zamanlarda ortaya çıkan ve insanları enfekte eden bir virüs günümüze kadar bir evrim sürecinden geçiyor. Bu süre zarfında insan da bir evrim sürecinden geçiyor. Eski insan bu bakterilerle etkileşim sonucu bir bağışıklık kazanmış olabilir fakat şu anda biz kendi evrim sürecimizden sonra bu hastalıklara maruz kalmadığımız için bu bağışıklığı kaybetmiş olabiliriz. Bu bakteri ve virüsler ortaya çıkarsa modern insana hakikaten zarar verme ihtimalleri var.”
Peki böyle bir salgın durumunda Türkiye ne kadar güvende olur? Haznedaroğlu, salgınların günümüzde çok daha hızlı yayılabileceğini söylüyor: “Türkiye’de yılın her mevsimi donmuş halde bulunan toprak yok. Fakat bu risk yok demek değil. Hatırlayın, kısa bir süre önce kuş gribi, domuz gribi gibi vakalar ansızın ortaya çıktı. İnsanların hızla hareket ediyor olması riski Türkiye dahil herkes için geçerli kılıyor. Yani o bölgeden birinin turist olarak ülkemize gelmesi tüm hesapları değiştirebilir. Yine de bu riski ölçmek zor.” Haznedaroğlu, bu riskle mücadele için Paris İklim Antlaşması gibi yaptırımların önemini vurguluyor.
Kaynak: hurriyet.com.tr
|
|
|
NASA FOTOĞRAFLARI KANIT GÖSTERİLDİ, HAVA DURUMUNA MÜDAHALE EDİLİYOR !!! |
Yazar: Archilles - 30-07-2017, Saat: 19:46 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Dengesiz yaşanan hava olayları bazı iddiaları gündeme getirdi. Dünyanın farklı yerlerinden bazı iklim mühendisi bilim adamları, iklimlere müdahale edildiğini düşünüyor ve bu iddiaları NASA'nın fotoğraflarına dayandırıyor.
Jeoloji mühendisi Dane Wigington’ın iddialarına göre iklimlere birileri müdahale ediyor. NASA’nın uyduları tarafından çekilen görselleri, bunun en büyük kanıtı olarak gören Wigington, görsellerde hiçbir şeyin doğal olmadığını, her fotoğrafın bin kelimeye bedel olduğunu ifade ediyor.
Farklı alanlarda çalışmaları olan araştırmacıların toplandığı geoengineeringwatch sitesinde yer alan habere göre, Dünya'nın hayat sistemlerine inkar edilemez şekilde çok önemli kimyasal saldırı var. Yüksek toksik ağır metaller ve kimyasallar, jetler tarafından atmosfere sistematik olarak püskürtülüyor ve daha sonra son derece güçlü radyo frekansı sinyalleri ile manipüle edilerek bulut haline getiriliyor. Bu manipülasyonlar için HAARP, SBX Radar, NEXRAD gibi sistemler kullanılıyor. Tüm bu iddialara kanıt olarak NASA fotoğrafları gösteriliyor.
Kaynak:https://www.facebook.com/benzersiz.illuminati.arsivi
|
|
|
İNSANLIĞIN GİZLENEN GERÇEK TARİHİ |
Yazar: Archilles - 29-07-2017, Saat: 14:59 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Bundan 700 bin yıl önce insanların, çok iyi inşa edilmiş gemilerle okyanus yolculukları yaptıklarını biliyor muydunuz? Ya da bize “ilkel mağara adamları” olarak tanıtılan insanların, gerçekte günümüzdeki ressamları aratmayacak bir yeteneğe ve estetik anlayışına sahip olduklarını ve günümüz insanlarından hiçbir farkları olmadığını hiç duydunuz mu? 80 bin yıl önce yaşamış olan ve bize evrimciler tarafından “maymun adam” gibi gösterilmeye çalışılan Neandertal ırkının, müzik aletleri yaptığını, giyim-kuşam zevkine sahip olduğunu, kızgın kumlarda biçimli sandaletlerle gezdiğini ve günümüz insanlarıyla tamamen aynı özelliklere sahip olduğunu biliyor muydunuz? Büyük olasılıkla bunların hemen hiçbirini daha önce duymamış olabilirsiniz. Aksine, bu insanların, yarı maymun yarı insan, konuşma yeteneğinden yoksun, dik duramayan, sadece garip hırıltılar çıkaran, vahşi mağara adamları olduğu yanılgısına kapılmış olabilirsiniz. Çünkü bu büyük yalan, yaklaşık 150 yıldır dünyanın dört bir yanında insanlara telkin edilmektedir. Bu telkinin amacı ise, materyalist felsefeyi ayakta tutabilmektir.
Oysa elde edilen tüm arkeolojik, paleontolojik, antropolojik bulgular ve diğer tüm bilimsel gerçekler göstermektedir ki insan, tarihin ilk gününden beri insan olarak var olmuştur. Bundan milyonlarca yıl önce evrimcilerin iddia ettiği gibi maymunsu varlıklar değil, günümüz insanlarından, zekasıyla, zihinsel özellikleriyle, yetenekleriyle hiçbir farkı olmayan insanlar yaşamıştır. İnşa etmiş oldukları medeniyetler de bu gerçeğin delillerinden biridir.
Evrimci bilim adamları, tek hücreden çok hücreye ve ardından maymundan insana doğru uzayan sözde evrim sürecini kendilerince açıklayabilmek için, tarihin gelişimini de senaryolaştırmışlardır. Bunun için ‘ilkel insan’ın yaşam şekline uygun olacağını düşündükleri “mağara devri”, “taş devri” gibi hayali dönemler uydurmuşlardır. “İnsanlar maymunlarla ortak bir atadan türemişlerdir” yalanını savunan evrimciler, bu iddialarını kendilerince kanıtlayabilmek için arayışa girmişler ve arkeolojik kazılarda buldukları her taş ya da ok parçasını veya bir çömleği bu doğrultuda yorumlamışlardır. Oysa karanlık bir mağarada postlara bürünerek oturan, konuşma yeteneği olmayan yarı insan yarı maymun canlılar, yalnızca birer hayal ürünüdür. İlkel insan hiçbir zaman var olmamış, dolayısıyla taş devri hiçbir zaman yaşanmamıştır; bunlar evrimcilerin bir kısım medyanın da yardımıyla oluşturdukları göz boyamalardan başka bir şey değildir.
Biyoloji, paleontoloji, mikrobiyoloji, genetik bilimler başta olmak üzere bilim alanında yaşanan gelişmeler bugün evrim iddiasını tamamen yıkmıştır. Canlı türlerinin birbirlerine dönüşüp evrimleştikleri iddiasının geçersizliği anlaşılmıştır. Aynı şekilde insan da maymun benzeri canlılardan evrimleşmemiştir. İnsan, var olduğu günden bu yana insandır. Var olduğu günden bu yana da yüksek bir kültüre sahiptir. Dolayısıyla “tarihin evrimi” de hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Medeniyet İlerlediği Gibi Geriler de...
August Comte, Herbert Spencer, Lewis Henry Morgan gibi ideologlar tarafından farklı dönemlerde ortaya atılan ve daha sonra Charles Darwin’in teorisiyle birleştirilen, sosyo-kültürel evrim kavramının yanılgılarına göre, tüm toplumlar ilkellikten medeniyete doğru bir evrim geçirmektedir. 19. yüzyılın sonlarında gelişen ve Birinci Dünya Savaşı döneminde etkisini gittikçe artıran bu yanılgı, ilerleyen yıllarda ırkçılık, sömürgecilik, öjeni gibi bir çok acımasız akım ve uygulamanın sözde bilimsel temelini oluşturdu. Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan farklı kültürlere, renklere, fiziksel özelliklere sahip çeşitli toplumlar bu bilim dışı anlayış öne sürülerek, insanlık dışı muamelelere tabi tutuldu.
Adam Ferguson, John Millar, Adam Smith gibi yazarlar ve düşünürler tüm toplumların dört temel aşamadan geçerek sözde evrimleştiklerini öne sürüyorlardı. Bu dört aşama şunlardı: Avcılık ve toplama, hayvancılık, tarım ve son olarak da ticaret. Evrimci iddialara göre sözde maymunsuluktan yeni kurtulan ilkel insan yaptığı basit aletlerle sadece avlanıyor ve etraftaki bitkileri, yemişleri vs topluyordu, zihni ve yetenekleri biraz daha ilerledikçe evcil hayvan yetiştirmeye başladı, daha sonra tarımla uğraşabilecek kadar gelişti ve en son olarak da ticaretle uğraşabilecek zeka ve yetenek kapasitesine ulaştı. Ancak arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarında yaşanan gelişmeler ve elde edilen bulgular, “kültürel ve toplumsal evrimin” bu temel iddiasının bir geçerliliğinin olmadığını ortaya koydu. Tüm bunlar yalnızca materyalistlerin, insanı akılsız hayvanlardan evrimleşmiş bir canlı gibi gösterme ve felsefi olarak inandıkları bu masalı bilimde yerleştirme çabalarından başka birşey değildi.
Arkeolojik bulgular, insanlık tarihinin ilk gününden itibaren, toplumların çok ileri kültürlere sahip olduğu dönemler olduğu gibi, çok geri kültürleri yaşadıkları dönemler de olduğunu göstermektedir. Hatta çoğu zaman, son derece zengin medeniyetlerle geri medeniyetler aynı dönem içinde var olmuşlardır. Tarih boyunca, aynı dönemde yaşayan toplumların birçoğunun teknoloji ve medeniyet düzeyleri, sosyolojik ve kültürel yapıları, aynı bugün olduğu gibi birbirinden farklıdır.
Örneğin günümüzde, Kuzey Amerika kıtası tıpta, bilimde, mimaride ve teknolojide oldukça ilerlemiş olmasına rağmen, Güney Amerika’nın çeşitli bölgelerinde teknoloji açısından oldukça geri, dünya ile hiçbir bağlantısı olmayan toplumlar bulunmaktadır. Dünyanın pek çok bölgesinde hastalıklar en ileri görüntüleme teknikleri ve tahlillerle teşhis edilip, son derece modern koşullarda tedavi edilirken, diğer çeşitli bölgelerinde de hastalıkların kötü ruhların etkisiyle meydana geldiği düşünülüp, kötü ruhları kovma ayinleriyle hastalar iyileştirilmeye çalışılmaktadır.
MÖ 3000’lerde yaşayan Sümerler, Eski Mısırlılar, İndus halkı gibi toplumlar, her açıdan günümüzde yaşayan bu kabilelerle –hatta bu kabilelerden ileride olan pek çok toplumla- kıyas kabul etmeyecek bir medeniyete sahiptiler. Demek ki tarihin her döneminde medeniyet açısından gelişmişle geri kalmış, güçlüyle zayıf toplumlar bir arada varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Binlerce yıl önce yaşayan bir toplum, 20. yüzyıldaki bir topluluktan çok daha ileriye gidebilmiştir. Bu da bize gelişimin evrimsel bir süreç içinde oluşmadığını, yani tarih içinde ilkelden medeniye doğru bir gelişim bulunmadığını göstermektedir.
Elbette tarihsel süreç içerisinde her alanda büyük ilerlemeler kaydedilmiş, bilim ve teknolojide büyük gelişmeler sağlanmıştır. Fakat bu değişimleri evrimcilerin ve materyalistlerin iddia ettiği gibi bir “evrim” süreci olarak tanımlamak akılcı ve bilimsel bir yaklaşım değildir. Kültür ve tecrübe birikimi sayesinde teknoloji ve bilim gibi alanlarda sürekli bir gelişme bulunmaktadır. Ancak burada önemli olan nokta şudur; günümüz insanı ile binlerce yıl önce yaşayan bir kişi arasında, nasıl fiziksel özellikler açısından bir fark yoksa, zeka ve yetenek açısından da bir fark yoktur. 20. yüzyıldaki insanların beyin kapasitesi ve zekası daha çok geliştiği için daha ileri bir uygarlığa sahip olduğumuz düşüncesi, evrim teorisinin telkinlerinin sonucu olan yanlış bir bakış açısıdır.
Oysa günümüzde dahi farklı bölgelerdeki halklar farklı anlayışlara ve kültürlere sahip olabilmektedir. Örneğin, bugün Avustralya’daki bir yerlinin ABD’deki bir bilim adamının sahip olduğu bilgiye sahip olmaması onun zekasının ya da beyninin yeteri kadar gelişmediğini göstermez. Çok zeki olmasına rağmen, bu tip bir kabile içinde doğup hayatını sürdüren, hatta elektriği dahi bilmeyen birçok insan olabilir. Ayrıca farklı yüzyıllarda farklı ihtiyaçlar gelişmiş olabilir. Örneğin günümüz moda anlayışı ile Mısırlıların moda anlayışının aynı olmaması bizim kültürümüzün onlarınkinden daha ileride olduğunu göstermez. 20. yüzyılda medeniyetin işareti gökdelenlerken, Mısır döneminde uygarlığın kanıtı piramitler ve sfenkslerdi.
Önemli olan elde edilen bulguların nasıl bir bakış açısıyla değerlendirildiğidir. Darwinist yanılgılarla hareket eden bir kişi, ele geçen her türlü bilgiyi bu ön yargıya göre değerlendirecek, hayali hikayelerle savını desteklemeye çalışacaktır. Bulduğu bir kemik parçasına dayanarak, o bölgede yaşayan insanların neler hissettikleri, günlük yaşamlarını nasıl değerlendirdikleri, aile yapıları, sosyal ilişkileri gibi pek çok detayı ön yargısına uygun şekilde ortaya koyacaktır. Bu kemik parçasından, o dönemde, yarı dik, vücudu tüylerle kaplı, hırıltılar çıkaran, taş aletler kullanan insanların yaşadığı sonucuna varan bir kişi, bilimsel deliller bunu gösterdiği için değil, ideolojisi bunu gerektirdiği için böyle bir hikaye anlatmaktadır. Çünkü elde edilen veriler gerçekte böyle bir manzara ortaya koymamaktadır. Bu hayali manzara, Darwinist zihniyetin yorumlarıyla meydana getirilmektedir. Zira kemik parçalarının, eski dönemlerde yaşamış olan insanların hangi duygularla hareket ettiklerine, günlük yaşamlarında neler yaptıklarına, aralarındaki iş bölümünün nasıl olduğuna dair kesin bilgiler vermeyeceği açıktır.
Her ne kadar evrimci bilim adamları ellerinde hiçbir delil olmadığı halde böyle senaryolar üreterek iddialarını kanıtlamaya çalışsalar da, karşılarına çıkan her bulgu, tarafsız olarak değerlendirildiğinde, onlara bazı gerçekleri çok açık bir şekilde göstermektedir. Bu gerçeklerden biri şudur; insan var olduğu ilk günden beri insandır. Zekası, sanat ve estetik yeteneği gibi özellikleri tarihin tüm dönemlerinde aynıdır. Geçmişte de, evrimcilerin iddia ettikleri gibi ilkel, yarı hayvan yarı insan yaratıklar değil, aynı bizler gibi düşünen, konuşan, sanat eserleri meydana getiren, bir kültür ve ahlak yapısına sahip insanlar yaşamıştır. Birazdan da değineceğimiz gibi arkeolojik ve paleontolojik bulgular kesin ve açık bir şekilde bu gerçeği ispatlamaktadır.
Medeniyetimizden Geriye Kalacaklar...
Bugün sahip olduğumuz dev medeniyetten bundan yüz binlerce yıl sonra geriye ne kalabileceğini bir düşünün. Binlerce yılın kültür birikimi; tablolar, heykeller, saraylar yok olacak, teknolojiye ait neredeyse hiçbir iz kalmayacaktır. Aşınmaya dayanıklı olarak tasarlanan pek çok malzeme dahi belirli bir süre içerisinde –doğal koşullar altında- aşınmaya başlamaktadır. Çelikler paslanmakta, betonlar aşınmakta, toprak altındaki tesisatlar çürümekte, tüm malzemeler onarım gerektirmektedir. Bir de bunların üzerinden on binlerce yıl geçtiğini, binlerce ton yağmura, çok şiddetli rüzgarlara, sellere, depremlere maruz kaldıklarını düşünün. Belki de geriye kalacak olan, aynı geçmişten bize kaldığı gibi, sadece birkaç işlenmiş iri taş parçası olacaktır. Ya da, günümüzün ileri medeniyetlerinden geriye tek bir iz kalmazken, Afrika’da, Avusturalya’da veya dünyanın bir başka yerinde yaşayan kabilelerden geriye bazı izler kalacaktır. Geleceğin bilim adamları bu izlere bakarak, bizim yaşadığımız dönemdeki tüm toplumları “kültürel olarak geri” diye tanımlarlarsa gerçeği ne kadar ifade etmiş olurlar?
Ya da bundan binlerce yıl sonra üzerinde Çince yazılar bulunan bir eseri keşfeden bir kişinin, sadece bu bilgiye dayanarak, Çinlilerin garip işaretlerle birbiriyle anlaşan, geri kalmış bir tür olduğunu öne sürerse, şüphesiz bunun gerçeği yansıtmayan bir yorum olacağı açık değil midir?
Veya şöyle bir örnek düşünelim: Rodin’in “Düşünen Adam” heykeli bütün dünyaca bilinir. Bu heykelin on binlerce yıl sonra geleceğin arkeologları tarafından bulunduğunu farz edelim. Eğer araştırmacıların söz konusu toplumun inançları ve yaşayışı hakkında birtakım ön yargıları varsa ve ellerinde yeterli tarihi belge yoksa, bu heykeli çok farklı şekillerde yorumlayabilirler. O toplumda yaşamış insanların “düşünen bir adama taptıklarını” düşünebilir veya bu heykelin mitolojideki sözde bir tanrıya ait olduğunu iddia edebilirler. Ama bugün biz biliyoruz ki, “Düşünen Adam” heykeli sadece sanatsal amaçlarla yapılmış bir eserdir. Yani, günümüzden on binlerce yıl sonra yaşayan bir araştırmacının elindeki veriler yetersizse ve bir de, o döneme ait ön yargıları varsa, doğruya ulaşması neredeyse imkansızdır. Zira bu heykeli, sahip olduğu ön yargıya göre değerlendirecek ve zihninde buna göre bir senaryo oluşturacaktır. Bu nedenle elde edilen verilerin ön yargısız ve tarafsız bir bakış açısıyla değerlendirilmesi, her türlü taasuptan uzak, geniş düşünerek hareket edilmesi son derece önemlidir.
Unutulmamalıdır ki, bugün elimizde toplumların evrimleştiğine ya da geçmiş toplulukların ilkel olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Öne sürülenler sadece varsayımlardan ibarettir ve evrimi savunan tarihçilerin ya da arkeologların taraflı yorumlarına dayanmaktadır. Örneğin, bir mağaranın duvarlarına çizilmiş hayvan figürleri, hemen ilkçağ adamının çizdiği ilkel resimler olarak tanımlanmıştır. Oysa bu resimler, dönemin sanatçılarının sanat anlayışlarını da ifade ediyor olabilirler. Çağının koşullarına göre son derece modern kıyafetler içinde bir sanatçı, yalnızca sanatsal gayelerle bu şekilleri resmetmiş olabilir. Nitekim, pek çok bilim adamı söz konusu mağara resimlerinin, ilkel bir zihnin ürünü olmasının imkansızlığını vurgulamaktadır. Günümüz sanat anlayışının pek çok eseri de, binlerce yıl sonra aynı mantıkla değerlendirilseydi, 21. yüzyıl toplumunun ilkel bir kabile mi yoksa gelişmiş bir medeniyet mi olduğu sorusu birçok tartışmaya neden olabilirdi.
Bundan 50.000 sene sonra günümüz ressamlarının tabloları hiç zarar görmeden bulunsa ve günümüzle ilgili hiçbir tarihi belge kalmamış olsa o dönemin insanları çağımız hakkında ne düşünürlerdi? Van Gogh’un ya da Pablo Picasso’nun eserlerini bulan geleceğin insanları, evrimci mantığa göre hareket ediyor olsalar, günümüz toplumu için nasıl yorumlar yaparlardı? Manzara resmi çizen Claude Monet’den dolayı “daha sanayi gelişememiş, insanlar tarım hayatı yaşıyorlardı” veya Kandinsky’nin soyut resimlerinden dolayı, “henüz okuma yazma bilmeyen gelişmemiş insanlar çeşitli karalamalarla anlaşabiliyorlardı” demek günümüz hakkında onları doğru sonuçlara ulaştırabilir miydi?
Evrimci bilim adamları, kazılar esnasında buldukları kanıtları taraflı bir bakış açısıyla incelemişler, kendilerince teoriyi kanıtlamak için fosillerin üzerinde oynamalar yapmışlar ya da sadece uygun gördüklerini alıp, diğerlerini bir kenara atmışlardır. Aynı oyun, tarihin evrim geçirdiğini göstermek amacıyla da oynanmıştır. (Abram Kardiner, Posthumous Essays by Branislau Malinowski isimli yazının özeti, Scientific American, June 1918, sf.58 ) Amerikalı antropolog Melville Herskovits “tarihin evrimi” görüşünün ortaya çıkış şeklini ve evrimcilerin delilleri değerlendirme biçimini şöyle açıklamaktadır:
Kültürel evrimi savunan her araştırmacı kafasında tasarladığı insan ırkının gelişimi ile ilgili mizansene bir varsayım eklemiştir. Bu yüzden aynı evrim teorisinde bilinçli seçilen kafataslarında olduğu gibi, burada da birbirini izleyen olaylar örnek olarak alınmamıştır. Belirtilen ilerlemelerin çoğu, bir kültürün sadece bir yönünü göstermektedir. (Melville Herskovits, Man and His Works, Knopf: NY, 1950, sf. 467 )
Herskovits’in bu düşüncesini doğrulayan en önemli örneklerden biri, evrimci etnograf Morgan’ın yaptığı çalışmalardan biridir. Morgan, ilkelden gelişmişe doğru evrim süreci yaşadığını iddia ettiği bir toplumun, ataerkil ve tek eşli bir yapıya ulaşmak için geçirdiği evreleri incelemiştir. Ancak bu araştırmayı yaparken, dünyanın dört bir yanında, birbirleriyle hiçbir ilgisi olmayan farklı toplumları örnek olarak almış, ulaşmak istediği sonuca göre bu toplumları bir sıraya dizmiştir. Yüz binlerce kültür içinde neden sadece tezine uygun olan toplumları seçtiği açıkça ortadadır. Herskovits, Morgan’ın tarihi kendi fikirlerine göre nasıl yeniden yorumladığını şöyle açıklamaktadır:
Morgan, tarihte soyu belirleyen ataerkil ve tek eşli sisteme nasıl geçildiğini açıklarken, ilk önce çok ilkel bir Avustralyalı kabiledeki ana erkil yapıyı almış, daha sonra Amerikan Kızılderililerine geçerek, burada nesli belirleyici faktörün erkek olmasını örnek olarak göstermiş, daha sonra protohistorik tarihin ilk devirlerinde erkek egemen, daha çok eşli Yunan kabilelerini sosyal evrim zincirine eklemiş, son olarak da tek eşli, erkek egemen toplum olarak günümüz medeniyetini, göstererek evrim zincirini oluşturmuştur. (Melville Herskovits, Man and His Works, Knopf: NY, 1950, sf.476 )
Herskovits bu hayali zinciri, “bu seri, tarihsel yaklaşım açısından uydurmadır” şeklinde tanımlamaktadır.
Evrimcilerin “İşte Öylesine Hikayeleri”...
Geçmiş medeniyetlerden geriye çoğu zaman taş blokların, kütlesel taş yapıların ya da yüz binlerce yıl öncesinden sadece birtakım taş aletlerin kalmış olması ise son derece olağan bir durumdur. Birtakım taş yapıtlara ve eserlere bakarak dönemin insanlarının sadece taşı kullanıp işleyebilen, teknolojiden uzak geri medeniyetler olduğunu öne sürmek ise makul değildir. Bunlar, çeşitli dogmaların etkisiyle yapılan yorumlar olmak ötesinde bilimsel bir anlam taşımamaktadır. Daha önce de vurguladığımız ve pek çok önde gelen evrimci tarafından da kabul edildiği gibi, elde edilen kalıntılar toplumsal yaşam hakkında bizlere somut bilgiler veremez. Ancak bu bulgular ön yargıların olumsuz etkisinden kurtularak değerlendirilirse, gerçeğe daha yakın yorumlar yapılabilir. Yüz binlerce yıl öncesine ait bir toplumdan geriye, bu toplumlar görkemli ahşap köşklerde yaşıyor, camdan zemini olan estetik villalar inşa ediyor, en estetik iç dekorasyon malzemeleri kullanıyor olsa dahi, bunların yüz binlerce yıl boyunca maruz kalacağı rüzgarlar, yağmurlar, depremler, sellerle aşınmaları neticesinde net deliller kalmayacağı açıktır. Ahşabın, camın, bakırın, tuncun ve diğer çeşitli metallerin doğal koşullarda aşınması en fazla ortalama 100-200 yıl sürmektedir. Yani, aradan geçen 150-200 yıl sonra evinizin beton veya ahşap duvarları aşınıp gidecek, içindeki malzemelerden ise geriye çok az iz kalacaktır. Depreme, sele veya fırtınaya maruz kalınması durumunda geriye kalan izler iyice yok olacaktır. Geriye ancak aşınması çok daha uzun zaman alan blok taş parçaları kalacaktır. Zira, küçük parçalara ayrılan taş malzemeler de ufalanıp gidecektir. Dolayısıyla salt bu taş bloklara dayanarak o dönemde yaşamış toplumların gündelik hayatları, sosyal ilişkileri, inançları, zevkleri, sanat anlayışları hakkında yapılacak yorumların kesinlik taşıması mümkün değildir.
Ne var ki evrimciler mümkün olmayanı yapmaya çalışmakta, birtakım buluntuları hayali yorumlarla süsleyip, çeşitli senaryolar üretmektedirler. Gerçekleri saptırarak hikayeler üretmek, aslında bazı evrimciler tarafından da bizzat eleştirilen bir durumdur. Hatta bu yaklaşımın bir de ismi vardır: “İşte öylesine hikayeler.” Bu isim evrimci paleontolog Stephen Jay Gould’un, İngiliz öykü yazarı ve şair Rudyard Kipling (1865-1936) tarafından 1902 yılında yayınlanan aynı isimli kitaba atfen yaptığı eleştiriden gelmektedir. Kipling, çocuklara yönelik hikayelerini derlediği bu kitabında; canlıların çeşitli organlarını nasıl kazanmış olabileceğine dair hayal gücüne dayalı gelişimsel masallar anlatmıştı. Örneğin Kipling, filin hortumunu anlattığı hikayesinde şunları yazıyordu:
Günün birinde bir yavru fil annesinin gerektiği kadar yakınında durmuyordu. Nehrin parlak sularını gördü ve meraklı bir şekilde kıyıya yanaştı incelemeye koyuldu. Suyun yüzeyinde çıkıntı yapan bir tümsek vardı ve bunun ne olduğunu merak eden fil yavrusu daha yakından bakmak için suya doğru eğildi. Birdenbire o tümsek yukarı fırladı ve küçük filin burnunu yakaladı. [Bu, bir timsahtı]… Sonra filin yavrusu kalçasının üzerine oturdu ve kendisini geri itmeye başladı, itti, itti ve burnu giderek uzamaya başladı. Ve timsah çırpınarak kıyıya doğru çekildi ve kuyruğunun darbeleriyle suyu krema gibi beyaz yaptı; timsah da [filin burnunu] çekti, çekti ve çekmeye devam etti.
Gould da bazı evrimci bilim adamlarını, literatürü, yukarıdaki bu hikayeyle büyük paralellikler gösteren ve hiçbirşeyin kanıtı olmayan işte-öylesine hikayelerle doldurmakla eleştirmiştir. Aynı durum evrim teorisiyle toplumların gelişimini açıklamaya çalışanlar için de geçerlidir. Kipling’in hikayeleri gibi, evrimci sosyal bilimcilerin işte öylesine hikayeleri de sadece hayal gücüne dayanır. Ve aslında, önceleri sadece birtakım hırıltılar çıkararak kaba taş aletler kullanabilen, mağralarda yaşayan, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, sonra geliştikçe tarımla uğraşmaya başlayan, daha sonra diğer madenleri kullanmaya başlayan ve gittikçe zihinsel gelişim göstererek topluluklar şeklinde yaşayıp sosyal ilişkiler kuran sözde insanlık tarihi de suyun kenarında hortumu uzayan filin masalından farklı değildir.
Chauvet Mağarası’ndaki Büyüleyici Resimler
Chauvet Mağarası 1994 yılında keşfedildi ve bulunan resimler, bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. Bundan önce Ardeche’deki sanat eserleri, Lascaux’daki 20 bin yıllık resimler ya da İspanya Altamira’daki 17 bin yıllık eserler de ilgi çekmişti ama Chauvet’deki eserler çok daha eski bir zamana aitti. Karbon-14 yöntemiyle yapılan tarihlendirme çalışmaları sonucunda, bu resimlerin yaklaşık 35 bin yıllık olduğu ortaya çıktı. National Geographic dergisinde Chauvet’deki eserlerle ilgili şu yorum yapılmaktaydı:
Mağaranın ilk fotoğrafları uzmanlar kadar kamuoyunu da büyüledi. On yıllar boyunca akademisyenler sanatın ilkel çizimlerden canlı, natüralist resimlere doğru kademeli olarak ilerlediği kuramını ortaya koymuşlardı... Daha ünlü mağaralarda yer alan resimlerin yaklaşık iki katı yaşında olan Chauvet’deki resimler, sadece tarih öncesine ait sanatın bulunduğu en yüksek noktayı değil, aynı zamanda sanatın bilinen en eski başlangıcını temsil ediyordu. ( Ağustos 2001, sf. 156 )
Chauvet mağarasındaki Atlar Paneli, yaklaşık 6 metre uzunluğunda bir duvar tablosudur. Saldırı halindeki gergedanlar, gür yeleli atlar, bizonlar, aslanlar ve uzun boynuzlu bir tür sığır sürüsünün resmedildiği bu tablo, hayranlık uyandırıcı bir estetiğe sahiptir. Evrimcilerin ilkel çizimler bekledikleri bir dönemde sanatın bu derece gelişmiş olması, Darwinist iddialara göre açıklanması mümkün olmayan bir durumdur.
Mağara Resimlerindeki Üstün Boya Tekniği
Fransız Pirenelerindeki Niaux Mağarası, eski dönemde yaşayan insanların yaptıkları birbirinden etkileyici resimlerle doludur. Resimler üzerinde yapılan radyokarbon testleri bu eserlerin yaklaşık 14 bin yıl önce yapıldıklarını göstermektedir. Niaux Mağarası’ndaki resimler 1906 yılında gün ışığına çıkarılmışlardır ve o günden bu yana da detaylı olarak incelenmektedirler. Mağaranın en süslü bölümü, Siyah Salon olarak adlandırılan karanlık bir kesimdeki yüksek bir oyuktan oluşan köşedir. Bizon, at, geyik ve dağ keçisi resimlerinin olduğu bu bölümle ilgili olarak, Modern İnsanın Kökeni kitabında Roger Lewin şu yorumu yapmaktadır: “... komposizyonlar, yapılışlarında yaratıcılık ve bilincin etkili olduğu izlenimini vermektedir.” (Roger Lewin, The Origin of Modern Humans, W.H. Freeman and Company, New York, 1993, sf. 193 )
Bu resimlerle ilgili bilim adamlarının ilgisini çeken en önemli unsurlardan biri de kullanılan boyama tekniğidir. Yapılan araştırmalar, bu resimlerde doğal ve yerel kaynakların biraraya getirilerek özel karışımlar elde edildiğini göstermektedir. Şüphesiz bu, ilkellikten henüz çıkmış varlıkların yapamayacağı bir düşünme, planlama ve üretme yeteneğinin göstergesidir. Roger Lewin, bu boyama tekniğini şöyle anlatmaktadır:
Boya yapımında kullanılan maddeler (pigmentler) ve mineral dolgu maddeleri, Üst Paleolitik insanlarca özenle seçilerek, özel bir karışım oluşturmak üzere 5-10 mikrona dek inceltiliyordu. Siyah boya, tahmin edilmiş olduğu gibi, odun kömürü ve manganez dioksitti. Ancak ilgi, daha çok, dolgu maddeleri üzerine yoğunlaşmıştı. Dolgu maddeleri, renklere canlılık verdiği gibi, adından da anlaşılacağı üzere, boyayı kalınlaştırmaya da yarar. Dört değişik türü olduğu anlaşılan bu maddeleri, araştırmacılar birden dörde kadar sıralamışlardır: Talk, barit, potasyum feldispat ve biyotit (mika) ağırlıklı feldispat potasyum. Clottes ve arkadaşları bu dolgu maddelerini kendileri de denemişler ve çok etkili olduğunu görmüşlerdir. (Roger Lewin, The Origin of Modern Humans, W.H. Freeman and Company, New York, 1993, sf. 193 )
Görüldüğü gibi kullanılan teknik, son derece ileridir. Bu da açık bir gerçeği yeniden gözler önüne sermektedir: Geçmişte ilkel olarak adlandırılan herhangi bir varlık yaşamamıştır. İnsan ilk var olduğu günden beri, düşünme, konuşma, akletme, kavrama, değerlendirme, plan yapma, üretme yeteneği olan üstün bir varlıktır.
Tarihin hemen her döneminde ileri ve geri medeniyetler birarada aynı dönem içerisinde var olmuşlardır. Nasıl ki günümüzde bir yanda uzay teknolojisi yaşanırken, diğer yanda dünyanın çeşitli bölgelerinde insanlar ilkel koşullarda yaşamını devam ettiriyorsa, geçmişte de bir yanda görkemli Mısır medeniyeti varken, diğer yanda oldukça geri medeniyete sahip toplumlar var olmuştur. Son derece gelişmiş şehirler inşa eden, ileri bir teknolojiye sahip oldukları bıraktıkları izlerden açıkça anlaşılan Mayalar Venüs’ün yörüngesini hesaplayıp, Jüpiter’in uydularını keşfederken, aynı dönemde Avrupa’nın pek çok bölgesinde insanlar dünyanın güneş sisteminin merkezinde olduğuna inanıyordu. Mısırlılar başarılı beyin ameliyatları yapıyorken, diğer çeşitli bölgelerde insanlar hastalıkların kötü ruhların etkisiyle oluştuğunu sanıyorlardı. Sümerler hukuk sistemleri, edebiyatları, sanat anlayışları, astronomi bilgileriyle Mezopotamya’da köklü bir medeniyet inşa ediyorlarken, dünyanın bir başka köşesinde henüz yazıyı kullanmayan topluluklar vardı. Dolayısıyla, evrimcilerin öne sürdükleri gibi, nasıl ki günümüzde sadece ileri medeniyetler yaşamıyorsa, geçmiş de sadece geri medeniyetlerin var olduğu bir dönem değildi.
|
|
|
YAŞAMINDA ZENGİNLİK İSTİYORSAN RUHSAL ENERJİNİ YÜKSELT |
Yazar: Emka - 29-07-2017, Saat: 14:32 - Forum: NOTLAR
- Yorum Yok
|
|
Çok zengin bir iş insanı ile çalışmadaydık bir gün.. Oldukça neşeliydik her ikimiz de.. Danışanıma ansızın bir telefon geldi.. Kapatırken son sözü “Tamam yarın teslim oluyorum!” oldu. Çok geçmeden seansımızı bitirdik ve giderken bana “Uzunca bir süre görüşemeyeceğimizi zira uzunca bir mahkeme sürecinin sonuda aleyhinde verilen kararla hapse gireceğini ve tüm mal varlığına el konulduğunu özetledi.
Danışanımın buna rağmen son derece keyifli şekilde bir şekilde yanımdan ayrılması, ayrılırken de “Üzülecek bir şey yok. Hayat devam ediyor.” demesi dikkatimi çekti.. Bir kişisel gelişimci ve her şeyi tevekkülle kabul eden biri olarak bu üslup beni çok etkiledi.
Aradan geçen zaman içinde danışanım, cezasını çektikten sonra yaşama sıfırdan başladı ve internet üzerinden yürüttüğü mütevazı işlerle uğraşmaya başladı. Yavaş yavaş işlerini ilerletti. Zamanla iyi paralar kazanmaya başladı.. Önce borçlarını kapattı, ardından artıya geçti, işlerini büyüttü. Kısaca özetlediğim bu bir kaç yıllık süreçte danışanım neşesinden hiç eksiltmedi. Yaşamına her zamanki tevazu ve vakarla devam etti. Sonuç; eskisinden daha fazla zengin oldu ve Türkiye’nin sayılı iş insanları arasına girmeyi başardı.
Buradan çıkarılacak en büyük dersler şunlardır:
1-İnsan -büyüklüğü ne olursa olsun- karşılaştığı olumsuzlukları tevekkülle karşılamalı. Unutmamalı ki yaşamda her sorun bir ders verir ve hediyesiyle birlikte gelir. Bilgece sorunlarınızla yüzleşmediğiniz sürece sorunlarınızın (korkularınızın) içine girip ilahi hediyeyi alamazsınız.
2-Her sorun insana bir ders vermek için gelir. Unutmamalı ki yaşam okulunda önce sınava girer ardından derslerinizi çıkarırsınız. Sınavlarsa acı ve mutsuzluk veren her şeydir. Herhangi bir olumsuzlukla karşılaştığınızda bunun bir sınav olduğunu hatırlayın ve kendinize şu soruyu sorun ve cevabını almaya niyet edin “Bu sınavdan almam gereken ders nedir?” Cevap mutlaka gelecektir. Dersinizi aldığınız an yaşadığınız sorun size bir hediye verecektir.
3-Her zaman bolluk bilinciyle yaşayın. Bir kitapta okumuştum ’10 koyun otlatabilecek bir çobana 100 koyun verirseniz koyunların sayısı 10’a düşecektir. 100 koyun otlatabilecek çobana 10 koyun verirseniz koyunların sayısı kısa sürede 100’e çıkacaktır.’
4-Her şey yeri ve zamanı geldiğinde gerçekleşir. Niyet, evrenin enerjisini harekete geçiren yaşamdaki en büyük güçtür. Dolayısıyla beklenti, insanın en büyük düşmanıdır. Israrla beklediğiniz telefonun, beklediğiniz an çaldığını duydunuz mu , ne zaman telefon beklediğinizi unutursunuz, telefonunuz o ‘an’ çalar.a)İsteğimizin olmasına niyet edelim b)”Bundan daha iyi ne olabilir “diyelim.c) “Hayırlısı ne ise o olsun ” u da eklemeyi unutmayalım ,çünkü bazı isteklerimizin olduktan sonra bizi mutlu etmediğini deneyimlemişizdir .
5-Çok sevdiğim bir sözdür: “İnsan, çoğu zaman öndeki ağaca öylesine odaklanır ki arkadaki ormanı gözden kaçırır!” Evet, egosuyla hareket eden insan bunu yapar. Siz niyet ettiniz, evrenin dinamiklerini harekete geçirdiniz. Siz sadece sorununuzun NE olduğunu beyan edin, NASIL kısmına takılmayın. Tek bir olasılığa odaklanmayın.Ruhsal yolculuğunuza tevekkülle teslim olun
6-Şu çok önemli: Para enerji değiş tokuş simgesidir ve maddi durumunuz sizin ruhsal enerjinizi yansıtır. Yaşamınızda bolluk istiyorsanız -her şeye rağmen- sevinç içinde olun. Sonuca odaklanmayın, neden olun. “Geçmiş geçmişte kaldı.” diyerek suçluluklarınızı bir kenara bırakın ve ‘şimdi’ye odaklanın. Unutmayın ki gelecek şimdi şu an başlar. Şimdiye kadar sevinç içinde yaşarsanız kendinize mükemmel bir gelecek yaratır, dolayısıyla mükemmel bir geçmiş bırakırsınız. İşe önce kendinizden başlayın. Ne olursa olsun kendinizi sevin, değer verin. Kendinizi sevmek ruhsal enerjinizi yükseltir, auranızı bolluk-berekete uyumlu hale getirir, her zaman kendinize, size sevinç veren kişileri, durumları ve olayları çekersiniz.
Sevinç içinde olmak bir yüksek frekanslı bir haldir. Ruh neşedir. Bu hal içinde olduğunuz takdirde , sezgi kanallarınızı temizler, ilhama açık bir varlık haline gelirsiniz.
Kendini çok seven değer veren bir insan -düşmanı dahil- herkesi sever. Bu, bir bilgeliktir, erdemdir. Kendini seven bir insan kendini asla yargılamaz, suçluluk hissetmez, sadece OLUR.. Siz de sadece OLUN. İyi ya da kötü değil, doğru ya da yanlış değil sadece OLUN. Neyseniz o OLUN.
Herkes gerçeği bulmak için yaşam okulunda kendince dersler, yöntemler ve üslup belirler. Bunlar sosyal kimliğimizi ve karakterimizioluşturur. Kendi olmayı başarabilen bir insan bunu farkındadır ve herkesi olduğu gibi kabul etmeye başlar. Bu, kişide yüksek bir ÖZGÜVEN oluşturur.
7-Kendinizi ve insanları sevdiğiniz gibi işinizi de sevin. Sevmediğiniz bir işte çalışmak bir esarettir ve ruhsal enerjinizi düşürür. İşinizi sevmiyorsanız, seveceğiniz bir iş bulun kendinize. İşiniz sizin aynanızdır. Onu ne kadar severseniz o kadar kendinizi ortaya koyar ve yaratıcı olur.
8-Risk alın! Herkes GERÇEĞİ aramak için yaşam serüvenine katılır. Gerçeğe ulaşmak için ruhumuz bizi, daha önce deneyimlemediğimiz gizemlere, serüvenlere sürükler. Ego, bilinmeyenden korkar ve sizi yaşamınızla ilgili önemli vizyonlar belirlemenizden alıkoyar. Oysa ki insan üniversitede bir hocamın da dediği gibi risk almadan büyük vizyonlar geliştiremez. Ekonomiyle içli dışlı olanlar bunu çok iyi bilir. Belki şu sözü duymuşsunuzdur: “Kendini boşluğa bırakmadan kanatlarının genişliğini bilemezsin.”
9-Son olarak… Tüm bu saydığımız meziyetleri geliştirmek istiyorsanız bir çocuğu örnek alın, yaşamı onların gözlerinden görün.. Çocuklar, dünyanın en erdemli ve bilge varlıklarıdır. Kollektif bilinç onların kafasını henüz karıştırmamıştır. Yükselmiş bir üstadın da söylediği gibi “Belki de insanlığın temellerindeki tek hata çocukların büyümesidir.”
Çocuklar, yaşam okulunun en büyük öğretmenleridir. Ben oğluma birey olması konusunda rehberlik yaparken o bana ebeveyn olmayı öğretir.. Onlara saygı duyduğumuz sürece onlar bize çok şey öğretir. Çocukların bize öğrettiği en önemli şey belki de bolluk-bereket bilincidir. Dikkat edin onlar istedikleri her şeye bir şekilde sahip olur. Onlar her zaman şimdidedir, buradadır. Onlar büyük bilgeler ve liderlerdir. Lider olmak istiyorsanız çocuklara iyi bakın ve ömrünüz boyunca her gün biraz daha karanlığa ittiğiniz çocuğu artık gün yüzüne çıkarın ve onu çok sevin!
Uzun lafın kısası… ZENGİNLİK ASLINDA MANEVİ BİR YOLCULUKTUR. Benliğinizi oluşturan parçalardan birinden yoksunsanız YOKSULSUNUZ demektir. Bir bütün olun ve ZENGİN olun.
Doyum içinde yaşayın. ZENGİN HER ŞEYE SAHİP OLAN DEĞİL EN AZ ŞEYE İHTİYAÇ DUYANDIR.
İşte bir zenginin hikayesinin bana düşündürdükleri…
Yaşamınız huzur ve mutlulukla BOLLUK-BEREKET içinde geçsin.. Sevgi ve ışıkla
Alıntı …
|
|
|
İSTANBUL'DA YAŞANAN ŞİDDETLİ FIRTINALAR HAARP PROJESİNİN SEBEBİ |
Yazar: Archilles - 29-07-2017, Saat: 14:28 - Forum: GÜNCEL HABERLER
- Yorum Yok
|
|
İstanbul’da gece saatlerinde başlayan yağış sabah etkisini artırdı. Şu sıralarda da yağış çok şiddetli şekilde etkili olmaya devam ediyor. Yağışla birlikte fırtına da etkili oluyor.
Bu fırtına öncesi gökyüzü aniden kararmış ve sanki gece yarısı olmuştu, sadece yarım saat içinde kararan gökyüzü sonra aniden açıldı ve avuç içi büyüklüğünde tolu yağmaya başladı.
Peki bunların hepsi doğal mıydı ? Bizce değildi… Gökyüzü anomalileri pek çok bölgede gözlemlendi ve gerçekten garip görüntüler ortaya çıktı.
Yıllarca kendi ülkesi ABD’de HAARP ve Yağmur bombalarını test edenler şimdi Türkiye’de mi test ediyordu?
İran eli ile tüm Türkiye’de elektriği keserek bir test yapanlar şimdi de yağmur ve fırtına ile birşeylerin testini mi yapıyorlardı acaba ?
Şiddetli yağışın öğle saatlerinde kadar etkisini sürdürmesi, öğle saatlerinin ardından bir süre daha devam ederek etkisini kaybetmesi bekleniyor. Yağış nedeniyle İstanbul Metrosu ve metrobüs yollarında su baskınları yaşandı, E-5’te trafik durma noktasına geldi. AKOM’dan ve İstanbul Valiliği’nden de İstanbullulara çok önemli uyarı geldi.
Hatta yağmurun şiddeti o kadar çoktu ki sel suları denize karistiginda ilginç görüntülere yol açtı…
Şöyle bir hafızanızı yoklasanız? Kaç tanemiz böyle bir şimşek olayı hatırlıyor hatıralarında?
Marmara’da gözlemlenen bu şimşek olayı ile ilgili bazı bilim adamları “şimşeklerin yatay olmayacağını, dikey bir vaziyette ineceğini ve bunun istisnai bir durum olduğunu söylüyorlar. Evet istisnai durum… Bilim adamları maalesef “HAARP” diyemiyorlar ama o istisnanın ismidir bu…
Türkiye semalarına geçmeden önce Kazakistan’da da benzer şeylerin olduğunu hatırlatmak isterim ancak bir fark var…
Kazakistan’da öncesinde veya sonrasında deprem olmadı…
HAARP teknolojisi ile mevcut hava durumu manipüle edilebilirken, doğal yağmur bulutları bir bölgeden başka bir böleye transfer edilebiliyor ve yine yapay bulutlar oluşturularak iyon yüklemesinin ardından elektromanyetik frekanslar ile yapay bulutların bulunduğu bölgede nem oranı yok edilerek kuraklık meydana getirilebiliyor. Bunun sağlanması için de Chemtrail uçakları biyo-kimyasal spreyleme yapmaya devam ediyor.
Colby College profesörü James R. Fleming’e göre, ABD askeri araştırma projesi olan bulut tohumlaması 1830’ların başlarında başladı. Doğrulanmış başarılı yağmurlama girişimleri 1915 yılına kadar gerçekleşmedi.
1915 yılında San Diego’da yapay bulutlar iyon tabakası oluşturuldu ve bir deney yapıldı. Bu deneyden sonra 28 inçlik ekto plazma çerçevesinde 17 gün adeta tufan yaşandı, çok sayıda ölüm, bir çok köprü yıkılması, bir çok binanın çökmesi, yolların darmadağın olması ve iletişim hatlarının kopması ve binlerce insanın evsiz kalması ile sonuçlandı bu deney…
1943 Yılında Hamburg’da radar ekranları garip bulutları tespit etmişti ve askeri yetkililer yaptıkları araştırma da bu bulutların yoğun bir sismik bombardımana maruz kaldığını iddia etti. 1946 yılında ise General Electric’in Vincent Schaefer Berkshires’ta ki Greylock Peak’ta özel bir deney yapıldı ve küçük bir bulut bir parçasına altı kilogram kuru buz düşmesi sağlandı ve atılan üç millik patlayıcılar ile toprağa düşmesi sağlandı.
1946 General Electric’in Vincent Schaefer Berkshires’taki Greylock Peak’tan soğuk bir bulut içine altı kilo kuru buz düşürerek bulutta üç millik bir “patlayıcı” büyümeye neden oldu.
1949 Yılında Cirrus projesi başlatılmıştı, Alaska’da ki HAARP antenleri kullanılarak Nobel ödüllü Irving Langmuir çok özel ve gizli bir deneme yapacaktı.
Projenin finanse edilmesini sağlayan ise Mason bir profesör olan Vincent Schaefer’di.
Gümüş iyonize üfleme aparatı ismini verdikleri cihaz ile tam 320 milyar galon yağmuru bir hafta boyunca New Mexico üzerine ve Albuqeuergue yakınlarına yağdırmayı başarmışlardı.
************
ABD, Vietnam’da ciddi bir kayıp vermişti daha sonra bir vietnam askerlerinin olduğu bölgeye iyonize yağmur bulutları ile yazın ortasında şiddetli yağmur yağdırdı…
**********
Küba Devlet başkanı ABD tarım alanlarımızı vuracak dedi 9 gün sonra Fidel Castro’nun konuşma yapacağı gün yaz ayının ortasında şiddetli yağmur yağdı ve tum mahsulleri telef oldu…
************
Manhattan projesi geliştirildi iyonize sünni yağmur bulutu tasarlandı Arizona’ya yaz ayının ortasında şiddetli yağmur yağdı….
***********
Arap şehri Riyad’da japon bilim insanları ve Arap is adamları sondaj sonrası ayrım ve analiz cihazı için bir araya gelecekleri gün yaz ayının ortasında şiddetli yağmur yağdı tesisi su bastı proje bir kaç ay ertelendi ve sonra ihaleyi ABD aldı
************
Sovyetler Birliği 1 afgan 1 Azer 1 Iranlı 3 CİA ajanı yakaladiginı iddia etti kamera önünde sorgulanacagini Gorbaçov açıkladı 2 gün sonra yaz ayının ortasında şiddetli yağmur yağdı catiya yıldırım çarptı cezaevinin çatısı çöktü ne tesadüf ki itirafçı mahkumlar öldü…
************
Libya Başkanı Kaddafi, Çad devlet başkanıyla ticaret ve askeri anlaşma icin gorusecekti yaz ayının ortasında iki ülkede de 4 gün şiddetli yağmur yağdı görüşme olmadı sonra da Cad’da iç savaş çıktı…
************
BUGUN MARMARA’DA SİDDETLİ YAGMUR YAGİYOR
USTELİK YAZ AYININ ORTASİNDA
Dün Chemtrail kimyasal spreylemesi ile Marmara semalarinin haritaya çevrildiğini de unutmamak gerek…
Sonuç olarak HAARP sistemini takip ediyoruz ve buna göre ön görülerde bulunuyoruz. Bugüne kadar yaptığımız 100 tahminden 90’ı doğru çıktı. Bu sistem sadece HAARP ile değil HAARP+CİFİR+Metafizik İstihbarat ile takip edilen bir sistemdir ve bu yüzden deprem tahminlerini yapabilmekteyiz.
Kaynak: Kursad BERKKAN
|
|
|
Ölüm Yolcusuna 26/04/1953 |
Yazar: Neval Ercan - 28-07-2017, Saat: 18:20 - Forum: NOTLAR
- Yorum Yok
|
|
Yolcu, dur! Nereye koşuyorsun böyle? Söyle?
Telaş içinde hangi diyarlara gidiyorsun?
Nereye sahip olmak için acele ediyorsun?
Gideceğin yer hakkında bilgin var mı?
Bu meçhul yolculukta sana en lazım olanı tedarik edebildin mi?
Halbuki fani bir ömür içinde avare dolaştığın yollarda bile "lazım olur" endişesiyle, beraberinde bir sürü manasız ve hüviyetsiz şey taşımıştın.
Bu hakiki yolculukta ise niye bomboşsun?
Hayattan dönüşünde tabiat kanunlarının seni çırılçıplak bırakacağını hiç düşündün mü?
O halde kendini koruyacak neye sahipsin şimdi?
Karlı dünyalarda çocuklar oynarlar, karlar içinde kardan adamlar yaparlar. Bu ancak kar mevsiminde kabil olur. Karlar eriyince adam da ortadan kaybolur. Tabiat kar mevsimi gibidir. Ayrılırken, verdiğini en küçük zerresine kadar geri alır. Sen de giderken, malik olduklarını onun kesafetine terke mecbursun.
Hiçbir şeyi öbür tarafa geçirmeye muktedir olamayacaksın. Hatta onun içinde tanıdığın kendi hüviyetini bile!
Bak, artık düşünebiliyorsun. "Tabiat geri alacak olduktan sonra, malik olduklarımı bu kadar büyük bir cömertlikle bana niçin veriyor?" diyorsun, değil mi?
Düşün ki, sen de ona verdin. Onu şekillendirdin, manalandırdın, tezyin (1) ettin. Sen de giderken ona kendinden, hakiki varlığından ne bırakabiliyorsun ki?!...
O halde ikiniz de haklısınız.
O cömerttir. Ama yalnız kendi ikliminde, kendi mevsiminde. Tıpkı kar gibi. Çerçevesini aşanlara, onu terk edenlere hiçbir şey hibe etmez. Cömertliği ancak muhtevası içindir.
Senin de elbet bir gayen ve bu gayenin icap ettirdiği vazifen vardır.
O vazife, tabiatın maddesini kullanırken onun sana hazırladığı imkanlardan istifade ederek müstakbel hayatlarının karanlık yollarını aydınlatacak ışıklar istihsal (2) etmektir.
Madde kainatı onun ışıklarını yakamayanlara sonsuz bir zulmet (3) girdabı olur. Bu ışıklar ancak ve ancak iç alemin kıvılcımlarıyla yanar.
İç aleminde bir zerre kıvılcım biriktirmemiş olanlar bu nurdan elbette ki nasipsiz kalırlar.
Vakit erkendir yolcular!
İçinizi kıvılcımlandırınız. Ruhunuzun bütün ampullerini yakınız. Kendi derinliğinizde nurdan bir alem yaratınız. O alem ebedi yolculuğunuzda size ışıktan bir rehber olsun. Ve öteki ışıkların (madde kainatı ışıkları) manasını da bir ışık lisanının bütün vuzuh (4) ve belagatı (5) ile size izah edebilsin.
İçinizin aydınlanması lazımdır. İçinizin aydınlanması, melekelerinizin inkişafı ile mümkündür.
Ruhunuz katmerli bir güle benzer. Onu saran yapraklar vardır. O yapraklar melekelerinizdir. Onları renklendirmeye, aydınlatmaya ve bir ahenk içinde inkişaf ettirmeye çalışınız ki, o renkler size büyük yolculuğunuzda çeşitli hakikatleri göstersin.
O armoni size madde kainatının intizamını hissettirsin.
O aydınlık ise mevcudatın ihtişamını ve o ihtişamı ile yaldızlanan varlığınızın manasını size aksettirsin.
Ve siz ancak o zaman bu tekamül okyanusunun koynundaki esrarı çözerek, iyinin, güzelin, rengin ve ahengin derinliğine ulaşmış olursunuz. Hayatı ve ölümü elinizde, varlıkları da emrinizde tutabilirsiniz.
Ve nihayet siz, her şeyin hakiki manasına ulaşabilmek emeliyle çözmeniz için tertiplenen kainat muadelesini (6) hal yolunda mesafeler katetmiş bulunursunuz.
İşte bu bilgi sellerinin içindeki akış, sizi, tekamül yolunun yüksek kademelerinin kendine has ilahi huzuru içinde saadetlerle örter.
.............
Ruhsal Tebliğler
|
|
|
|