|
İnsan denen varlığı, organizmayı anlayabilmek ve anlatabilmek için ‘Dördüncü Yol’ ekolü, enerjiler tablosunu da gözönüne alarak oldukça farklı ve özgün bir tanımlama yapmıştır. Kendimi bir ölçüde yakın kabul ettiğim Dördüncü Yol Düşüncesi’nin açıklamalarını yorumlayarak sunmak istedim. Buna göre insanın dört özelliği ya da boyutu vardır:
1. Mekanik bir motordur, 2. Canlı organizmadır, 3. Deneyim merkezidir ve 4. Kozmik bir araçtır.
İnsan da yaşayan tüm canlılar ve organizmalar gibi hayatiyetini sağlamak ve sürdürebilmek için enerjiye gereksinim duyar; her türden enerjiyi alır, işler, dönüştürür, kullanır, açığa çıkarır (serbest bırakır); fazlasını da ya tekrar kullanır, ya depolar, ya da atık halinde organizmasının dışına bırakır. Başlangıçta edinebildiği tüm enerji unsurlarını en fazla da hareket ve ısı enerjisine dönüştürerek kullanır, yeni hücreler ve dokular üretir, eskiyen veya harap olanları yeniler. Bu aşamalarda termodinamik yasaları işler, rejenerasyon durmaksızın sürer… Her türden enerji için her bünyenin ve her aşamada farklı bir edinim, işlem, üretim, kullanım, tüketim ve dağıtım kapasitesi vardır.
Dilerseniz insan’a bir de böyle bakalım ve sırasıyla irdeleyelim.
1. Mekanik Bir Motor Olarak İnsan:
Vücudumuz öncelikle enerji ile çalışan, mekanik ve fiziksel olarak güç üreten, iş yapan bir makinedir; transformatör, jeneratör ve distribütördür. Yani dışarıdan aldığı mekanik enerji unsurları olan yakıtları (düşük enerjileri) kullanan, onlardan fiziksel ve psişik yeni tür enerjiler üreten (dönüştüren), toplayan (akümülatör), depolayan ve gerektiğinde dağıtımını da sağlayan bir otoprodüktördür.
Mekanik bir motor olma özelliğini kemikler, kaslar, kıkırdaklar, tendonlar, çeşitli mafsal (eklem) ve manivelalar; içinde değişik sıvıların ve sıvılaştırılmış enerji unsurlarının (besin, kan, lenf, mineraller, sıvı ve katı atıklar…) akabildiği çok değişik çap ve uzunluktaki borular, tüpler, kanallar, pompa, piston, kapsül (conta), vana ve kapaklardan, kaldıraç ve tulumbalardan alır. Zaman zaman bazı fonksiyonları yavaşlayabilir; ancak bağlayıcı, plastik, yapıcı ve hayatî enerjileri varolduğu sürece bu çok karmaşık ama mükemmel düzeneğin iyi korunması ve çalışma esnasındaki aksamalarına, kimi zaman da uyarılarına kulak verilerek zamanında müdahale edilmesi gerekir.
Uygun çalışma ortamı oluşturulup enerjisi aksatılmadan sağlandığında bu motor kendi ihtiyaçlarını karşılar, gereken ürünleri imal edip savunma mekanizmalarını güçlendirir, kısmen kendi onarımını yapabilir, olumlu müdahalelerle dayanıklılığı ve esnekliği ile birlikte enerji üretim ve işlem kapasitesi artırılabilir; daha iyi hizmet verecek hâle getirilebilir; bakımı da zamanında, sürekli ve düzenli yapılırsa bütün motorlar ve makinalarda olduğu gibi faydalı ömrü uzatılabilir.
Kısacası bu mekanik motor, en alt düzey kabul edilen “dağılmış” enerjiyi alıp işleyerek önce “yönlenmiş” enerjiye, sonra “bağlayıcı” ve derken “plastik” enerjiye dönüştürerek Mekanik Enerjiler Döngüsü’nü tamamlar (yazının sonundaki ‘Enerjiler Tablosu’na bakınız). Bunu yaparken de her sonraki tür enerjiyi tekrar tekrar işleyerek, daha üst enerjilerin hammaddelerini ve yarımamul maddelerini üretmeye devam eder. Yani varoluşumuzun temeli çok karmaşık olan bu motorun işlevlerine bağlıdır. Anatomik ve fizyolojik gereklilikler ihmal edilirse patolojiden kaynaklanan sorunlar ortaya çıkabilir ki bu da ileride mental ve psişik yapımızı ve düzenimizi olumsuz etkileyebilir. Ama bütün mekanik motorlar ve organizmalar gibi insan vücudu da zamanla kaçınılmaz olarak yorulur, aşınır bazı parçaları veya bölümleri eskisi gibi işlev göremez olur, nihayetinde artık çalışamaz hâle gelir ve durur.
2. Yaşayan (Canlı) Organizma Olarak İnsan:
İnsan sadece mekanik bir motor olmayıp, aynı zamanda yaşayan bir organizmadır; ve bütün canlı organizmalar gibi bu sistem de kendi kendine hareket edebilme ve kendini adapte edebilme yeteneği kazanmıştır. ‘Yapıcı’ enerjiden ‘hayatî’ enerjiye, oradan da ‘otomatik’
ve ‘duyusal’ enerjilerin oluşumu ve kullanımına geçilir. Bütün süreçlerde olduğu gibi burada da ancak bir alttaki enerji türünün kullanılıp işlenmesiyle veya onların yardımıyla bir üst enerjiye geçiş söz konusu olabilir. Örneğin hayatî enerjilerin kullanıldığı bu aşamada kendi kendine hareketin ardından, soluma, özümseme ve düzenleme yapabilen bir canlı organizma aşamasına ulaşılır.
Böylelikle vücut denilen organizma bir yandan mekanik bir motor dediğimiz temel fiziksel yapısına kavuşur, öte yandan da hayatiyete geçerek yaşayan (canlı) bir organizma olmaya başlar. Ama henüz yaşamın kendisi olma aşamasına erişememiştir. Yani bir başka deyişle bu aşamada kendi zihni ve genetiği henüz oluşmamıştır.
Solunum, dolaşım, kas-eklem-kemik ve hormon sistemi; nihayetinde tüm bunlara bağlı, zihinsel, ruhsal ve bilinçsel sistemler kendini yenileyerek güçlenir; daha dirençli ve daha düzenli çalışır duruma gelirler. ‘Dinamik denge’, ‘aktif dinlenme’ … kavramları hep yaşayan bir organizma olmasının ardından gözetilecek hususlar ve gereklilikler olarak ortaya çıkarlar.
Mekanik bir motor ve yaşayan organizma olan bedenimiz bütün bu beceri ve yeteneklerinin yanında üstelik de başta karaciğer olmak üzere tüm iç salgı bezleriyle birlikte mükemmel bir laboratuvardır. Ama biz bu gerçeğe gözlerimizi kapatıyor, bütün bunları gerektiği kadar bilemediğimizden onu yeterince sevemiyoruz. Oysa hakkında gerçekte hiçbir şey bilmediğimiz halde o kadar çok şeyi, kavramı ve kişileri sevdiğimizi sanıyor ve böylelikle de kendimizi avutuyoruz ki… Cehaletimizin ilk aşaması buradan başlıyor.
Derken insan, yaşamdaki amaçlarına ulaşabilmek için hakkında eksik bilgiye sahip olduğu bu organizmayı kullanmaya başlar… Ancak zaman içinde örselenen, yorulan ve yaşlanan organizmanın dış etkenlere karşı (virüsler, mikroplar, bakteriler, mantarlar ve başka mikroorganizmalar… vd.) olduğu gibi soğuğa ve sıcağa karşı daha dayanıksız ve örneğin travmalara karşı da daha dirençsiz hâle gelmesi kaçınılmazdır.
3. Deneyim Merkezi Olarak İnsan
Organizmayı, daha sonraki ve daha üst düzey işlevlere hazır olabilmesi için zinde tutabilmenin yaşamsal önemi vardır.
Daha üst boyutlara ve enerji türlerine doğru gidildikçe fiziksel ya da motor algıların yerine doğal olarak duyusal, şuurlu… enerjiler önem kazanmaya başlar. Ama bunların dönüşümleri artık daha alt düzeylerdeki mekanik enerjilerde olduğu gibi otomatik veya kendiliğinden gerçekleşmez, mutlaka düzenli ve sistemli bir çaba ile geliştirilmeleri gerekir. Çünkü artık sırasıyla bilginin, aklın, zihnin ve bilincin bu sürece dahil edilmesinin vakti gelmiştir. Bir başka biçimde ifade edersek, fiziksel ya da motor bölümlerdeki aksaklıklar çeşitli semptomlarla kendilerini belli ederler (ağrı, sızı, sancı, akıntı, güçsüzlük… vb), ama duyusal ya da şuurlu enerjinin yetersizliğini ya da yokluğunu fiziksel araçlarla algılayamayız. Mental düzensizliklerin, bozuklukların ve rahatsızlıkların bunları yaşayanlar tarafından (nedenleri ile birlikte) doğru algılanabilmeleri de aynı şekilde bir hayli güçtür. Çünkü durumun nedenlerine olan duyarlılığımız ya kaybolmuştur ya da böylesi bir duyarlılık bilgi, uzmanlık veya idrak eksikliği nedeniyle zaten başından beri hiç oluşmamıştır. Bu durumda doğal olarak henüz ‘şuurluluk’tan sözetmek de mümkün değildir.
Deneyim merkezi olabilmek için, herşeyden önce bu verilerin toplandığı bir ana depolama birimine ihtiyaç vardır. Bu merkez beyindir. Depolanan bu ham bilgileri de beyin, akıl ve zihinle birlikte işleyerek hâfızayı oluşturur. Böylelikle yavaş yavaş basit bilgilenme ve çözümleme yapabilme yeteneği oluşmaya başlar. Ama henüz şuurlu enerjiye geçilmemiştir.
Verilerin toplanması ve değerlendirilerek düzgün bir biçimde depolanmasının ardından, işlenmeleri ve çıkarımlama yapılabilir hâle gelinmesiyle birlikte şuurlu enerjinin oluşabileceği ortam hazırlanmış olur. Entelektüel seviye ve şuur seviyesinin herkeste farklı olması doğal ve olağandır. Ama şu bir gerçek ki şuurlu (bilinçli) enerjiye ulaşıldığında ‘kozmik enerjiler’ dediğimiz üst enerjilerin ilk basamağına da erişilmiş olunacaktır.
Zaman ile bağlantımız düşünce aracılığıyla sağlanır; mekân ile her türlü ilişkimizi duyularımız sağlar; daha üst enerjilerle ve sonsuzlukla olan bağlantılarımızsa ancak bilinçle ve üst-bilinçle sağlanabilir.
Şuurlu enerji kullanılamadığı sürece daha üst bilinç durumlarına ulaşılamaz.
4. Kozmik Bir Araç Olarak İnsan:
Şuurlu enerji durumunda, kendinden önceki veya daha alt seviyelerdeki tüm enerjiler daha doğru ve her bir önceki seviyeye göre ‘daha akılcı’ kullanılıyor demektir. Tabloya bakarsak, aşağıdan yukarıya doğru dokuzuncu sırada yer alan ‘şuurlu enerji’ bir bakıma en kritik eşiktir. Nedeni en önemli bireysel dönüşümün ve kendinden öncekilerle kıyaslanamayacak kadar büyük atılımların burada ve bundan sonraki aşamalarda yaşanabilecek olmasıdır. Yani insanın asıl büyük psişik ve ruhsal potansiyeli burada ortaya çıkar, büyük dönüşümü de buraya ulaşılmadıkça başlayamaz.
Ancak şuurlu enerji ile ‘bütün’ün farkına varılır ve kısmen de o bütünle ‘bir oluş’un mümkün olabileceği anlaşılabilir.
Bir başka önemli husus, bu seviyeden itibaren duyusal potansiyelin gelişmesiyle duyusal enerjinin işlevlerinin hem çeşitlenip zenginleşmesi hem de kalitesinin artmasıdır. Sıradan insan bu aşamadan itibaren sıradışı insan olmaya başlar. Yani duyuları, algıları, verileri işleme ve onlardan sonuç çıkarma kapasitesi artar. Daha yüksek duyusal ve mental özelliklere sahip olunur; otomatikliğin ve içgüdüselliğin yerini bilinçli davranışlar, doğru ve bilinçli bilgiler almaya başlar. Artık her yeni verinin (bilgi) daha rafine ve doğru biçimde işlendiği ve onlardan daha doğru sonuçlar çıkarılabildiği bir aşamaya ulaşılmıştır.
Bu, daha önce algılanamayan, ayırdına varılamayan şeylerin algılanabilir, anlaşılabilir, işlenebilir ve bu süreçten doğru ve yeterli sonuçlar alınabilir hâle gelmiş olduğu; aynı zamanda “farkındalığın” da oluştuğu ve bu durumun farkına varıldığı aşamadır. Bu sayede daha önce bilinemeyenler bilinebilir, görülemeyenler görülebilir hâle gelmeye ve bu durum da giderek süreklilik kazanmaya başlar.
Böylesi bir erişimde, bu aşamaya gelinmiş olması nedeniyle sağlanmış olan kapasite artışından başka ve onunla birlikte, daha alt enerji biçim ve unsurlarıyla hem daha gerçekçi ve doğru (bilinçli), hem de daha hızlı, etkin ve yararlı ilişkiler kurulmasını sağlayan bir iletişim ağı tesis edilebilmiş olmasının etkisi vardır. Örneğin salt bir yakıştırma ve kıyaslama olarak düşünürsek, yapıcı enerjilerde enerji gereksinimi ve kullanımı kilobyte ile sınırlıysa, hayatî enerjiler aşamasında gereksinim megabyte’a, otomatik enerjilerde gigabyte’a, duyusal enerjilerde hem ilişkiler hem de kapasite kullanımı terabyte’a çıkar. Şuurlu enerji aşamasından itibaren yavaş yavaş sınırsız kozmik enerjiye doğru açılım gerçekleşir; bir yandan onu ‘kullanmaya’ başlarken, bir yandan da ona ‘katılmaya’, yani ‘bir olmaya’ başlarız. Kozmik enerjide artık kilo/mega/giga/tera sınırlamalarından yavaş yavaş ve gelişiminiz ölçüsünde kurtulmaya başlarsınız. Aydınlığınız gittikçe dışavurmaya başlar, böylelikle çevrenizi ve başkalarını da aydınlatırsınız.
Ama burada bile hep kaçınılmaz olarak kalan, ya da gerekliliğini sürdüren birşey vardır. Ne kadar üst enerjilerle çalışırsanız çalışın, alt enerjilere de ihtiyacınız daha uzunca bir süre devam eder. Onların oluşumlarında ve işleyişinde meydana gelebilecek aksaklıklar ve sorunlar aşağıdan yukarıya doğru işleyen bu süreci olumsuz etkileyecektir. Kapasite kullanımını da, nihai ürünün kalitesini de etkileyecek böylesi bir süreç tâ ki onlara ihtiyacınız kalmayıncaya kadar devam edecektir. Yani öyle bir süreçte görünürde hiçbir şey olmasa bile, psişik merkezlerinizin düzgün çalışması sekteye uğrar; mekanik motordaki arızalar canlı organizmada işlev bozukluklarına, bu bozukluklar bilgi ve deneyim merkezlerinde aksamalara, yıpranmalara, bilgi kayıplarına, erişim sorunlarına neden olur; o sorunlar da kozmik amaç ve hedeflere ulaşımdaki hızınızı azaltır, bunlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek diğer sorunlar zaman kaybettirir, zihin, alt şuur devreye girer… vb; nihayetinde farkındalığınız olumsuz etkilenir.
Şuurlu düşünce olmadan şuurlu hissetme olmaz. Şuurlu hissetme olmadıkça da doğru çözümleme ve şuurlu eylem gerçekleşemez. Kendi kendini gözlemleme, konsantrasyon, içe bakış ve meditasyon bu aşamanın gereklilikleridir. Sizi yarı-uyanıklık ve yarı-şuurluluk’tan uyanıklığa, daha ileri boyutta şuurluluğa eriştirecek ve yalnız eriştirmekle kalmayıp o düzeyde kalabilmenizi, geriye gitmemenizi sağlayacak araçlardır bunlar. Şuur enerjisine sahip olmadan ve onu doğru kullanmadan tam uyanıklık (yani farkındalık) mümkün değildir. Eski – yeni tüm üstadlarla büyük mistiklerin, sufîlerin sözbirliği etmişcesine ‘zihnin oyunlarından ve tuzaklarından kurtulmak’ derken kastettikleri de bir bakıma budur. Daha alt düzeylerde ve o düzeylerdeki enerjilerin kullanımında önemli işlevleri olan ve gerekli olduğunu kabul ettiğimiz zihin, o nedenledir ki (kendi yapay kalıpları, önyargıları ve bağımlılıkları nedeniyle) bu aşamadan itibaren artık bilince ve en içteki özümüze erişmemizin önünde engel olmaya başlar.
Yaratıcı Enerji hakkında pek fazla birşey söylenemese de şimdilik onun bütün varlıkları yaratan ve hattâ koruyan güç olduğunu belirtmekle yetinebiliriz. Sürekli etkisi altındayız, ama bunu farkedemiyoruz. Bir başka yönden bakarsak; oradan alabildiklerimizle, insan olarak hepimizde az çok bulunan bu enerjiyi harekete geçirerek ve kullanarak bizler de yaratıcı eylemlerde bulunabilecek varlıklarız, daha doğrusu bu potansiyele sahibiz.
Psikolojik fonksiyonlarımızın olmazsa olmazı, yani asgarî gerekli üçlüsü otomatik + duyusal + şuurlu enerjilerdir. Bunlara bir üst enerji olan Yaratıcı Enerji’den edinebildiğimiz kadarını eklediğimizde bizler de ‘yaratıcı yaratıklar’ oluruz.
Notlar, Yorumlar
Sıradan bir insan yaşamını pekâlâ ‘otomatik enerjiler’le, veya oraya kadarına erişebildiği enerjileri ve sadece o enerjilerle çalışan psişik fonksiyonları ile sürdürebilir. Çok az sayıda insan duyusal enerjilerini oluşturup kullanarak algısını, çözümlemelerini, çıkarımlamasını geliştirebilir ve daha kaliteli bir yaşama ve biraz daha üst bilince ulaşmış olur.
Gelişmenin önündeki en güçlü engeller, sıradan inançlar, önyargılar, umutsuzluk ve değişim korkusudur. Tabii cehalet ve ego da bunlara yardımcı olur. Şüphe ise gerçekte gelişmenin hızlandırıcısıdır; çünkü o mevcut bilgiler ve fikirler arasında yol bulmaya, kararları ve sonuçları tekrar tekrar gözden geçirmeye, onları test edip yanlışları ayıklamaya; olumlu unsurları geliştirip olumsuzluklardan arınmaya yarayan, olmazsa olmaz ussal sorgulama araçlarından birisi ve en güvenilir olanıdır. Çünkü artık biliyoruz ki inanmak bilmek değildir. Dinsel inanç, bir bakıma vaadlere bağlanarak bir şeyin öyle olmasını hiç sorgulamaksızın ve koşullanmış biçimde şiddetle arzulamak ve tecellisini tutkuyla beklemektir. Kaba inancın, şuurlu bilme karşısındaki sakatlığı da, zayıflığı da buradadır.
Çok daha az sayıda insan daha üst farkındalık durumu olan ‘şuurlu enerji’yi kullanmaya başladığında, ya da bu seviyeye ulaştığında algıları öyle genişler ki başka tür yaşamların ve boyutların da olduğunu görmeye, anlamaya başlar.
Artık üstadlığı, mistikliği aşmıştır. Kendimizi sözcüklerle ve bir takım sıfatların, nitelemelerin kalıplarıyla sınırlamayacaksak şöyle söyleyelim; artık o mistik üstü bir mistik, bambaşka seviyede bir yogi, çok üst düzey bir sufî, gönül ehli, pîr, veliyy’ullah, evliya, brahma, Buda… ne derseniz deyin o olmuştur; kaldı ki böylesi dinsel niteleme ve yakıştırmalar da artık o noktadan sonra anlamını yitirir. Artık o bambaşka bir algılama, bilinç, birlik, sevgi ve huzur boyutundadır. O boyutta sıradan insanlardan başka sıradan üstadların, öğretmenlerin, uzmanların, yolgöstericilerin, sıradan mürşitlerin, evliyaların mertebesinin çok üzerine çıkılmış; yine yanlış anlaşılmayacaksa o tek kaynaktan, tek rahmetten nasip olan neyse o alınmaya, oradan gıdalanmaya başlanılmış demektir. Siz neye inanıyorsanız bu durumu öylece nitelemekte özgürsünüz; vahdet-i vücûd, aşkın bilgelik, en’el hak, nirvana… olsa olsa budur. Ama dediğimiz gibi en iyisi hiçbir nitelemede bulunmamaktır; çünkü her türlü niteleme ve yakıştırma, aynı zamanda da için için, gizli veya açık koşullama ve sınırlamadır… Orada artık bütün nitelemeler anlamını yitirmiştir; çünkü büyük mükâfatı, dilerseniz adına cennet de diyebileceğiniz şeyi bu dünyada iken yaşamışsınızdır; yani buradaki işiniz bitmiştir… Özetle kendi merkezinize yaklaşmış, farkındalığınız artmış, birliğe giden yolunuz iyiden iyiye aydınlanmıştır.
Zihin, başlangıçta insanın kendini bilebilmesi için bir gerekliliktir deriz; ve o ‘herkesin kendine özgü’ birşeydir; düşüncelerle, duygularla, akıl, hafıza ve ego ile yoğrulmuştur. İçeriğinde bunlardan hangisinin ne oranda bulunduğu ve her birinin ayrı ayrı kalitesi, zihnin niteliğini ve toplam kalitesini belirler. Yüzeyselliği veya derinliği, işlem yapabilme ve çıkarımlama gücü herkeste farklılık gösterdiği gibi, bilince ve en içerideki öze yapılacak seyahate zihin olmadan ve algılamasız başlanamaz. Yani gerçeğin araştırılmasına zihnin ve onun araçları kullanılarak başlanır. Ancak yeterliliği ve gerekliliği kalmadığı zaman ondan kurtulma, onu bir kenara bırakma ve yolculuğumuza onsuz devam
etme zorunluluğu vardır. Bu nedenledir ki bir yere kadar gereklilik olan zihin, oradan sonra yük ya da ayakbağı olmamalıdır. Yani zihnin iyi yönetilebilmesi için yakından tanınması gerekir. Yoksa o sizi yönetir. Kesin olan şey zihnin ‘dışsal’ olması, yani dışarıdan edinilmiş ‘toplama bir düzenek’ olmasıdır. Onun aşılması sürecinde meditasyon, vazgeçilmez ve yerine başka hiçbir şeyin konulamayacağı bir gereklilik olarak ortaya çıkar.
Benlik duygusu büyük ölçüde yanılgılardan oluşmuştur ve zihin üzerinde ciddi etkiye sahiptir. İnsan geliştikçe zihinde egonun etkisi, önemi ve ağırlığı giderek azalır; bu aynı zamanda hakikate varabilme kapasitesinin artışı demektir. Büyük sufîlerle üst düzey yogilerin ve Zen izdeşlerinin ‘benlikten kurtulma’ arzusunun altındaki gerçek budur; amaç farkındalığı artırmaksa bu ancak sahte benlikten (ego) yavaş yavaş uzaklaşmayla, nihayetindeyse onu aşmakla ve ondan kurtulmakla başarılabilir. Bunu sağlayacak araçlarsa daha çok doğru bilgiye ve gerçekliğe sahip olmak, sonra tüm bunları meditasyonla aşmaktır. Bilgelik o zaman oluşmaya başlar; bilinçsizlikten bilinçliliğe, yani kaynağa doğru yapılacak yolculuğun başarısı buna bağlıdır. Üstadların ‘yok olma’ (fenâ) dediği şey fiziksel yokluk değil, egonun ve zihnin yokolmasıdır. Onun ardından da saf bilinçle tekrar dirilme demek olan ve sözcüklerle anlatılamayan ‘bekâ’ gelecektir. Ama ‘fenâ’sız ‘bekâ’ya ulaşılamaz… ve bütün bunlar ‘yaşarken’, burada ve ‘şimdi’ elde edilebilecek şeylerdir… Böylesi bir bilinçlilik ‘burada’ iken ulaşılabilecek en üst farkındalık hâlidir. Böyle bir durumda örneğin bir saniyelik şuurlu enerji ve onun kullanımıyla, duyusal enerjinin saatler süren kullanımından çok daha fazla şey oluşur veya elde edilebilir.
Mantralar, zikirler, ilâhiler, karşılık gözetmeyen samimi dualar ve bazı özel meditasyonlar… hepsinin de işlevi ve amaçları aynıdır. Tümü de kimyasal, zihinsel ve ruhsal değişimlere neden olurlar… ve pozitif enerji üretirler (endorfin ve seratonin… gibi olumlu endokrin salgılarını artırdıkları kanıtlanmıştır). Ancak bir şartla; yeter ki uyuşturucu gibi kullanılmasın, ya da öylesi bir etkiye ve bağımlılığa neden olmasınlar; ve en önemlisi de önyargıyla, ayrıcalık ve çıkarcılık gözeterek uygulanmamış olsunlar.
Zamanın hattâ mekânın göreceliği derken fizikçilerin henüz çok yakın bir zamanda, daha yirminci yüzyılda keşfettiği gerçeği, eskinin büyük mistikleri bundan yirmibeş asır önce ‘farketmiş’lerdi…
Eski metinlerde üstadlar kolay anlaşılabilmek için hep kendi çağlarına uygun örnekler verirler. Ben bunu şöyle açıklamak istiyorum: Gereksiz ağırlıklardan kurtuldukça hızınız artar; en önemli olanı başlangıçtaki ağır yükler ve atık maddelerden kurtulabilmektir. Gerçekten de alt düzey enerji unsurları birer gerekliliktir ama kaçınılmaz olarak daha kaba ve ağırdırlar. Bu tıpkı haberleşme uydusunu taşıyan Titan füzesinin görevine ve işleyişine benzer. Önce “kararlılık” demek olan ilk havalanma ve yerçekiminin etkisinden kurtulma, ‘take off’ gerekir; ilk adımı atmak her zaman zordur ve güçlü bir enerjiyle onun sağlayacağı itici etkiye ihtiyaç vardır. Burada çok fazla yakıt ve kaba enerji tüketilir. Sonra birinci kademe yakıt tanklarının kullanılması, yeterli hıza erişim; ikinci kademe tanklara geçilince artık gerekmeyen ve zaten boşalmış olan ilk kademe tanklarının atılması; hafifleme ve böylece nispî bir hızlanma ve bir süre sonra rotaya girme aşaması; derken hızda yeniden artış için üçüncü kademe yakıt kullanımına geçerken artık işlevini bitirip görevini tamamlamış olan ikinci kademe tanklardan kurtulma; gittikçe daha da hafifleme, yön tayinindeki hassas ayarlar ve derken yörüngeye girme…; görüyorsunuz buradan sonra artık bilinen, geleneksel yakıtlar da gerekmiyor. O zaman yola devam edebilmek için daha rafine yakıtlara ya da enerji türlerine ihtiyaç duyulur. Güneş panelleri açılıp işlev görmeye başlar… vb. Bizim yolculuğumuz da işte aynen böyledir. Aynı biçimde artık bizim enerji panellerimiz de öylesi bir aşama için gerekli olan farklı karakterde güç ve enerjiler toplamaya, üretmeye ve kullanmaya devam edecek; depolayacak ve gerektiğinde bu yörüngeden de kurtulunup seyahatimizin sonraki aşamalarına (bu kez bir daha aynı biçimde geri dönmemek üzere) şuurlu irademizle ve daha rafine olan kozmik enerjilerin kullanılmasıyla çıkılabilecektir.
Öğrencilerinden hiçbir zaman din değiştirmelerini istemeyen İnayet Han, ölümsüz sözlerinden birinde şöyle der: “Sufizm ne Batıya, ne Doğuya, ne bir millete, ne de dine aittir: o, insanın çığlığına verilmiş olan cevaptır”. Biz de görüşlerimizi herhangi bir dinin veya inancın kalıplarına sığdırma ve uyarlama çabasına düşmeden açıklamaya devam edelim…
Belli bir aşamada artık daha fazla konuşmanın ve yorumlamanın uygun ve doğru olmayacağı; çünkü anlayabilmenin de anlatabilmenin de pek mümkün olamadığı bir yere gelinmiş olunur ki, bundan sonrasını yaşayabilenler ebedî cenneti bulabilmiş ya da duyumsayabilmiş olanlardır.
Ve sonrası… Her ne kadar bütünüyle kavranamayacak olsalar da kozmik enerjilerin daha üst boyutları, yani Şuurlu Enerji’den sonra gelen enerjiler, Gurdjieff sınıflandırmalarına göre, sadece adlandırılmış olarak aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralanmaktadır:
* Yukarıda kısmen değindiğimiz “Yaratıcı Enerji”
ve sıradan insanların halen içinde bulunduğumuz algılama boyutunda iken deneyimleyemeyeceği, en üst enerjiler olan
* “Birleştirici Enerji” ile,
(gerçekte isim dahi verilemeyen, hattâ isimlendirilmesi doğru da olmayan)
* “Aşkın Enerji”dir. Siz bunların her birine kendi inancınıza göre, şimdilik, geçici olarak, başka isimler de verebilirsiniz.
Bu üç büyük enerji, ancak zamanın yasalarının ve gözle görülebilir ya da sınırlı duyularımızla farkedilebilir olan fiziksel kısıtlamaların dışında ve ötesindeki bir algı boyutunda hissedilebilir. Yani her birisi sınırlı olan beş duyumuzun kısıtlı imkanlarıyla da algılanamazlar, bilebildiğimiz ölçülebilir ve sabit-doğrusal zaman boyutuyla da… Yani dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafında ya da galaktik merkez etrafında dönmesiyle tanımlanabilen dünya zamanı ile de, genel anlamda ölçülebilir olan herhangi bir ‘fiziksel zaman’la da ilişkili değillerdir. Dinsel metinlerde ‘zamandan ve mekândan münezzeh’ denirken kastedilen de budur. Bu enerjilerle temasa geçebilenler zamanın bilinen ya da alışılmış ve tanımlanabilir halinden sıyrılmış olurlar. Keza burada artık ‘bilinen şuurluluğun’ ötesindeki bir başka şuurun söz konusu olduğu boyuta ulaşılmış olunur. Orası ‘yaratıcı enerji boyutu’dur; ve biz de olsa olsa ancak (ve o da kısmen) buraya kadar açıklama, tahmin ve yorumlamada bulunabiliyoruz.
Rivayet olunur ki İsa’ya, “Tanrının Krallığı’nda ne olacak?” diye sorduklarında şu yanıtı almışlar: “Orada artık zaman olmayacak”. Şimdi o günün insanları bu ifadeyi nasıl anlayabilsinler… Sanırız çokları ‘deli saçması’ deyip geçmişlerdir. Bugün, doğrusal zamanın göreceli olduğunu bizler dahi ancak Einstein’dan sonra, o da zar-zor anlayabiliyoruz. Hattâ yine de tam olarak anlayabildiğimiz söylenemez. Sonra da sıra beşinci ve altıncı boyutlara geliyor… Tabii büyük üstadların açtığı ve aydınlattığı yoldan yansıyanlar kadar…
Belki şu kadarı daha söylenebilir: “Şuurlu Enerji düzeyi de aşılarak ‘Yaratıcı Enerji’ye ulaşılabilirse insan artık evrendeki diğer formlarla ilişki kurabilecek düzeye erişmiş demektir. Burası ‘şuurüstü’ (ya da şuurötesi) olan, algılanamayacak ve açıklanamayacak bir yer; örneğin Buda’nın ve İsa’nın ulaştığı yerdir”. Burada bireysel şuur da aşılmış, bir bakıma maddesel ve zihinsel olarak yok olunmuş; zaman ve mekân sınırlamalarının olmadığı o ‘karşı kıyıya’ geçilmiştir. ‘Saf bilinç’ haline erişilmiş olunan, zaman ve mekândan başka, bedenin, zihnin, hattâ yarı-sentetik rûhun da anlamını yitirdiği; ve onlardan sıyrılmış, ayrılmış, arınılmış olduğu, veya onların tamamen bırakılmış, terkedilmiş olduğu yerdir orası.
‘Yaratıcı Enerji’nin üst boyutlarına ulaşabilenler, ya da ulaşabildiklerini söyleyenler de bu dünyanın koşulları, ortamı ve araçlarıyla onu tanımlayamıyorlar, hattâ varlığını dahi kanıtlayamıyorlar; ısrarcı olurlarsa da Hallâc gibi canlarını veriyorlar, bedenlerini bırakmak zorunda kalıyorlar. Ama zaten algılamalarımızın sınırlılığı tasvire de, delil sunmaya da engeldir. Yani hem bilgimiz ve bilincimiz, hem anlatabilme ve aktarabilme kapasitemiz, hem de anlatmaya çalışıldığında karşıdakilerin kapasiteleri henüz bunların anlaşılabilmelerine engeldir; o halde susacaksınız, belki çok daha ileride… Yani bazı şeyleri anlaşılabilir hale getirme çabası genellikle onların gerçek anlamının bozulmasına, yanlış anlaşılmalarına ya da düşüncenin ve yargıların olması gereken anlamından farklı taraflara yönlendirilmesine neden olur… Böyle zamanlarda yapılacak en iyi şey, o konuda özel hiçbir çaba sarfetmemektir.
Sonsuz olamayanın, sonsuzluğu duyumsayamayanın, sonsuzluğu kısmen de olsa, bir bölümüyle ya da çok küçük çaptaki izlenimiyle de olsa bilebilmesi, açıklayabilmesi mümkün olabilir mi? Ancak bir damla olarak okyanusa katılabilirse o hâlin idrakine, o sonsuzluk içinde belki kısmen varabilir.
Önemli olan şuurla istemek ve o yolda şuurla çaba sarfetmektir. Çünkü yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi insanın bizzat kendisi enerji dönüşümleri için kozmik bir araçtır; tabii bunun farkında ise…
‘Birleştirici Enerji’, ancak bu görünen yaşamın ötesindeki şuurluluk haline yükselinebildiğinde düşünülebilir, kısmen hissedilebilir ve araştırılabilir hâle gelir. Ona da ancak ‘o kanaate varma’ denilebilir; ‘doğrulanabilmesi’ hayli güçtür.
“Aşkın Enerji”, gerçekte adlandırılamayan ve hiçbir biçimde tanımlanamayan en yüksek boyutun enerjisidir. Tek (Bir) ve mutlak olandır. Vareden ve yokeden enerjidir. Ne fiziksel ne ruhsaldır; bildiğimiz anlamıyla ne maddî ne de menevîdir; herşeyin aslı, orijini, temeli, başlangıcı odur. Anlaşılamadığı için anlatılamaz olandır… Nitelenemez ve tasvir edilemez olandır… Sözcüklere sığmayandır… Doğmamıştır, ölmeyendir… İsimlendirilemez olandır… Anlamayanlara göre hiçbir yerde, biraz olsun anlayabilenlere göreyse her yerdedir…
Biz bilmesek ve farkedemesek de evren, görünür-görünmez tüm yaratıcı faaliyetlerini kendi evrensel şuuruyla sürdürmekte ve varoluş amacını her an, hiç durmaksızın gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sonsuz ama bilinçli oluşum böylece sürüp gidecektir… Bizim gözlemleyebildiklerimiz ancak mutlak yaratılış ve oluşum içindeki bağımsızmış gibi görünen çok küçük boyutlardaki yaratılış kırıntılarıdır. Bunlara da koşullanmış bir zihinle veya duygusallıkla bakarsak yanılır veya avunur; şuurla bakarsak gerçekliklerin farkında olabilir, ‘bütün’ü kavrayabilme algı ve yeteneğini geliştirebiliriz. ‘Evrensel Şuurlu Yaşam’a katılma ancak böyle mümkün olabilir. Bu aynı zamanda Hayat ve Kozmos arasındaki köprüdür. Birliğin ve Yaratıcılığın içinde yer almak da budur. Sahte benliğin illüzyonlarından kurtulmuş olarak kendi başına bağımsız ama Birlik’le uyumlu irade de budur (yani eski metinlerin irade-i cüz’iye ve irade-i külliye dedikleri), bütün yaşam fonksiyonları ile birlikte yaşam enerjilerinin doğru kullanımı da budur…
Bu nedenledir ki duyusal insan zihniyle özdeşleşirken, şuurlu insan bunların araç olduklarının bilinciyle onu aşmış olmanın farkındalığı içerisindedir; sadece yapay bir araç olan aklının dahi ‘gerçek kendisi olmadığı’nın ayırdındadır. Çünkü o zaman, zihin gibi akıl da dışlanmadıkça kendi gerçek şuurluluğuna erişemeyeceğini bilme noktasını çoktan aşmıştır. Otomatik ya da duyusal insan’ın, gerçeği ya da gerçeklikleri kavrama olasılığı yoktur; onlar sadece geçicilikleri, geçici bir süre için ve yanılgılar içerisinde ‘eksik ve yetersiz bilme’ durumundadırlar. Öyle ki duyusal insan, gerçek yaratıcı sevgiyi de (tabii yaratıcı enerjiyi de) deneyimleyemeyecektir. Gelişimi dramatik olarak sözde ve yapay bir kutsallığa dayanmış ve orada takılıp kalmıştır. Yani bir bakıma bireysellikten evrenselliğe ulaşamaz durumdadır. Bu durumda bilgelikte ve kozmik sevgide de geri kalma kaçınılmazdır. Sofu’larla softa’ların sufî olamamasının nedeni de budur.
Doğu’nun mistik geleneklerinde, insanın fiziksel bedeninden başka ve birbirleriyle ilintili bir takım bedenlere, daha doğrusu varoluş biçimlerine sahip olduğu kabul edilir. Bunların farkındalığı ise bilinçsel gelişmişliğimize, yani bir başka deyişle aydınlanmada alabildiğimiz yola bağlıdır.
Eski metinler, insana özgü bu varoluş biçimlerini (bedenlerimizi) şöyle sıralıyor:
1. Fiziksel beden, 2. Eterik beden, 3. Astral beden, 4. Zihinsel beden, 5. Spiritüel beden, 6. Kozmik beden ve 7. Nirvanik beden.
Doğal olarak bir öncekinin farkındalığı aşılmadan bir sonrakine erişilemiyor… Spiritüel bedenden itibaren ‘tanrısallık’ boyutuna, kozmik beden ile birlikte ‘evrensel varoluş’a, nirvanik boyutta ise tek olanla birlik’ aşamasına erişilebiliyor… ve bir daha da bu dünyaya, bilebildiğimiz sınırlı fiziksel koşullarda tekrar gelmemize gerek kalmıyor.
Özetle, bu yolda daha alınacak çok mesafe vardır; ve her bir üst enerjiye geçiş daha çok çabayı, daha yüksek düzeyde hassas, olabildiğince yanılgısız ve yoğun çalışmayı; her önceki düzeyde azami uyanıklık, şuurluluk durumunda olmayı gerektirir. Kullanamadığınız ve kullanamayacağınız veya dönüştüremeyeceğiniz enerji türleri, daha üst düzeye ulaşmanızı sağlayacak ‘yakıtınız’ olamaz; ‘orada’ ve ‘ona’ takılıp kalırsınız. Gereksiz ağırlıklar halinde durmaya devam ederler. O zaman siz onu değil de bir bakıma o sizi yönetir. Bu durum bütün enerji düzeyleri ve türleri için geçerlidir. Yani sizin yakıtı değil de, yakıtın sizi kullanmaya başlaması bir bakıma bağımlılığınız ve gelişiminizin önündeki engel olur. Burada kısa bir açıklama yaparsak, örneğin; hareket enerjisini kullanmazsanız nispeten hareketsiz kalırsınız, onun organizmada gereksiz birikimi sonra istemeseniz de sizin hareketlerinizi engeller, ya da kısıtlar. Aynı şekilde duyusal enerjilerinize hakim olamaz ve onları doğru kullanamazsanız, onlar sizi kullanır veya öne çıkmaya başlarlar (duygusallık); bu da şuurlu enerji düzeyine ulaşmanızı engeller. Aynı durum otomatik enerjiler, sinir sistemimiz ve tüm hayatî enerjilerimizle yapıcı enerjilerimiz için de geçerlidir. Her düzey için şuurlu ve sevgi ile yapılacak özel çalışmalarla (doğru beslenme, uyku, dinlenme, fiziksel egzersizler, ıslâh-ı nefs, yoga, dua, konsantrasyon, meditasyon, diğer ruhsal çalışmalar ve görevler…) bu tür engellerin aşılması mümkündür.
Hattâ aura da, ruh da farklı biçimlerde yoğunlaşmış ve farklı görevleri, işlevleri, katmanları ve yansımaları olan yaşam enerjileridir. “Evrensel Enerji Alanı” da denilen yaşam enerjisine hintliler ‘prana’, çinliler ‘c’hi’ (çi, ki) adını vermişlerdi. Musevilerde adı ‘yıldızsal ışık’ olur, ya da hristiyan ikonlarında gösterildiği biçimiyle İsa’dan yayılan ‘kutsal ışık’.
Pek çok inanç sisteminde “evrensel enerji alanı”nın, bizim ‘cansız’ kabul ettiğimiz cisimlerin içinde de mevcut olduğu kabul edilir. Farklı kültürlerde değişik isimler alan (atman, esîr, büyük ruh…), ama tümünde de insanın yaşamsal enerji alanı olduğu düşünülen bu temel cevher, gerçekte insan vücudunun da aslî bileşenidir, orijini evrensel enerji olan yaşamsallık unsurudur; ve bu tüm bilinçli yaşamın özüdür.
Aura pek çok bakımdan önemli olabilir. Işınımı güçlü olan auralar o kişinin bilinçsel gelişmişlik ve aydınlanmışlığının gücünü gösterir; tabii ki sevgi, şefkat ve bilgeliğinin de. Yani zayıf, cılız ve zor gözlemlenen aura, kuşatmış olduğu kişinin evrensel enerjiden yeterince nasibini alamadığının göstergesidir. Bir başka bakımdan da aurasının olağan ışınımında aksaklık veya yetersizlik gözlemlenen kişilerde böyle bir durum vücudun o bölgesinde veya oradaki organda ciddi bir sorun olduğunun (yaşamsal enerjiden yeterince yararlanamadığının) veya işlev bozukluğunun göstergesidir.
Şifacıların kullandığı ve iyileştirici özelliği olan enerji de aura ile aynı kökendendir. Keza telepatik yetenekleri gelişmiş olanların genelde auraları da güçlüdür.
Bize göre bütün görünür evren, veya evrenin bizce görünebilir ya da düşünülebilir kısmı, tüm galaksileri, kuarkları ve karadelikleriyle birlikte çok büyük boyutlardaki enerji dönüşümleridir ve aynı zamanda büyük maddesel dönüşüm için de ve sırasıyla duyusal, ruhsal ve şuurlu dönüşüm için de bütün unsurlarıyla birlikte karşılıklı etkileşim ve iletişim halindeki devasa bir araçtır.
Maddesel olarak insanla karşılaştırıldığında dünya, dünya ile karşılaştırıldığında güneş sistemi, güneş sistemiyle karşılaştırıldığında galaksimiz ve onunla karşılaştırıldığında da bugün için bilinebilir veya tahmin edilebilir-edilemez boyutlarıyla maddesel evren bu konudaki bilgimiz arttıkça ve her defasında akla ziyan büyüklükler halinde önümüze çıkıyor. Evrenden insana doğru düşünürseniz de şaşkınlığınız değişmiyor. Ama insanı dokuları, hücreleri ve atomlarıyla kıyaslarsanız bu kez insan muazzam büyük duruyor; yani ölçekler ve boyutlar arası fark her defasında kıyaslanamaz bir hal alıyor… Peki böylesine bağlantılı ve bağımlı olduğumuz bütün evren, tüm sistemleri, galaksileri ve diğer unsurlarıyla insanın gereksiz veya olmasa da olur bir aksesuarı gibi düşünülebilir mi?
Yaşamları saniyenin ancak milyarda birleriyle sınırlı olan atomaltı parçacıkların da, ömürleri milyarlarca yıl süren galaksilerin de, durmaksızın sürüp gitmekte olan ‘Büyük Yaradılış’ta rolü ve önemi vardır. İkisinin yaşam süreleri arasındaki fark kelebeğin ömrü ile Himalayalar’ın ömrü arasındaki farkla dahi kıyaslanamayacak kadar büyük ve müthiştir. Böylesine ölçülemez hattâ tasavvur edilemez boyutlarda, daha doğrusu ‘boyutsuz’ bir Birliğin sınırlaması ve kısıtlaması söz konusu olamayacağı gibi, tanımlaması da yapılamaz… Böyle olunca basit dinsel dogmaların, organize dinlerin nedensiz, şuursuz ve garip kurallarının; ve tabii bu arada diğer inançlarla birlikte her biri varoluşun unsurları olan diğer insanların da tamamen yapay bir biçimde dinsel ayrımcılığa tâbi tutulmasının ne denli saçma, boş ve anlamsız oldukları acaba anlaşılabiliyor mudur?
Örneğin bütün fiziksel varlıklar ve bileşenler “yer çekimi” yasasıyla bağlı ve ona bağımlıdır. Peki ya sadece fiziksel olmayan; veya bildiğimiz kadarıyla fiziksel olmayan boyut ve unsurlara da sahip olan düşünceniz, bilme ve algılama gücünüz, zihniniz…, nihayetinde bilinciniz? Onlar fiziksel kısıtlamalarla kıyaslandıklarında bu anlamda daha özgür ve bağımsız değiller midir? Şimdilik yeterince değillerse bile, öyle olmaları gerekmez mi? Zaten öyle olurlarsa bir anlam ifade ederler. Yoksa onlar da bir yere, özünde dogmatik olan bir merkeze, mâbede, dine, tapınağa, guruya, rahibe… bağlı iseler gerçek anlamda işlev göremez veya işlevlerini hiçbir zaman yeterince yerine getiremezler. Meselenin özü budur.
İşin ilginç yanı, farklı boyutlar meselesinin daha birinci basamağı demek olan gerçek ruhsallığa varılabilecek yol da buradan geçer.
Buradan “dünya niçin yaratıldı”, oradan da “insan nasıl ve niçin yaratıldı” sorularına ulaşabiliriz. Evrensel-kozmik enerjileri az çok anlamadan ve onları kısmen de olsa kullanabilecek düzeye erişmeden bu sorulara da, ‘Yüce İrade’nin varolup olmadığına ve eğer varsa amacının ne olabileceğine dair de hiçbir tutarlı yanıt bulamayız. Peki bir dünya gerekli ise, o dünya böyle mi olmalıydı; yani istenen böyle bir dünya mıydı; onun tüm dengelerini böylesine bozmanın sonu nereye kadar gidecek, o ve üzerindeki yaşam bir gün nasıl sonlanacaktır? Akılla donatılmış, bilinçle yoluna devam eden her yaratık bu yasalar üzerinde, onların nedenleri ve sonuçları üzerinde mutlaka düşünmelidir. Sorulara kesin yanıtlar bulamasak dahi, farkındalığımızı ne kadar artırabilirsek o kadar şuurlu olmaz mıyız? Yoksa tam bir teslimiyet ve şuursuzlukla kaderimize razı olup, nereden gelip nereye gittiğimizi araştırmaksızın, hangimize din ve inanç adına nerede ve hangi ortamda neler söylenmişse hiç sorgulamaksızın benimseyip, boşu boşuna ömür tüketip günü gelince bir büyük bilinmeze doğru, şüpheler ve korkular içerisinde çekip gidecek miyiz?… Bundan büyük şuursuzluk olabilir mi?… Gerçeğe ya da gerçekliklerin her birine ne kadar ulaşabilirsek yararımıza olmaz mı?… Böylesi bir çabanın içinde olmazsak, ve diyelim ki tekrar geleceksek hangi yüzle; ya da ileride bir gün sınava alınacak isek oraya nasıl böylesi bir hazırlıksızlıkla gidebileceğiz?… Kısacası yaşamımızın bir anlamı ve amacı olması gerekmez mi?… Öylesi bir durumda “ne bileyim, birileri böyle söyledi, ben de inandım” demeniz mazeretiniz olabilir mi?…
Kendileri araştırmaya çaba sarfetmeyip de “peki, ama ne yapabiliriz?” kolaycılığına kaçanlara tek ve şaşmaz yanıtımız şudur: “Bildiğiniz bir şey, bilmediğiniz başka bir şey hakkında fikir ve ipucu verecektir, vermelidir.” Yoksa tüm sırların burada ve bu yaşamda çözüleceği iddiasında bulunmak tabii ki akıl kârı değildir. Çözüm uğruna herhangi bir organize dinin hazır kural, buyruk ve reçetelerine sığınmak ve sorgusuz-sualsiz, bilmeden ve bilinçsizce itaat etmek de aynı şekilde yararsız ve gereksiz değil midir?
Her maddenin dönüşüm (bozulma, çözülme, birleşme, ayrışma) hızı farklıdır ve bir ölçüde dışsal etkenlere, hattâ etkileşilen ortamın niteliğine (kalitesine) de bağlıdır. Ama istisnasız bütün madde türleri ve biçimleri farklı şekillerde yoğunlaşmış enerjidir.
Kesin olarak bilinen şey şudur: a) Her şey dönüşür, b) Her şey, bir başka şeye bağlıdır; sonuç olarak, c) Doğadaki herşey birbirine bağlıdır.
Vücutlarımız da farklı biçimler almış enerji yoğunlaşmalarının harikulâde bir bütünlüğü ve uyumluluğu olup o bileşenlerden herbirinin farklı dayanıklılığı, işlevsel olarak belirli limitleri, bakım ve gözetim gereklilikleri, farklı enerji gereksinimleri ve kısmen artırılabilir ya da azaltılabilir potansiyelleri… vb. vardır.
Enerji dönüşümlerindeki izafîlik anlaşılmadan paralel evrenler, iç içe evrenler, sarmal evrenler, zamanın izafîliği, önceki yaşamlarımız, hattâ bugün için hâlâ fantastik bilim-kurgu sanılan zamanda yolculuk kuramlarının hiçbirisi anlaşılamaz. Bırakın bütün bunları, halen içinde bulunduğumuz boyutta dahi kolayca gerçekleştirilebilen altıncı his, durugörü, çeşitli materyalizasyonlar ve telekineziyi de açıklayamazsınız. Oysa ki bunlar gizemli, doğaüstü ya da garip şeyler olmayıp tümü de son derece doğal ve olağandır.
Doğrusal zaman, bu boyuttaki etkinliklerimizi düzenlemek ve planlamak; üç boyutlu uzaya ve o boyuttaki sıradan yaşama ilişkin algılarımızı ve düzeni sistematize edebilmek için, kendimize özgü olan ve işlerimizi kolaylaştırmak amacıyla, yeryüzünün güneş etrafındaki dönüşü esas alınarak bizler tarafından yaratılmış (ya da uydurulmuş), tamamen sanal ve herkesin anlayabileceği basitlikteki kavramsal ama ‘ölçülebilir’ bir zamandır.
Evreni yalnız üç boyutlu uzay ve doğrusal zaman ölçütleriyle algılamaya kalkar ya da sadece bu biçimde ve bu araçlarla algılayabileceğimizi sanırsak yanılırız. Daha doğru bir kavrayış için bütüncül bir bilinçle bakabilmeliyiz. Çünkü yapısı, biçimi ve işlevi bizim algı sınırlarımızın çok ötesinde ve dışındaki bir ortamı, evreni, farklı bir yaşamı kendi basit ve sınırlı araçlarımızla kavrayamayacağımız açıktır. Bunu bilebilmek, farkedebilmek yine de bir aşamadır; ama salt bu olanaklarımızla kavramakta ısrarcı olmak cehalettir; diretmek taassuptur; yoksaymaksa inkârcılık ve herşeyin sonudur; dahası var, asıl “büyük günah” da bu olmalıdır. Ama sıradan algılarımızın ötesine geçmeyi (yani zihni aşmayı) başarabilirsek, işte o zaman evren dediğimiz bütünün bir parçası olduğumuzun bilincine varacak; yanılsamalarımızın nedenleri olan doğrusal zamanın ve üç boyutlu basit uzayın dışında, üstelik hem de burada farklı algılayışların ve farklı yaşam boyutlarının mevcut olduğuna dair ‘farkındalığa’ erişmiş olacağız. O vakit tutkuların, egonun, acının ve ıstırabın, dinlerin ve boşinançların bütün o yapay süsleri, şekilcilikleri, sıradan ve basmakalıp törensellikleri, sahte renkleri, boyaları dökülecek; ardından yüksek enerjilerle teması sağlayacak araçlara, gerçek sevgiye, şefkat, merhamet, bilgelik ve bilince erişilmiş olunacaktır.
O zaman içine sıkıştırıldığımız bu dar ve çok kısıtlı yaşam boyutunu ve unsurlarını, dilediğimiz zaman aşabileceğimiz bilgi, yetenek ve kapasiteye erişmişiz demektir.
O zaman Buda’yı da, İsa’yı da; Einstein’ı da, Sagan’ı da; Gurdjieff’i de, Osho’yu da daha iyi anlayabilecek, hattâ onlarla bir olabileceğiz. Orada özgürlük de vardır, huzur da… Buradakiler sadece kırıntılardır. E kısıtlı dünyanın olanakları gibi nimetlerinin de sınırlı olması doğal değil midir?
Özetle, bilgimiz, şuurumuz, kapasitemiz ve irademiz ölçüsünde hem kendi tekâmülümüz için, hem de genel-evrensel tekâmül için ‘çalışmaktan’ başka yapılacak şey yoktur. Geriye bir tek şey kalıyor; bütün bunları hayattan zevk alarak, mutlulukla, sevecenlikle, başkalarını ve diğer hisseden canlıları incitmeden yapabilmek; bugüne kadarki gelişimi sağlayabilme uğruna verilen emeklere saygı, tükenmiş ve tükenmekte olan yaşamlara minnet ve şükran duyabilmek… Bunun için de gerekli olanlar bilinç, sevgi ve farkındalıktır. Varoluşumuzun gereğini yapmak ve bütün hisseden canlılara karşı görevlerimizi sorumlulukla yerine getirebilmek, evrensel tekâmüle olan şuurlu inancımızın gereğidir.
O nedenledir ki bizim duamız şudur: “Sevgi ve farkındalıkla kalınız.”
Onun araştırılmasında kimileri ellerini gökyüzüne açar, birşeyler mırıldanır; kimi bir şekilden, sembolden, heykelden-puttan yardım umar; yani böyle yapmakla aslında sırasını şaşırıp çevresine yönelmiş olur. Ancak çok azımız kendimize döner ve içimize bakarız, oysa ki başlangıç için doğru yer orasıdır; çünkü önce kendimizi ‘görmeli’, ‘bilmeli’ ve ‘tanımalı’yız. Aradığımız şey kendi küllerimizin ve yaşam boyu biriktirdiklerimizin altında, arasında biryerlerde gizlidir. Gücün kaynağı oradadır. Kendinize karşı sevgi dolu olmadıkça gerçek anlamda şefkatli de, merhametli de olamazsınız. Hem bu duyguyu yaşamadan nasıl bilebilir, başkalarına nasıl verebilir veya gösterebilirsiniz ki… Irmağa ulaşabilen su damlası olunmadan okyanusa erişilemez. Gerçekten sevebilmek için zihnin arınması gerekir; o zaman sevgi ile her an yeniden doğarsınız. Unutmamak gerekir ki tüm enerjiler nasıl sonsuz bir devinim halinde ise sevgi de durmaksızın devinir. Yaşam nasıl devinimle mümkünse, tüm yaşam enerjileri gibi sevgi de durmaksızın devinim halindedir. Ancak sevgi dolu olan sürekli kendini yenileyebilir, gelişebilir, aydınlanır ve tekamül sürerken onun ayırdında olabilir.
Sevgiden nasibini alamamış bir yaşam, yaşam değil yüktür. Objelerse (nesneler) sadece birer vasıtadır. Seven de sevilen de geliştiği için ‘sevgi paylaştıkça çoğalır’ derler ki boşuna değildir. Ama yeterli de değildir…; tüm diğer tür ve biçimleri tanrısal sevginin yansımaları veya kırıntılarıdır. Ancak, insan sevgisi ya da insanca sevgi çevre, toplum, kültür, inançlar, değer yargıları ve korkularla saflığından kısmen birşeyler yitirmiş durumdadır. Tanrısal aşkın farkına varan varlık farklılaşmıştır; farklılığın boyutları bu farkındalığın derecesine bağlıdır. İnsanca sevgi sınırlı, tanrısal sevgi ise sonsuzdur; herşey gibi o da bitmek tükenmek bilmeyen bir kaynaktan gelmiştir; başarılabilirse oraya, yani okyanusa dönülebilecektir.
Gerçek ibadet, yaradılışa karşılıksız şükran duyarak, kozmik tekâmül ve aydınlanma sürecine katılabilmektir [Om Bhanave Namaha: Aydınlatana Selam]. Bunu farklı varyantlardan giderek de başarabilirsiniz. Bazı şeyler tercihinize kalmış olabilir; ama nihayetinde yol, yine o aynı anayoldur. Kimi varyant biraz daha dolambaçlı, engebeli, patika veya daha zahmetli olabilir. Yine de önemli olan ‘yolda’ olmaktır.
Bizi insan yapan başlangıçta zihnimiz, aklımız ve irademizdir. Kutsal kitapların meleklerinden daha üstün olmamızı sağlayabilecek araçlar ise tanrı vergisi bilincimiz ile, geliştirme zorunda olduğumuz farkındalığımızdır. Yani bilinçsiz bir tekâmül de, aydınlanma da mümkün değildir…, çünkü bu tanrısal bir süreçtir ve yukarıda belirttiğimiz gibi her aşamadaki ‘erişim’, gittikçe daha nitelikli enerjilerin kullanımına, doğru işlenmelerine ve onlardan daha üst enerjilerin üretilebilmiş olmalarına bağlıdır.
Bu yolda, ışığı görmüş veya hissetmiş, farkına varmış, yani genel bir deyişle aydınlanmış olanlardan yardım almak kadar doğal ne olabilir? Zaten erişimin algılanabilecek bir sonu olmadığından her mürşit, aynı zamanda mürittir de. Ama tabii ki eğer Yol’a girebilmiş, yani eskilerin deyimiyle ‘ehl-i tarîk’ olunabilmiş, o yanıltıcı sahte benlikten olabildiğince kurtulunabilmiş ve zihnin duvarları yıkılabilmişse [Om Bhaskaraya Namaha: Aydınlanmaya Yol Açana Selam].
Enerjiler, yoğunluğuna, saflığına ve içinde bulundukları ortamın etkilerine göre değişik hızlarda hareket ederler (titreşirler). Düşüncenin de, çeşitli maddesel formların da gerek değişim ve başkalaşım hızları, gerekse de olağan titreşim biçimleri farklılık gösterir. Düşünce, radyasyon, ısı, ışık, duyularımız…; bitkiler, vücudumuz, taşlar, metaller…; hattâ zihin, ruh ve bilinç… hep farklı enerji bileşen, bileşke ve oluşumlarıdır. Değişim ve evrim, bütün unsur ve biçimleriyle birlikte durmaksızın sürüp gider.
Bir sonraki aşamaysa, üstün bir bilinçle “Ben enerjiyim” diyebilmenin, “Ben Tao’yum” veya “Ben Buda’yım” ya da “Ben O’yum” diyebilmekten hiç de farklı birşey olmadığıdır, ki; işte bu öyle sözcüklerle anlatılabilir birşey de değildir… Öyle ki Mansûr onu biliyordu, o nedenle “Ben O’yum” diyebildi; onun terminolojisinde (vahdet-i vücûd) Hâk, ‘herşey’di; herşey de ‘Hâk’dı. Enerjiler meselesine vâkıf olabilseydi, hiç kuşkusuz “Ben enerjiyim” diyebilecekti.
O nedenledir ki, çok daha geniş, yaygın ve belki nispeten de anlaşılabilir olması bakımından, saf bilinçle “Ben Sevgi’yim” diyebilirseniz, yine farklı birşey söylemiş olmazsınız. Çünkü enerjinin en saf ve yüksek hâli de “sevgi”dir. İsa o yüzden ikibin yıl önce “Tanrı sevgidir” diyebilmişti. Yirminci yüzyıla geldiğimizde Osho bunu düzelterek, bugünün insanına daha anlaşılabilir bir açıklama sundu; “Hayır…” dedi, “… sevgi Tanrı’dır”. İşte tam burada içinizde birşeyler titremiyorsa henüz hiçbir şey anlaşılamamış demektir… Hallâc bunu bildi, anladı…, eridi, yokoldu. Çünkü o sonsuz sevgi ile özdeşleşmişti…
Bu Zen’dir, bu Yoga’dır, Tantra’dır; Buda’dır, Krişna’dır, İsa’dır; sufîliktir, dervişliktir, Dördüncü Yol’dur; içinizi titreten şeydir; gerçek sevgi, şefkat ve merhamettir; bozulmamış doğal dindarlıktır, farkındalık ve gerçek özgürlüktür.
Sevginin enerjisiyle iletişim kurabilmişseniz tüm yapaylıklar, tekdüzelikler ve sıradanlıkların üzerine çıkabilirsiniz. Ve sevgi, korkunun karşıtı olduğu içindir ki; korku, tanrısallıktan uzaklaştırır; sevgiyse sizi ona yaklaştırır. O nedenledir ki “korkarsanız sevemezsiniz” diyoruz. Duyumsayabileceğimiz en yüksek enerji olan sevgiden ve onun en gözalıcı çiçeği aşktan soyutlanmış hiçbir varlık gerçek anlamda canlı ya da ‘yaşıyor’ sayılmaz.
Sevgiyi yeniden farketmedikçe yaşamaya başlamış sayılmazsınız.
Sufîlerin, büyük mistiklerin şiirlerine ve söylemlerine dikkat ediniz. Onlardan buram buram aşkın kokusunu alırsınız, ama korkunun zerresini hissetmezsiniz.
Sevgi pozitif enerjidir.
Sevgi O’dur.
Sevgi ve farkındalıkla kalınız ki, Yol’unuz daima açık ve aydınlık olsun.
DÖRDÜNCÜ YOL DÜŞÜNCESİ’NİN “ENERJİLER” TABLOSU
Kozmik Enerjiler
12. Aşkın Enerji
11. Birleştirici Enerji
10. Yaratıcı Enerji
9. Şuurlu Enerji
Hayat Enerjileri
8. Duyusal Enerji
7. Otomatik Enerji
6. Hayati Enerji
5. Yapıcı Enerji
Mekanik Enerjiler
4. Plastik Enerji
3. Bağlayıcı Enerji
2. Yönlenmiş Enerji
1. Dağılmış Enerji
|