Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 800 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 800 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 330
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 308
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,013
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,138
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,078
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,007
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,151
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,524
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,286
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,173

 
  TELEPATİ HAKKINDA GERÇEKLER
Yazar: Spiritüeller - 09-06-2017, Saat: 15:53 - Forum: TELEPATİ - Yorum Yok

Parapsikoloji alanı dönüm noktasında. 30 yıldan uzun bir süredir yapılan yüzlerce deneyin sonucu bir araya getiriliyor ve yeniden değerlendiriliyor. Ancak, araştırmacılar sonuçlar üstünde henüz fikir birliğine varamadılar...

Bilim insanları, beynin ancak yüzde 10'unun kullanıldığını söylüyorlardı. Ancak, günümüzde bu iddia aşılmış durumda.

Telepati konusu, yüz yılı aşkın bir süredir bilim dünyasını ikiye bölmüş durumda. Kimilerine göre, bu tür zihinsel güçlere sahip olabileceğimiz fikri dahi gülünç. Kimilerine göre ise, telepatinin gerçekliğinin tartışılması bile gereksiz. Bu iki uç noktanın arasında yer alan parapsikologlar, telepati konusunu ciddiye alan, kanıtlar bulmak için deneyler yapan bilim insanları.

telepati_hakkinda_gercekler_h33928.jpg

1970'li yıllardan itibaren, dünyanın önde gelen üniversiteleriyle araştırma enstitülerinde çalışan parapsikologlar, çeşitli iddialar ortaya attılar ve iddialarını ciddi bilimsel çalışmalarda test etmeye başladılar. Testlerin sonuçları ise, konu üstünde çalışan bilim insanlarını bile fikir ayrılığına düşürecek nitelikte. Bazı araştırmacılar, elde edilen sonuçları telepatinin varlığını kanıtlamak için yeterli buluyor. Bazıları da, araştırma sonuçlarının geçerli bilimsel kanıtlar sunamadığını söylüyorlar. İşte bu yüzden, bir bilim dalı olarak parapsikolojinin sonunun yaklaştığı iddia ediliyor.
 
Parapsikoloji alanı bir dönüm noktasında. İnsan bilincinin anlaşılması ile ilgili büyük bir gelişmenin eşiğinde olduğumuz söyleniyor. Öte yandan, konuya kuşkuyla yaklaşanlar haklılarsa, parapsikoloji düşüşe geçmek üzere. Kuşku duyanların ve savunanların uzlaştıkları tek bir alan var: Bugüne dek en geçerli kanıtların elde edildiği "ganzfeld" deneyleri. Sözcük, Almanca'da "tüm alan" anlamına geliyor.

1970'li yılların ortalarında, meditasyon yapan insanların telepatik deneyimleriyle ilgili raporlar, zihinsel konularda araştırma yapan bilim insanlarının merakını uyandırmıştı. Raporlar, telepatinin insanlar arasında iletişim sağlayan sinyaller içerebileceği düşüncesini doğurdu.

Sinyallerin normal beyinsel çalışma ile algılanamayacak kadar belirsiz olduğu, meditasyon gibi çalışmaların ise algılanmalarını kolaylaştırabileceği düşünülüyordu. Bu düşünce, ışık, ses ve sıcaklığı kapsayan bir "tüm alan"da rahatlayan insanlar üstünde
deneyler yapılmasına yol açtı. Deneylerden sonra "ganzfeld", telepatinin test edilmesinde en popüler yöntem haline geldi.

Ganzfeld deneylerinde, katılımcılar, özel olarak yalıtılmış bir odada 45 dakika boyunca yumuşak bir koltukta oturup, kulaklıkla rahatlatıcı sesler dinliyorlar. Bu sırada, gözlerinde yalnızca yumuşak pembe ışık geçiren filtreler bulunuyor.
 
Evde telepati gücünüzü test edin

Telepati ile ilgili ikna edici kanıtlar, ancak otomatik ganzfeld deneyleri gibi titizlikle hazırlanmış deneylerde elde edilebilir. Yine de, evinizde iskambil kâğıtları, rahat bir koltuk ve "yollayıcı" olmayı kabul eden bir arkadaşınızla basit bir deney yapabilirsiniz. Bunun için sıradan bir iskambil destesinden as, dört, on ve papazları ayırın. Size yardım eden kişi bunları karıştırsın. Siz de başka bir odada (kartlarla ilgili ipucu almamak için), rahat bir koltuğa oturun. 15 dakika gözleriniz kapalı, nefes alıp vermeye odaklanın. Burada amaç, telepatik sinyalleri algılamak için zihninizi boşaltmak. Daha sonra "yollayıcı" kartlara konsantre olarak, üzerlerindeki resimleri iletmeye çalışsın. Birkaç dakika sonra, iletilen kartın hangisi olduğunu söyleyebilmelisiniz. Bu sırada yardımcınız doğru ve yanlış tahminleri not etsin. 16 kart bittikten sonra kartları karıştırıp, deneyi üç defa daha tekrarlayın. Rastlantısal tahmin yapılırsa, 64 tahmin içinde 16 civarında doğru bilme olasılığı var. 23 ya da daha fazla doğru ise, bilim dünyasınca istatistiksel açıdan anlamlı bulunabilecek kanıt olacaktır.

Bu konuyu yazdır

  RESİMLER DAVRANIŞLARIMIZI ETKİLİYOR
Yazar: Spiritüeller - 09-06-2017, Saat: 12:37 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

New York Üniversitesi'nin "İnsan Davranışlarının Özellikleri" hakkındaki çalışmasının sonucunda ilginç bulgulara rastlandı .

thumbnail_detail_471097.jpg

1. Çalışmada: 

İki girişli mağazanın A girişi, "genç ve koşmakta olan" insan resimleri ile dolduruldu .

B Girişinden geçmekte olan kişiler ise yaşlı insan resimleri ile karşılaştılar.

Bulgunun sonucunda:

A bloğundan giriş yapan kişiler koridoru, 18 saniyede geçerken

B bloğundan giriş yapan kişiler koridoru, 27 saniyede geçti .

2. Çalışmada ise

Aynı okuldan 30 bir sınıfa, 30 başka bir sınıfa toplam 60 öğrenci alındı .

Birinci 30 kişilik gruba zeki insanların, profesörlerin resimlerinin yer aldığı soru kitapçıkları dağıtıldı .

İkinci 30 kişilik gruba ünlü ve şarkıcıların resimlerinin yer aldığı soru kitapçıkları dağıtıldı .

Bulgunun sonucunda:
1. Grubun başarısı % 63
2. Grubun başarısı %37

Bu konuyu yazdır

  İSVEÇ'TEKİ SIRRI ÇÖZÜLEMEYEN KAYALAR
Yazar: Spiritüeller - 09-06-2017, Saat: 12:26 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorum Yok

Arkeologlar, kıyısı Baltık Denizi’ne bakan İsveç’teki Kåseberga kasabasında bir tepeye yerleştirilmiş 59 dev kayanın sırrını ortaya çıkarmaya çalışıyor.

Denize bakan bir tepede yer alan kayalardan her biri, yaklaşık bin 800 kilogram ağırlığında. Kayalar, bir geminin dış hatlarına benzeyen, 67 metre uzunluğunda bir şekle sahip.
 
Arkeologlar, Ale's Stenar (Ales’in Kayaları) olarak bilinen yapının, yaklaşık bin yıl önce, Demir Çağı’nda inşa edildiğini ve bir mezarlık anıtını temsil ettiğini düşünüyor. Ancak yeni bir araştırma, kayaların İskandinavya’da Tunç Çağı'nın yaşandığı iki bin 500 yıl öncesine ait olduğunu ve tıpkı İngiltere’deki Stonehenge gibi, bir astronomik takvim görevi gördüğünü öne sürüyor.

34-kaseberga-och-ales-stenar.jpg

International Journal of Astronomy and Astrophysics dergisinde geçtiğimiz ay yayımlanan araştırmada, Mörner, Ales’in Kayaları’nın bir astronomik takvim olarak nasıl işlev gördüğünü anlattı.

İsveçli bilim insanı ve ekibi, Güneş’ın kış ve yaz gündönümlerinde Ales’in Kayaları etrafındaki belli noktaları aydınlattığını, antik İskandinavların bu şekilde dini ritüellerin tarihlerini veya hasat zamanını belirlediklerini öne sürdü.

Araştırmacılar ayrıca, bir geminin dış hatlarına benzeyecek şekilde dizilen kayalarla Stonehenge’in belli geometrik özelliklerinin uyuştuğunu belirtti. Stohenge’in ne amaçla inşa edildiğine dair günümüzde tartışmalar devam etse de, Mörner her iki antik yapının da dev bir astromi takvimi olduğunu düşünüyor.

Mörner, esrarengiz kayaların, Tunç Çağı’nda Avrupa ve Akdeniz’de gezen ve ticaret yapan bir İskandinav topluluk tarafından inşa edildiğini ve Stonehenge’den ilham alındığını öne sürdü: “Ales’in Kayaları bir takvim. Bunun yanında bize antik İskandinavya, İngiltere ve Yunanistan hakkında da daha önceden bilmediğimiz bilgiler sunuyor” dedi.

İsveçli bir arkeolog ve Fornvännen arkeoloji dergisinin editörü olan Martin Rundkvist, “Kayalardan oluşan geminin bir gök takvimi olduğu düşüncesi akademi çevrelerindeki arkeologlar tarafından destek görmeyen bir teori... Tersine, Ales’in Kayaları özenle inşa edilmiş bir mezarlık anıtı olmalı” diyerek en son araştırmaya karşıt bir görüş belirtti.

İsveç’in kırsal bölgeleri, birçoğu gemileri andıran çok sayıda anıt yapı bulunduruyor. Bu anıtların birçoğu, İsveç’in Demir Çağı’na, M.S 500-1000 yıllarına işaret ediyor. Rundkvist, bu anıtların neredeyse tümünün mezarların yerlerini gösterdiğini savunuyor.
 
Arkeologlar, Ales’in Kayaları’nın yaşını yapılan ilk karbon tarih saptama yöntemiyle bin 400 yıl olarak belirlemişti. Bu tarih, Mörner’in öne sürdüğü tarihin yaklaşık bin 100 yıl sonrasına denk geliyor.

Rundkvist, dev kaya yapıyı inşa edenlerin de gezici-tüccar bir topluluk olmadığını savunuyor. İsveçli arkeolog, “Ales’in Kayaları”nın, denizci bir topluluk tarafından inşa edildiğini ve dev kayaların öküz, köle, ip, kızak, ahşap kürekler ve basit demir aletler kullanılarak yerlerine konduğunu düşünüyor.

Rundkvist, “Burası Beowulf’un (Konusu Demir Çağı’ndaki İskandinavya’da geçen eski bir İngiliz destanı) Dünyası” diyerek antik yapının eski kültürle olan bağlantısına da değindi.
İskandinav toplumların kültüründe çok önemli bir yer tutan gemiler, önemli insanların mezarlarını işaretlemek için inşa edilen anıtlara da ilham vermiş olabilir.

Ales de, İskandinav folkloruna göre, Ale adındaki bir kralın mezarını gösteriyor. Rundkvist, bu bulgulara dayanarak, Mörner’in, “hiçbir kanıtı olmayan bir bir teoriyi savunduğunu” belirtti.

Bu konuyu yazdır

  STONHENGE TAŞLARI VE GİZEMLİ YAPILAR
Yazar: Spiritüeller - 09-06-2017, Saat: 12:19 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorum Yok

Antik çağ bilgeliğinin en önemli sembollerinden biri olan Stonehenge aynı zamanda İngiltere'nin en ünlü tarihi yapılarından biri

Astronomi, astroloji, geometri, meteoroloji ve paganizmle ilişkilendirilen yapının ne amaçla ve nasıl inşaa edildiği hala bir sır... Rusya Federasyonu'na bağlı Başkortostan federe cumhuriyetinde bulunan benzeri (Uçalı buluntuları) ise bu tür yapıların gizemini bir kat daha artırıyor...

İngiltere'deki Salisbury Düzlüğü'nde eskiden dinsel törenler için kullanılan ve Kelt rahiplerinden oluşan bir sınıf olan Druidlere atfedilen büyük taşlardan oluşan bir çember vardır. Druiler'in bu taş çemberini kullanmış olması mümkünse de, başlangıcı İngiliz Adaları'ndaki Neolitik insanlara kadar uzanmaktadır. 

472207_o8b20.jpg

Bilinenler buranın MÖ 2300 yıllarında inşa edilmeye başladığı yönünde. Yapı, keskiyle yontulmuş, düzgünleştirilmiş ve dışarıdan yerel bölgeye taşınmış, dik konumundaki 30 taştan (bunlardan halen 17'si ayaktadır) oluşur ve kavisli hale getirilerek dik duran taşlarin üzerine yerleştirilen lento (kiriş) taşlarını içerir. Böylelikle çember şeklinde kapı boşlukları oluşmuştur.

Stonehenge'in çemberi bölen ve yapının girişinden geçen ekseninin yaz dönencesindeki (21 Haziran) gündoğumuna doğru konumlandırılmış olması, buna karşılık, yakındaki İrlanda'da yaklaşık olarak aynı zamanlarda inşa edilen Newgrange anıtının kış dönencesindeki (21 Aralık) gündoğumuna yöneltilmiş olması ilginçtir.
 
Daha önceleri güneş-uzay gözlemevi, güneş saati veya ufo iniş yeri olabileceği idda edilen Stonehenge, 500 yıl boyunca mezar alanı olarak kullanılmış.

Ayrıca yapının yapılış amacı son araştımalarla tam çözülemesede biraz daha netlik kazanmıştır.

Yapı ile ilgili bir başka iddia ise buranın bir şifa merkezi olduğu yönünde.

Bu teze göre insanlar bu mavi taşların tılsımlı olduğuna inanıyorlar ve binlerce kilometre öteden buraya geliyor, taşlardan şifa bulmaya çalışıyorlardı.

Tezi ortaya atanlar, kanıt olarak da mezarlarda yapılan araştırmaları gösteriyor.

Zira bu mezarlarda, normal sayılamayacak kadar fiziki yara ve hastalıkları bulunan ceset kalıntıları teşhis edildi.

stonehenge.png

Mezarlardaki dişlerin analizi sonucu, cenazelerin "yarıya yakınının" Stonehenge bölgesinde doğmuş insanlardan olmadığı anlaşıldı.

Stonehenge'in sadece hasta insanları değil, şifa dağıtma özelliği bulunanları da çeken bir merkez olduğu sanılıyor.

İngiliz bilim adamları, tarihi yapıya 5-6 kilometre uzaklıkta ortaya çıkarılan ve "Amesbury Okçusu'nun Mezarı" adı verilen yapıdaki bulguların ilginçliğine de dikkat çekiyor.

Mezar ve buraya bırakılan eşyalar üzerinde yapılan incelemeler, bu kişinin Avrupa Alpleri'nden gelen, varlıklı ve güçlü, aynı zamanda metal işlemeyi bilen biri olduğunu işaret ediyor.

Analizlerde, Amesbury Okçusu'nun her iki dizinden de sakat olduğu ve önemli bir diş sorunu olduğu anlaşıldı.

Bu da okçunun gizemli binaya şifa bulmaya geldiği tezini savunanların elini kuvvetlendiriyor.

Bölgede yapılan son kazılarda, halen tarihi anıtın altında gömülü bulunan orijinal mavi taş oyuklarında 100 kadar organik materyal de gün yüzüne çıkarıldı.

Ve ilginç bir benzerlik... Rusya Federasyonu'na bağlı Başkortostan Cumhuriyeti'nde 1956 yılında ilginç bir yapı bulundu. Yapı İngiltere'nin bütün dünyanın bildiği Stonehenge'ine çok benziyordu...

Uçalı vilayetinde bulunduğundan "Uçalı buluntuları" olarak adlandırılan yapı üzerinde 2004 yılından itibaren arkeolojik kazılara başlandı. Bu yapıların gizeminin ne zaman çözüleceği ise merakla bekleniyor...

Bu konuyu yazdır

  İNSANIN DÖRT BOYUTU
Yazar: EvrimBilge - 08-06-2017, Saat: 22:25 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

İnsan denen varlığı, organizmayı anlayabilmek ve anlatabilmek için ‘Dördüncü Yol’ ekolü, enerjiler tablosunu da gözönüne alarak oldukça farklı ve özgün bir tanımlama yapmıştır. Kendimi bir ölçüde yakın kabul ettiğim Dördüncü Yol Düşüncesi’nin açıklamalarını yorumlayarak sunmak istedim. Buna göre insanın dört özelliği ya da boyutu vardır:

1. Mekanik bir motordur, 2. Canlı organizmadır, 3. Deneyim merkezidir ve 4. Kozmik bir araçtır.

İnsan da yaşayan tüm canlılar ve organizmalar gibi hayatiyetini sağlamak ve sürdürebilmek için enerjiye gereksinim duyar; her türden enerjiyi alır, işler, dönüştürür, kullanır, açığa çıkarır (serbest bırakır); fazlasını da ya tekrar kullanır, ya depolar, ya da atık halinde organizmasının dışına bırakır. Başlangıçta edinebildiği tüm enerji unsurlarını en fazla da hareket ve ısı enerjisine dönüştürerek kullanır, yeni hücreler ve dokular üretir, eskiyen veya harap olanları yeniler. Bu aşamalarda termodinamik yasaları işler, rejenerasyon durmaksızın sürer… Her türden enerji için her bünyenin ve her aşamada farklı bir edinim, işlem, üretim, kullanım, tüketim ve dağıtım kapasitesi vardır.

spirit%25C3%25BCel-ne-demektir-kisaca-tanimi.jpg

Dilerseniz insan’a bir de böyle bakalım ve sırasıyla irdeleyelim.

1. Mekanik Bir Motor Olarak İnsan:

Vücudumuz öncelikle enerji ile çalışan, mekanik ve fiziksel olarak güç üreten, iş yapan bir makinedir; transformatör, jeneratör ve distribütördür. Yani dışarıdan aldığı mekanik enerji unsurları olan yakıtları (düşük enerjileri) kullanan, onlardan fiziksel ve psişik yeni tür enerjiler üreten (dönüştüren), toplayan (akümülatör), depolayan ve gerektiğinde dağıtımını da sağlayan bir otoprodüktördür.

Mekanik bir motor olma özelliğini kemikler, kaslar, kıkırdaklar, tendonlar, çeşitli mafsal (eklem) ve manivelalar; içinde değişik sıvıların ve sıvılaştırılmış enerji unsurlarının (besin, kan, lenf, mineraller, sıvı ve katı atıklar…) akabildiği çok değişik çap ve uzunluktaki borular, tüpler, kanallar, pompa, piston, kapsül (conta), vana ve kapaklardan, kaldıraç ve tulumbalardan alır. Zaman zaman bazı fonksiyonları yavaşlayabilir; ancak bağlayıcı, plastik, yapıcı ve hayatî enerjileri varolduğu sürece bu çok karmaşık ama mükemmel düzeneğin iyi korunması ve çalışma esnasındaki aksamalarına, kimi zaman da uyarılarına kulak verilerek zamanında müdahale edilmesi gerekir.

Uygun çalışma ortamı oluşturulup enerjisi aksatılmadan sağlandığında bu motor kendi ihtiyaçlarını karşılar, gereken ürünleri imal edip savunma mekanizmalarını güçlendirir, kısmen kendi onarımını yapabilir, olumlu müdahalelerle dayanıklılığı ve esnekliği ile birlikte enerji üretim ve işlem kapasitesi artırılabilir; daha iyi hizmet verecek hâle getirilebilir; bakımı da zamanında, sürekli ve düzenli yapılırsa bütün motorlar ve makinalarda olduğu gibi faydalı ömrü uzatılabilir.

Kısacası bu mekanik motor, en alt düzey kabul edilen “dağılmış” enerjiyi alıp işleyerek önce “yönlenmiş” enerjiye, sonra “bağlayıcı” ve derken “plastik” enerjiye dönüştürerek Mekanik Enerjiler Döngüsü’nü tamamlar (yazının sonundaki ‘Enerjiler Tablosu’na bakınız). Bunu yaparken de her sonraki tür enerjiyi tekrar tekrar işleyerek, daha üst enerjilerin hammaddelerini ve yarımamul maddelerini üretmeye devam eder. Yani varoluşumuzun temeli çok karmaşık olan bu motorun işlevlerine bağlıdır. Anatomik ve fizyolojik gereklilikler ihmal edilirse patolojiden kaynaklanan sorunlar ortaya çıkabilir ki bu da ileride mental ve psişik yapımızı ve düzenimizi olumsuz etkileyebilir. Ama bütün mekanik motorlar ve organizmalar gibi insan vücudu da zamanla kaçınılmaz olarak yorulur, aşınır bazı parçaları veya bölümleri eskisi gibi işlev göremez olur, nihayetinde artık çalışamaz hâle gelir ve durur.

2. Yaşayan (Canlı) Organizma Olarak İnsan:

İnsan sadece mekanik bir motor olmayıp, aynı zamanda yaşayan bir organizmadır; ve bütün canlı organizmalar gibi bu sistem de kendi kendine hareket edebilme ve kendini adapte edebilme yeteneği kazanmıştır. ‘Yapıcı’ enerjiden ‘hayatî’ enerjiye, oradan da ‘otomatik’

ve ‘duyusal’ enerjilerin oluşumu ve kullanımına geçilir. Bütün süreçlerde olduğu gibi burada da ancak bir alttaki enerji türünün kullanılıp işlenmesiyle veya onların yardımıyla bir üst enerjiye geçiş söz konusu olabilir. Örneğin hayatî enerjilerin kullanıldığı bu aşamada kendi kendine hareketin ardından, soluma, özümseme ve düzenleme yapabilen bir canlı organizma aşamasına ulaşılır.

Böylelikle vücut denilen organizma bir yandan mekanik bir motor dediğimiz temel fiziksel yapısına kavuşur, öte yandan da hayatiyete geçerek yaşayan (canlı) bir organizma olmaya başlar. Ama henüz yaşamın kendisi olma aşamasına erişememiştir. Yani bir başka deyişle bu aşamada kendi zihni ve genetiği henüz oluşmamıştır.

Solunum, dolaşım, kas-eklem-kemik ve hormon sistemi; nihayetinde tüm bunlara bağlı, zihinsel, ruhsal ve bilinçsel sistemler kendini yenileyerek güçlenir; daha dirençli ve daha düzenli çalışır duruma gelirler. ‘Dinamik denge’, ‘aktif dinlenme’ … kavramları hep yaşayan bir organizma olmasının ardından gözetilecek hususlar ve gereklilikler olarak ortaya çıkarlar.

Mekanik bir motor ve yaşayan organizma olan bedenimiz bütün bu beceri ve yeteneklerinin yanında üstelik de başta karaciğer olmak üzere tüm iç salgı bezleriyle birlikte mükemmel bir laboratuvardır. Ama biz bu gerçeğe gözlerimizi kapatıyor, bütün bunları gerektiği kadar bilemediğimizden onu yeterince sevemiyoruz. Oysa hakkında gerçekte hiçbir şey bilmediğimiz halde o kadar çok şeyi, kavramı ve kişileri sevdiğimizi sanıyor ve böylelikle de kendimizi avutuyoruz ki… Cehaletimizin ilk aşaması buradan başlıyor.

Derken insan, yaşamdaki amaçlarına ulaşabilmek için hakkında eksik bilgiye sahip olduğu bu organizmayı kullanmaya başlar… Ancak zaman içinde örselenen, yorulan ve yaşlanan organizmanın dış etkenlere karşı (virüsler, mikroplar, bakteriler, mantarlar ve başka mikroorganizmalar… vd.) olduğu gibi soğuğa ve sıcağa karşı daha dayanıksız ve örneğin travmalara karşı da daha dirençsiz hâle gelmesi kaçınılmazdır.

3. Deneyim Merkezi Olarak İnsan

Organizmayı, daha sonraki ve daha üst düzey işlevlere hazır olabilmesi için zinde tutabilmenin yaşamsal önemi vardır.

Daha üst boyutlara ve enerji türlerine doğru gidildikçe fiziksel ya da motor algıların yerine doğal olarak duyusal, şuurlu… enerjiler önem kazanmaya başlar. Ama bunların dönüşümleri artık daha alt düzeylerdeki mekanik enerjilerde olduğu gibi otomatik veya kendiliğinden gerçekleşmez, mutlaka düzenli ve sistemli bir çaba ile geliştirilmeleri gerekir. Çünkü artık sırasıyla bilginin, aklın, zihnin ve bilincin bu sürece dahil edilmesinin vakti gelmiştir. Bir başka biçimde ifade edersek, fiziksel ya da motor bölümlerdeki aksaklıklar çeşitli semptomlarla kendilerini belli ederler (ağrı, sızı, sancı, akıntı, güçsüzlük… vb), ama duyusal ya da şuurlu enerjinin yetersizliğini ya da yokluğunu fiziksel araçlarla algılayamayız. Mental düzensizliklerin, bozuklukların ve rahatsızlıkların bunları yaşayanlar tarafından (nedenleri ile birlikte) doğru algılanabilmeleri de aynı şekilde bir hayli güçtür. Çünkü durumun nedenlerine olan duyarlılığımız ya kaybolmuştur ya da böylesi bir duyarlılık bilgi, uzmanlık veya idrak eksikliği nedeniyle zaten başından beri hiç oluşmamıştır. Bu durumda doğal olarak henüz ‘şuurluluk’tan sözetmek de mümkün değildir.

Deneyim merkezi olabilmek için, herşeyden önce bu verilerin toplandığı bir ana depolama birimine ihtiyaç vardır. Bu merkez beyindir. Depolanan bu ham bilgileri de beyin, akıl ve zihinle birlikte işleyerek hâfızayı oluşturur. Böylelikle yavaş yavaş basit bilgilenme ve çözümleme yapabilme yeteneği oluşmaya başlar. Ama henüz şuurlu enerjiye geçilmemiştir.

Verilerin toplanması ve değerlendirilerek düzgün bir biçimde depolanmasının ardından, işlenmeleri ve çıkarımlama yapılabilir hâle gelinmesiyle birlikte şuurlu enerjinin oluşabileceği ortam hazırlanmış olur. Entelektüel seviye ve şuur seviyesinin herkeste farklı olması doğal ve olağandır. Ama şu bir gerçek ki şuurlu (bilinçli) enerjiye ulaşıldığında ‘kozmik enerjiler’ dediğimiz üst enerjilerin ilk basamağına da erişilmiş olunacaktır.

Zaman ile bağlantımız düşünce aracılığıyla sağlanır; mekân ile her türlü ilişkimizi duyularımız sağlar; daha üst enerjilerle ve sonsuzlukla olan bağlantılarımızsa ancak bilinçle ve üst-bilinçle sağlanabilir.

Şuurlu enerji kullanılamadığı sürece daha üst bilinç durumlarına ulaşılamaz.

4. Kozmik Bir Araç Olarak İnsan:

Şuurlu enerji durumunda, kendinden önceki veya daha alt seviyelerdeki tüm enerjiler daha doğru ve her bir önceki seviyeye göre ‘daha akılcı’ kullanılıyor demektir. Tabloya bakarsak, aşağıdan yukarıya doğru dokuzuncu sırada yer alan ‘şuurlu enerji’ bir bakıma en kritik eşiktir. Nedeni en önemli bireysel dönüşümün ve kendinden öncekilerle kıyaslanamayacak kadar büyük atılımların burada ve bundan sonraki aşamalarda yaşanabilecek olmasıdır. Yani insanın asıl büyük psişik ve ruhsal potansiyeli burada ortaya çıkar, büyük dönüşümü de buraya ulaşılmadıkça başlayamaz.

Ancak şuurlu enerji ile ‘bütün’ün farkına varılır ve kısmen de o bütünle ‘bir oluş’un mümkün olabileceği anlaşılabilir.

Bir başka önemli husus, bu seviyeden itibaren duyusal potansiyelin gelişmesiyle duyusal enerjinin işlevlerinin hem çeşitlenip zenginleşmesi hem de kalitesinin artmasıdır. Sıradan insan bu aşamadan itibaren sıradışı insan olmaya başlar. Yani duyuları, algıları, verileri işleme ve onlardan sonuç çıkarma kapasitesi artar. Daha yüksek duyusal ve mental özelliklere sahip olunur; otomatikliğin ve içgüdüselliğin yerini bilinçli davranışlar, doğru ve bilinçli bilgiler almaya başlar. Artık her yeni verinin (bilgi) daha rafine ve doğru biçimde işlendiği ve onlardan daha doğru sonuçlar çıkarılabildiği bir aşamaya ulaşılmıştır.

Bu, daha önce algılanamayan, ayırdına varılamayan şeylerin algılanabilir, anlaşılabilir, işlenebilir ve bu süreçten doğru ve yeterli sonuçlar alınabilir hâle gelmiş olduğu; aynı zamanda “farkındalığın” da oluştuğu ve bu durumun farkına varıldığı aşamadır. Bu sayede daha önce bilinemeyenler bilinebilir, görülemeyenler görülebilir hâle gelmeye ve bu durum da giderek süreklilik kazanmaya başlar.

Böylesi bir erişimde, bu aşamaya gelinmiş olması nedeniyle sağlanmış olan kapasite artışından başka ve onunla birlikte, daha alt enerji biçim ve unsurlarıyla hem daha gerçekçi ve doğru (bilinçli), hem de daha hızlı, etkin ve yararlı ilişkiler kurulmasını sağlayan bir iletişim ağı tesis edilebilmiş olmasının etkisi vardır. Örneğin salt bir yakıştırma ve kıyaslama olarak düşünürsek, yapıcı enerjilerde enerji gereksinimi ve kullanımı kilobyte ile sınırlıysa, hayatî enerjiler aşamasında gereksinim megabyte’a, otomatik enerjilerde gigabyte’a, duyusal enerjilerde hem ilişkiler hem de kapasite kullanımı terabyte’a çıkar. Şuurlu enerji aşamasından itibaren yavaş yavaş sınırsız kozmik enerjiye doğru açılım gerçekleşir; bir yandan onu ‘kullanmaya’ başlarken, bir yandan da ona ‘katılmaya’, yani ‘bir olmaya’ başlarız. Kozmik enerjide artık kilo/mega/giga/tera sınırlamalarından yavaş yavaş ve gelişiminiz ölçüsünde kurtulmaya başlarsınız. Aydınlığınız gittikçe dışavurmaya başlar, böylelikle çevrenizi ve başkalarını da aydınlatırsınız.

Ama burada bile hep kaçınılmaz olarak kalan, ya da gerekliliğini sürdüren birşey vardır. Ne kadar üst enerjilerle çalışırsanız çalışın, alt enerjilere de ihtiyacınız daha uzunca bir süre devam eder. Onların oluşumlarında ve işleyişinde meydana gelebilecek aksaklıklar ve sorunlar aşağıdan yukarıya doğru işleyen bu süreci olumsuz etkileyecektir. Kapasite kullanımını da, nihai ürünün kalitesini de etkileyecek böylesi bir süreç tâ ki onlara ihtiyacınız kalmayıncaya kadar devam edecektir. Yani öyle bir süreçte görünürde hiçbir şey olmasa bile, psişik merkezlerinizin düzgün çalışması sekteye uğrar; mekanik motordaki arızalar canlı organizmada işlev bozukluklarına, bu bozukluklar bilgi ve deneyim merkezlerinde aksamalara, yıpranmalara, bilgi kayıplarına, erişim sorunlarına neden olur; o sorunlar da kozmik amaç ve hedeflere ulaşımdaki hızınızı azaltır, bunlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek diğer sorunlar zaman kaybettirir, zihin, alt şuur devreye girer… vb; nihayetinde farkındalığınız olumsuz etkilenir.

Şuurlu düşünce olmadan şuurlu hissetme olmaz. Şuurlu hissetme olmadıkça da doğru çözümleme ve şuurlu eylem gerçekleşemez. Kendi kendini gözlemleme, konsantrasyon, içe bakış ve meditasyon bu aşamanın gereklilikleridir. Sizi yarı-uyanıklık ve yarı-şuurluluk’tan uyanıklığa, daha ileri boyutta şuurluluğa eriştirecek ve yalnız eriştirmekle kalmayıp o düzeyde kalabilmenizi, geriye gitmemenizi sağlayacak araçlardır bunlar. Şuur enerjisine sahip olmadan ve onu doğru kullanmadan tam uyanıklık (yani farkındalık) mümkün değildir. Eski – yeni tüm üstadlarla büyük mistiklerin, sufîlerin sözbirliği etmişcesine ‘zihnin oyunlarından ve tuzaklarından kurtulmak’ derken kastettikleri de bir bakıma budur. Daha alt düzeylerde ve o düzeylerdeki enerjilerin kullanımında önemli işlevleri olan ve gerekli olduğunu kabul ettiğimiz zihin, o nedenledir ki (kendi yapay kalıpları, önyargıları ve bağımlılıkları nedeniyle) bu aşamadan itibaren artık bilince ve en içteki özümüze erişmemizin önünde engel olmaya başlar.

Yaratıcı Enerji hakkında pek fazla birşey söylenemese de şimdilik onun bütün varlıkları yaratan ve hattâ koruyan güç olduğunu belirtmekle yetinebiliriz. Sürekli etkisi altındayız, ama bunu farkedemiyoruz. Bir başka yönden bakarsak; oradan alabildiklerimizle, insan olarak hepimizde az çok bulunan bu enerjiyi harekete geçirerek ve kullanarak bizler de yaratıcı eylemlerde bulunabilecek varlıklarız, daha doğrusu bu potansiyele sahibiz.

Psikolojik fonksiyonlarımızın olmazsa olmazı, yani asgarî gerekli üçlüsü otomatik + duyusal + şuurlu enerjilerdir. Bunlara bir üst enerji olan Yaratıcı Enerji’den edinebildiğimiz kadarını eklediğimizde bizler de ‘yaratıcı yaratıklar’ oluruz.

Notlar, Yorumlar

Sıradan bir insan yaşamını pekâlâ ‘otomatik enerjiler’le, veya oraya kadarına erişebildiği enerjileri ve sadece o enerjilerle çalışan psişik fonksiyonları ile sürdürebilir. Çok az sayıda insan duyusal enerjilerini oluşturup kullanarak algısını, çözümlemelerini, çıkarımlamasını geliştirebilir ve daha kaliteli bir yaşama ve biraz daha üst bilince ulaşmış olur.

Gelişmenin önündeki en güçlü engeller, sıradan inançlar, önyargılar, umutsuzluk ve değişim korkusudur. Tabii cehalet ve ego da bunlara yardımcı olur. Şüphe ise gerçekte gelişmenin hızlandırıcısıdır; çünkü o mevcut bilgiler ve fikirler arasında yol bulmaya, kararları ve sonuçları tekrar tekrar gözden geçirmeye, onları test edip yanlışları ayıklamaya; olumlu unsurları geliştirip olumsuzluklardan arınmaya yarayan, olmazsa olmaz ussal sorgulama araçlarından birisi ve en güvenilir olanıdır. Çünkü artık biliyoruz ki inanmak bilmek değildir. Dinsel inanç, bir bakıma vaadlere bağlanarak bir şeyin öyle olmasını hiç sorgulamaksızın ve koşullanmış biçimde şiddetle arzulamak ve tecellisini tutkuyla beklemektir. Kaba inancın, şuurlu bilme karşısındaki sakatlığı da, zayıflığı da buradadır.

Çok daha az sayıda insan daha üst farkındalık durumu olan ‘şuurlu enerji’yi kullanmaya başladığında, ya da bu seviyeye ulaştığında algıları öyle genişler ki başka tür yaşamların ve boyutların da olduğunu görmeye, anlamaya başlar.

Artık üstadlığı, mistikliği aşmıştır. Kendimizi sözcüklerle ve bir takım sıfatların, nitelemelerin kalıplarıyla sınırlamayacaksak şöyle söyleyelim; artık o mistik üstü bir mistik, bambaşka seviyede bir yogi, çok üst düzey bir sufî, gönül ehli, pîr, veliyy’ullah, evliya, brahma, Buda… ne derseniz deyin o olmuştur; kaldı ki böylesi dinsel niteleme ve yakıştırmalar da artık o noktadan sonra anlamını yitirir. Artık o bambaşka bir algılama, bilinç, birlik, sevgi ve huzur boyutundadır. O boyutta sıradan insanlardan başka sıradan üstadların, öğretmenlerin, uzmanların, yolgöstericilerin, sıradan mürşitlerin, evliyaların mertebesinin çok üzerine çıkılmış; yine yanlış anlaşılmayacaksa o tek kaynaktan, tek rahmetten nasip olan neyse o alınmaya, oradan gıdalanmaya başlanılmış demektir. Siz neye inanıyorsanız bu durumu öylece nitelemekte özgürsünüz; vahdet-i vücûd, aşkın bilgelik, en’el hak, nirvana… olsa olsa budur. Ama dediğimiz gibi en iyisi hiçbir nitelemede bulunmamaktır; çünkü her türlü niteleme ve yakıştırma, aynı zamanda da için için, gizli veya açık koşullama ve sınırlamadır… Orada artık bütün nitelemeler anlamını yitirmiştir; çünkü büyük mükâfatı, dilerseniz adına cennet de diyebileceğiniz şeyi bu dünyada iken yaşamışsınızdır; yani buradaki işiniz bitmiştir… Özetle kendi merkezinize yaklaşmış, farkındalığınız artmış, birliğe giden yolunuz iyiden iyiye aydınlanmıştır.

Zihin, başlangıçta insanın kendini bilebilmesi için bir gerekliliktir deriz; ve o ‘herkesin kendine özgü’ birşeydir; düşüncelerle, duygularla, akıl, hafıza ve ego ile yoğrulmuştur. İçeriğinde bunlardan hangisinin ne oranda bulunduğu ve her birinin ayrı ayrı kalitesi, zihnin niteliğini ve toplam kalitesini belirler. Yüzeyselliği veya derinliği, işlem yapabilme ve çıkarımlama gücü herkeste farklılık gösterdiği gibi, bilince ve en içerideki öze yapılacak seyahate zihin olmadan ve algılamasız başlanamaz. Yani gerçeğin araştırılmasına zihnin ve onun araçları kullanılarak başlanır. Ancak yeterliliği ve gerekliliği kalmadığı zaman ondan kurtulma, onu bir kenara bırakma ve yolculuğumuza onsuz devam

etme zorunluluğu vardır. Bu nedenledir ki bir yere kadar gereklilik olan zihin, oradan sonra yük ya da ayakbağı olmamalıdır. Yani zihnin iyi yönetilebilmesi için yakından tanınması gerekir. Yoksa o sizi yönetir. Kesin olan şey zihnin ‘dışsal’ olması, yani dışarıdan edinilmiş ‘toplama bir düzenek’ olmasıdır. Onun aşılması sürecinde meditasyon, vazgeçilmez ve yerine başka hiçbir şeyin konulamayacağı bir gereklilik olarak ortaya çıkar.

Benlik duygusu büyük ölçüde yanılgılardan oluşmuştur ve zihin üzerinde ciddi etkiye sahiptir. İnsan geliştikçe zihinde egonun etkisi, önemi ve ağırlığı giderek azalır; bu aynı zamanda hakikate varabilme kapasitesinin artışı demektir. Büyük sufîlerle üst düzey yogilerin ve Zen izdeşlerinin ‘benlikten kurtulma’ arzusunun altındaki gerçek budur; amaç farkındalığı artırmaksa bu ancak sahte benlikten (ego) yavaş yavaş uzaklaşmayla, nihayetindeyse onu aşmakla ve ondan kurtulmakla başarılabilir. Bunu sağlayacak araçlarsa daha çok doğru bilgiye ve gerçekliğe sahip olmak, sonra tüm bunları meditasyonla aşmaktır. Bilgelik o zaman oluşmaya başlar; bilinçsizlikten bilinçliliğe, yani kaynağa doğru yapılacak yolculuğun başarısı buna bağlıdır. Üstadların ‘yok olma’ (fenâ) dediği şey fiziksel yokluk değil, egonun ve zihnin yokolmasıdır. Onun ardından da saf bilinçle tekrar dirilme demek olan ve sözcüklerle anlatılamayan ‘bekâ’ gelecektir. Ama ‘fenâ’sız ‘bekâ’ya ulaşılamaz… ve bütün bunlar ‘yaşarken’, burada ve ‘şimdi’ elde edilebilecek şeylerdir… Böylesi bir bilinçlilik ‘burada’ iken ulaşılabilecek en üst farkındalık hâlidir. Böyle bir durumda örneğin bir saniyelik şuurlu enerji ve onun kullanımıyla, duyusal enerjinin saatler süren kullanımından çok daha fazla şey oluşur veya elde edilebilir.

Mantralar, zikirler, ilâhiler, karşılık gözetmeyen samimi dualar ve bazı özel meditasyonlar… hepsinin de işlevi ve amaçları aynıdır. Tümü de kimyasal, zihinsel ve ruhsal değişimlere neden olurlar… ve pozitif enerji üretirler (endorfin ve seratonin… gibi olumlu endokrin salgılarını artırdıkları kanıtlanmıştır). Ancak bir şartla; yeter ki uyuşturucu gibi kullanılmasın, ya da öylesi bir etkiye ve bağımlılığa neden olmasınlar; ve en önemlisi de önyargıyla, ayrıcalık ve çıkarcılık gözeterek uygulanmamış olsunlar.

Zamanın hattâ mekânın göreceliği derken fizikçilerin henüz çok yakın bir zamanda, daha yirminci yüzyılda keşfettiği gerçeği, eskinin büyük mistikleri bundan yirmibeş asır önce ‘farketmiş’lerdi…

Eski metinlerde üstadlar kolay anlaşılabilmek için hep kendi çağlarına uygun örnekler verirler. Ben bunu şöyle açıklamak istiyorum: Gereksiz ağırlıklardan kurtuldukça hızınız artar; en önemli olanı başlangıçtaki ağır yükler ve atık maddelerden kurtulabilmektir. Gerçekten de alt düzey enerji unsurları birer gerekliliktir ama kaçınılmaz olarak daha kaba ve ağırdırlar. Bu tıpkı haberleşme uydusunu taşıyan Titan füzesinin görevine ve işleyişine benzer. Önce “kararlılık” demek olan ilk havalanma ve yerçekiminin etkisinden kurtulma, ‘take off’ gerekir; ilk adımı atmak her zaman zordur ve güçlü bir enerjiyle onun sağlayacağı itici etkiye ihtiyaç vardır. Burada çok fazla yakıt ve kaba enerji tüketilir. Sonra birinci kademe yakıt tanklarının kullanılması, yeterli hıza erişim; ikinci kademe tanklara geçilince artık gerekmeyen ve zaten boşalmış olan ilk kademe tanklarının atılması; hafifleme ve böylece nispî bir hızlanma ve bir süre sonra rotaya girme aşaması; derken hızda yeniden artış için üçüncü kademe yakıt kullanımına geçerken artık işlevini bitirip görevini tamamlamış olan ikinci kademe tanklardan kurtulma; gittikçe daha da hafifleme, yön tayinindeki hassas ayarlar ve derken yörüngeye girme…; görüyorsunuz buradan sonra artık bilinen, geleneksel yakıtlar da gerekmiyor. O zaman yola devam edebilmek için daha rafine yakıtlara ya da enerji türlerine ihtiyaç duyulur. Güneş panelleri açılıp işlev görmeye başlar… vb. Bizim yolculuğumuz da işte aynen böyledir. Aynı biçimde artık bizim enerji panellerimiz de öylesi bir aşama için gerekli olan farklı karakterde güç ve enerjiler toplamaya, üretmeye ve kullanmaya devam edecek; depolayacak ve gerektiğinde bu yörüngeden de kurtulunup seyahatimizin sonraki aşamalarına (bu kez bir daha aynı biçimde geri dönmemek üzere) şuurlu irademizle ve daha rafine olan kozmik enerjilerin kullanılmasıyla çıkılabilecektir.

Öğrencilerinden hiçbir zaman din değiştirmelerini istemeyen İnayet Han, ölümsüz sözlerinden birinde şöyle der: “Sufizm ne Batıya, ne Doğuya, ne bir millete, ne de dine aittir: o, insanın çığlığına verilmiş olan cevaptır”. Biz de görüşlerimizi herhangi bir dinin veya inancın kalıplarına sığdırma ve uyarlama çabasına düşmeden açıklamaya devam edelim…

Belli bir aşamada artık daha fazla konuşmanın ve yorumlamanın uygun ve doğru olmayacağı; çünkü anlayabilmenin de anlatabilmenin de pek mümkün olamadığı bir yere gelinmiş olunur ki, bundan sonrasını yaşayabilenler ebedî cenneti bulabilmiş ya da duyumsayabilmiş olanlardır.

Ve sonrası… Her ne kadar bütünüyle kavranamayacak olsalar da kozmik enerjilerin daha üst boyutları, yani Şuurlu Enerji’den sonra gelen enerjiler, Gurdjieff sınıflandırmalarına göre, sadece adlandırılmış olarak aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralanmaktadır:

* Yukarıda kısmen değindiğimiz “Yaratıcı Enerji”

ve sıradan insanların halen içinde bulunduğumuz algılama boyutunda iken deneyimleyemeyeceği, en üst enerjiler olan

* “Birleştirici Enerji” ile,

(gerçekte isim dahi verilemeyen, hattâ isimlendirilmesi doğru da olmayan)

* “Aşkın Enerji”dir. Siz bunların her birine kendi inancınıza göre, şimdilik, geçici olarak, başka isimler de verebilirsiniz.

Bu üç büyük enerji, ancak zamanın yasalarının ve gözle görülebilir ya da sınırlı duyularımızla farkedilebilir olan fiziksel kısıtlamaların dışında ve ötesindeki bir algı boyutunda hissedilebilir. Yani her birisi sınırlı olan beş duyumuzun kısıtlı imkanlarıyla da algılanamazlar, bilebildiğimiz ölçülebilir ve sabit-doğrusal zaman boyutuyla da… Yani dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafında ya da galaktik merkez etrafında dönmesiyle tanımlanabilen dünya zamanı ile de, genel anlamda ölçülebilir olan herhangi bir ‘fiziksel zaman’la da ilişkili değillerdir. Dinsel metinlerde ‘zamandan ve mekândan münezzeh’ denirken kastedilen de budur. Bu enerjilerle temasa geçebilenler zamanın bilinen ya da alışılmış ve tanımlanabilir halinden sıyrılmış olurlar. Keza burada artık ‘bilinen şuurluluğun’ ötesindeki bir başka şuurun söz konusu olduğu boyuta ulaşılmış olunur. Orası ‘yaratıcı enerji boyutu’dur; ve biz de olsa olsa ancak (ve o da kısmen) buraya kadar açıklama, tahmin ve yorumlamada bulunabiliyoruz.

Rivayet olunur ki İsa’ya, “Tanrının Krallığı’nda ne olacak?” diye sorduklarında şu yanıtı almışlar: “Orada artık zaman olmayacak”. Şimdi o günün insanları bu ifadeyi nasıl anlayabilsinler… Sanırız çokları ‘deli saçması’ deyip geçmişlerdir. Bugün, doğrusal zamanın göreceli olduğunu bizler dahi ancak Einstein’dan sonra, o da zar-zor anlayabiliyoruz. Hattâ yine de tam olarak anlayabildiğimiz söylenemez. Sonra da sıra beşinci ve altıncı boyutlara geliyor… Tabii büyük üstadların açtığı ve aydınlattığı yoldan yansıyanlar kadar…

Belki şu kadarı daha söylenebilir: “Şuurlu Enerji düzeyi de aşılarak ‘Yaratıcı Enerji’ye ulaşılabilirse insan artık evrendeki diğer formlarla ilişki kurabilecek düzeye erişmiş demektir. Burası ‘şuurüstü’ (ya da şuurötesi) olan, algılanamayacak ve açıklanamayacak bir yer; örneğin Buda’nın ve İsa’nın ulaştığı yerdir”. Burada bireysel şuur da aşılmış, bir bakıma maddesel ve zihinsel olarak yok olunmuş; zaman ve mekân sınırlamalarının olmadığı o ‘karşı kıyıya’ geçilmiştir. ‘Saf bilinç’ haline erişilmiş olunan, zaman ve mekândan başka, bedenin, zihnin, hattâ yarı-sentetik rûhun da anlamını yitirdiği; ve onlardan sıyrılmış, ayrılmış, arınılmış olduğu, veya onların tamamen bırakılmış, terkedilmiş olduğu yerdir orası.

‘Yaratıcı Enerji’nin üst boyutlarına ulaşabilenler, ya da ulaşabildiklerini söyleyenler de bu dünyanın koşulları, ortamı ve araçlarıyla onu tanımlayamıyorlar, hattâ varlığını dahi kanıtlayamıyorlar; ısrarcı olurlarsa da Hallâc gibi canlarını veriyorlar, bedenlerini bırakmak zorunda kalıyorlar. Ama zaten algılamalarımızın sınırlılığı tasvire de, delil sunmaya da engeldir. Yani hem bilgimiz ve bilincimiz, hem anlatabilme ve aktarabilme kapasitemiz, hem de anlatmaya çalışıldığında karşıdakilerin kapasiteleri henüz bunların anlaşılabilmelerine engeldir; o halde susacaksınız, belki çok daha ileride… Yani bazı şeyleri anlaşılabilir hale getirme çabası genellikle onların gerçek anlamının bozulmasına, yanlış anlaşılmalarına ya da düşüncenin ve yargıların olması gereken anlamından farklı taraflara yönlendirilmesine neden olur… Böyle zamanlarda yapılacak en iyi şey, o konuda özel hiçbir çaba sarfetmemektir.

Sonsuz olamayanın, sonsuzluğu duyumsayamayanın, sonsuzluğu kısmen de olsa, bir bölümüyle ya da çok küçük çaptaki izlenimiyle de olsa bilebilmesi, açıklayabilmesi mümkün olabilir mi? Ancak bir damla olarak okyanusa katılabilirse o hâlin idrakine, o sonsuzluk içinde belki kısmen varabilir.

Önemli olan şuurla istemek ve o yolda şuurla çaba sarfetmektir. Çünkü yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi insanın bizzat kendisi enerji dönüşümleri için kozmik bir araçtır; tabii bunun farkında ise…

‘Birleştirici Enerji’, ancak bu görünen yaşamın ötesindeki şuurluluk haline yükselinebildiğinde düşünülebilir, kısmen hissedilebilir ve araştırılabilir hâle gelir. Ona da ancak ‘o kanaate varma’ denilebilir; ‘doğrulanabilmesi’ hayli güçtür.

“Aşkın Enerji”, gerçekte adlandırılamayan ve hiçbir biçimde tanımlanamayan en yüksek boyutun enerjisidir. Tek (Bir) ve mutlak olandır. Vareden ve yokeden enerjidir. Ne fiziksel ne ruhsaldır; bildiğimiz anlamıyla ne maddî ne de menevîdir; herşeyin aslı, orijini, temeli, başlangıcı odur. Anlaşılamadığı için anlatılamaz olandır… Nitelenemez ve tasvir edilemez olandır… Sözcüklere sığmayandır… Doğmamıştır, ölmeyendir… İsimlendirilemez olandır… Anlamayanlara göre hiçbir yerde, biraz olsun anlayabilenlere göreyse her yerdedir…

Biz bilmesek ve farkedemesek de evren, görünür-görünmez tüm yaratıcı faaliyetlerini kendi evrensel şuuruyla sürdürmekte ve varoluş amacını her an, hiç durmaksızın gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sonsuz ama bilinçli oluşum böylece sürüp gidecektir… Bizim gözlemleyebildiklerimiz ancak mutlak yaratılış ve oluşum içindeki bağımsızmış gibi görünen çok küçük boyutlardaki yaratılış kırıntılarıdır. Bunlara da koşullanmış bir zihinle veya duygusallıkla bakarsak yanılır veya avunur; şuurla bakarsak gerçekliklerin farkında olabilir, ‘bütün’ü kavrayabilme algı ve yeteneğini geliştirebiliriz. ‘Evrensel Şuurlu Yaşam’a katılma ancak böyle mümkün olabilir. Bu aynı zamanda Hayat ve Kozmos arasındaki köprüdür. Birliğin ve Yaratıcılığın içinde yer almak da budur. Sahte benliğin illüzyonlarından kurtulmuş olarak kendi başına bağımsız ama Birlik’le uyumlu irade de budur (yani eski metinlerin irade-i cüz’iye ve irade-i külliye dedikleri), bütün yaşam fonksiyonları ile birlikte yaşam enerjilerinin doğru kullanımı da budur…

Bu nedenledir ki duyusal insan zihniyle özdeşleşirken, şuurlu insan bunların araç olduklarının bilinciyle onu aşmış olmanın farkındalığı içerisindedir; sadece yapay bir araç olan aklının dahi ‘gerçek kendisi olmadığı’nın ayırdındadır. Çünkü o zaman, zihin gibi akıl da dışlanmadıkça kendi gerçek şuurluluğuna erişemeyeceğini bilme noktasını çoktan aşmıştır. Otomatik ya da duyusal insan’ın, gerçeği ya da gerçeklikleri kavrama olasılığı yoktur; onlar sadece geçicilikleri, geçici bir süre için ve yanılgılar içerisinde ‘eksik ve yetersiz bilme’ durumundadırlar. Öyle ki duyusal insan, gerçek yaratıcı sevgiyi de (tabii yaratıcı enerjiyi de) deneyimleyemeyecektir. Gelişimi dramatik olarak sözde ve yapay bir kutsallığa dayanmış ve orada takılıp kalmıştır. Yani bir bakıma bireysellikten evrenselliğe ulaşamaz durumdadır. Bu durumda bilgelikte ve kozmik sevgide de geri kalma kaçınılmazdır. Sofu’larla softa’ların sufî olamamasının nedeni de budur.

Doğu’nun mistik geleneklerinde, insanın fiziksel bedeninden başka ve birbirleriyle ilintili bir takım bedenlere, daha doğrusu varoluş biçimlerine sahip olduğu kabul edilir. Bunların farkındalığı ise bilinçsel gelişmişliğimize, yani bir başka deyişle aydınlanmada alabildiğimiz yola bağlıdır.

Eski metinler, insana özgü bu varoluş biçimlerini (bedenlerimizi) şöyle sıralıyor:

1. Fiziksel beden, 2. Eterik beden, 3. Astral beden, 4. Zihinsel beden, 5. Spiritüel beden, 6. Kozmik beden ve 7. Nirvanik beden.

Doğal olarak bir öncekinin farkındalığı aşılmadan bir sonrakine erişilemiyor… Spiritüel bedenden itibaren ‘tanrısallık’ boyutuna, kozmik beden ile birlikte ‘evrensel varoluş’a, nirvanik boyutta ise tek olanla birlik’ aşamasına erişilebiliyor… ve bir daha da bu dünyaya, bilebildiğimiz sınırlı fiziksel koşullarda tekrar gelmemize gerek kalmıyor.

Özetle, bu yolda daha alınacak çok mesafe vardır; ve her bir üst enerjiye geçiş daha çok çabayı, daha yüksek düzeyde hassas, olabildiğince yanılgısız ve yoğun çalışmayı; her önceki düzeyde azami uyanıklık, şuurluluk durumunda olmayı gerektirir. Kullanamadığınız ve kullanamayacağınız veya dönüştüremeyeceğiniz enerji türleri, daha üst düzeye ulaşmanızı sağlayacak ‘yakıtınız’ olamaz; ‘orada’ ve ‘ona’ takılıp kalırsınız. Gereksiz ağırlıklar halinde durmaya devam ederler. O zaman siz onu değil de bir bakıma o sizi yönetir. Bu durum bütün enerji düzeyleri ve türleri için geçerlidir. Yani sizin yakıtı değil de, yakıtın sizi kullanmaya başlaması bir bakıma bağımlılığınız ve gelişiminizin önündeki engel olur. Burada kısa bir açıklama yaparsak, örneğin; hareket enerjisini kullanmazsanız nispeten hareketsiz kalırsınız, onun organizmada gereksiz birikimi sonra istemeseniz de sizin hareketlerinizi engeller, ya da kısıtlar. Aynı şekilde duyusal enerjilerinize hakim olamaz ve onları doğru kullanamazsanız, onlar sizi kullanır veya öne çıkmaya başlarlar (duygusallık); bu da şuurlu enerji düzeyine ulaşmanızı engeller. Aynı durum otomatik enerjiler, sinir sistemimiz ve tüm hayatî enerjilerimizle yapıcı enerjilerimiz için de geçerlidir. Her düzey için şuurlu ve sevgi ile yapılacak özel çalışmalarla (doğru beslenme, uyku, dinlenme, fiziksel egzersizler, ıslâh-ı nefs, yoga, dua, konsantrasyon, meditasyon, diğer ruhsal çalışmalar ve görevler…) bu tür engellerin aşılması mümkündür.

Hattâ aura da, ruh da farklı biçimlerde yoğunlaşmış ve farklı görevleri, işlevleri, katmanları ve yansımaları olan yaşam enerjileridir. “Evrensel Enerji Alanı” da denilen yaşam enerjisine hintliler ‘prana’, çinliler ‘c’hi’ (çi, ki) adını vermişlerdi. Musevilerde adı ‘yıldızsal ışık’ olur, ya da hristiyan ikonlarında gösterildiği biçimiyle İsa’dan yayılan ‘kutsal ışık’.

Pek çok inanç sisteminde “evrensel enerji alanı”nın, bizim ‘cansız’ kabul ettiğimiz cisimlerin içinde de mevcut olduğu kabul edilir. Farklı kültürlerde değişik isimler alan (atman, esîr, büyük ruh…), ama tümünde de insanın yaşamsal enerji alanı olduğu düşünülen bu temel cevher, gerçekte insan vücudunun da aslî bileşenidir, orijini evrensel enerji olan yaşamsallık unsurudur; ve bu tüm bilinçli yaşamın özüdür.

Aura pek çok bakımdan önemli olabilir. Işınımı güçlü olan auralar o kişinin bilinçsel gelişmişlik ve aydınlanmışlığının gücünü gösterir; tabii ki sevgi, şefkat ve bilgeliğinin de. Yani zayıf, cılız ve zor gözlemlenen aura, kuşatmış olduğu kişinin evrensel enerjiden yeterince nasibini alamadığının göstergesidir. Bir başka bakımdan da aurasının olağan ışınımında aksaklık veya yetersizlik gözlemlenen kişilerde böyle bir durum vücudun o bölgesinde veya oradaki organda ciddi bir sorun olduğunun (yaşamsal enerjiden yeterince yararlanamadığının) veya işlev bozukluğunun göstergesidir.

Şifacıların kullandığı ve iyileştirici özelliği olan enerji de aura ile aynı kökendendir. Keza telepatik yetenekleri gelişmiş olanların genelde auraları da güçlüdür.

Bize göre bütün görünür evren, veya evrenin bizce görünebilir ya da düşünülebilir kısmı, tüm galaksileri, kuarkları ve karadelikleriyle birlikte çok büyük boyutlardaki enerji dönüşümleridir ve aynı zamanda büyük maddesel dönüşüm için de ve sırasıyla duyusal, ruhsal ve şuurlu dönüşüm için de bütün unsurlarıyla birlikte karşılıklı etkileşim ve iletişim halindeki devasa bir araçtır.

Maddesel olarak insanla karşılaştırıldığında dünya, dünya ile karşılaştırıldığında güneş sistemi, güneş sistemiyle karşılaştırıldığında galaksimiz ve onunla karşılaştırıldığında da bugün için bilinebilir veya tahmin edilebilir-edilemez boyutlarıyla maddesel evren bu konudaki bilgimiz arttıkça ve her defasında akla ziyan büyüklükler halinde önümüze çıkıyor. Evrenden insana doğru düşünürseniz de şaşkınlığınız değişmiyor. Ama insanı dokuları, hücreleri ve atomlarıyla kıyaslarsanız bu kez insan muazzam büyük duruyor; yani ölçekler ve boyutlar arası fark her defasında kıyaslanamaz bir hal alıyor… Peki böylesine bağlantılı ve bağımlı olduğumuz bütün evren, tüm sistemleri, galaksileri ve diğer unsurlarıyla insanın gereksiz veya olmasa da olur bir aksesuarı gibi düşünülebilir mi?

Yaşamları saniyenin ancak milyarda birleriyle sınırlı olan atomaltı parçacıkların da, ömürleri milyarlarca yıl süren galaksilerin de, durmaksızın sürüp gitmekte olan ‘Büyük Yaradılış’ta rolü ve önemi vardır. İkisinin yaşam süreleri arasındaki fark kelebeğin ömrü ile Himalayalar’ın ömrü arasındaki farkla dahi kıyaslanamayacak kadar büyük ve müthiştir. Böylesine ölçülemez hattâ tasavvur edilemez boyutlarda, daha doğrusu ‘boyutsuz’ bir Birliğin sınırlaması ve kısıtlaması söz konusu olamayacağı gibi, tanımlaması da yapılamaz… Böyle olunca basit dinsel dogmaların, organize dinlerin nedensiz, şuursuz ve garip kurallarının; ve tabii bu arada diğer inançlarla birlikte her biri varoluşun unsurları olan diğer insanların da tamamen yapay bir biçimde dinsel ayrımcılığa tâbi tutulmasının ne denli saçma, boş ve anlamsız oldukları acaba anlaşılabiliyor mudur?

Örneğin bütün fiziksel varlıklar ve bileşenler “yer çekimi” yasasıyla bağlı ve ona bağımlıdır. Peki ya sadece fiziksel olmayan; veya bildiğimiz kadarıyla fiziksel olmayan boyut ve unsurlara da sahip olan düşünceniz, bilme ve algılama gücünüz, zihniniz…, nihayetinde bilinciniz? Onlar fiziksel kısıtlamalarla kıyaslandıklarında bu anlamda daha özgür ve bağımsız değiller midir? Şimdilik yeterince değillerse bile, öyle olmaları gerekmez mi? Zaten öyle olurlarsa bir anlam ifade ederler. Yoksa onlar da bir yere, özünde dogmatik olan bir merkeze, mâbede, dine, tapınağa, guruya, rahibe… bağlı iseler gerçek anlamda işlev göremez veya işlevlerini hiçbir zaman yeterince yerine getiremezler. Meselenin özü budur.

İşin ilginç yanı, farklı boyutlar meselesinin daha birinci basamağı demek olan gerçek ruhsallığa varılabilecek yol da buradan geçer.

Buradan “dünya niçin yaratıldı”, oradan da “insan nasıl ve niçin yaratıldı” sorularına ulaşabiliriz. Evrensel-kozmik enerjileri az çok anlamadan ve onları kısmen de olsa kullanabilecek düzeye erişmeden bu sorulara da, ‘Yüce İrade’nin varolup olmadığına ve eğer varsa amacının ne olabileceğine dair de hiçbir tutarlı yanıt bulamayız. Peki bir dünya gerekli ise, o dünya böyle mi olmalıydı; yani istenen böyle bir dünya mıydı; onun tüm dengelerini böylesine bozmanın sonu nereye kadar gidecek, o ve üzerindeki yaşam bir gün nasıl sonlanacaktır? Akılla donatılmış, bilinçle yoluna devam eden her yaratık bu yasalar üzerinde, onların nedenleri ve sonuçları üzerinde mutlaka düşünmelidir. Sorulara kesin yanıtlar bulamasak dahi, farkındalığımızı ne kadar artırabilirsek o kadar şuurlu olmaz mıyız? Yoksa tam bir teslimiyet ve şuursuzlukla kaderimize razı olup, nereden gelip nereye gittiğimizi araştırmaksızın, hangimize din ve inanç adına nerede ve hangi ortamda neler söylenmişse hiç sorgulamaksızın benimseyip, boşu boşuna ömür tüketip günü gelince bir büyük bilinmeze doğru, şüpheler ve korkular içerisinde çekip gidecek miyiz?… Bundan büyük şuursuzluk olabilir mi?… Gerçeğe ya da gerçekliklerin her birine ne kadar ulaşabilirsek yararımıza olmaz mı?… Böylesi bir çabanın içinde olmazsak, ve diyelim ki tekrar geleceksek hangi yüzle; ya da ileride bir gün sınava alınacak isek oraya nasıl böylesi bir hazırlıksızlıkla gidebileceğiz?… Kısacası yaşamımızın bir anlamı ve amacı olması gerekmez mi?… Öylesi bir durumda “ne bileyim, birileri böyle söyledi, ben de inandım” demeniz mazeretiniz olabilir mi?…

Kendileri araştırmaya çaba sarfetmeyip de “peki, ama ne yapabiliriz?” kolaycılığına kaçanlara tek ve şaşmaz yanıtımız şudur: “Bildiğiniz bir şey, bilmediğiniz başka bir şey hakkında fikir ve ipucu verecektir, vermelidir.” Yoksa tüm sırların burada ve bu yaşamda çözüleceği iddiasında bulunmak tabii ki akıl kârı değildir. Çözüm uğruna herhangi bir organize dinin hazır kural, buyruk ve reçetelerine sığınmak ve sorgusuz-sualsiz, bilmeden ve bilinçsizce itaat etmek de aynı şekilde yararsız ve gereksiz değil midir?

Her maddenin dönüşüm (bozulma, çözülme, birleşme, ayrışma) hızı farklıdır ve bir ölçüde dışsal etkenlere, hattâ etkileşilen ortamın niteliğine (kalitesine) de bağlıdır. Ama istisnasız bütün madde türleri ve biçimleri farklı şekillerde yoğunlaşmış enerjidir.

Kesin olarak bilinen şey şudur: a) Her şey dönüşür, b) Her şey, bir başka şeye bağlıdır; sonuç olarak, c) Doğadaki herşey birbirine bağlıdır.

Vücutlarımız da farklı biçimler almış enerji yoğunlaşmalarının harikulâde bir bütünlüğü ve uyumluluğu olup o bileşenlerden herbirinin farklı dayanıklılığı, işlevsel olarak belirli limitleri, bakım ve gözetim gereklilikleri, farklı enerji gereksinimleri ve kısmen artırılabilir ya da azaltılabilir potansiyelleri… vb. vardır.

Enerji dönüşümlerindeki izafîlik anlaşılmadan paralel evrenler, iç içe evrenler, sarmal evrenler, zamanın izafîliği, önceki yaşamlarımız, hattâ bugün için hâlâ fantastik bilim-kurgu sanılan zamanda yolculuk kuramlarının hiçbirisi anlaşılamaz. Bırakın bütün bunları, halen içinde bulunduğumuz boyutta dahi kolayca gerçekleştirilebilen altıncı his, durugörü, çeşitli materyalizasyonlar ve telekineziyi de açıklayamazsınız. Oysa ki bunlar gizemli, doğaüstü ya da garip şeyler olmayıp tümü de son derece doğal ve olağandır.

Doğrusal zaman, bu boyuttaki etkinliklerimizi düzenlemek ve planlamak; üç boyutlu uzaya ve o boyuttaki sıradan yaşama ilişkin algılarımızı ve düzeni sistematize edebilmek için, kendimize özgü olan ve işlerimizi kolaylaştırmak amacıyla, yeryüzünün güneş etrafındaki dönüşü esas alınarak bizler tarafından yaratılmış (ya da uydurulmuş), tamamen sanal ve herkesin anlayabileceği basitlikteki kavramsal ama ‘ölçülebilir’ bir zamandır.

Evreni yalnız üç boyutlu uzay ve doğrusal zaman ölçütleriyle algılamaya kalkar ya da sadece bu biçimde ve bu araçlarla algılayabileceğimizi sanırsak yanılırız. Daha doğru bir kavrayış için bütüncül bir bilinçle bakabilmeliyiz. Çünkü yapısı, biçimi ve işlevi bizim algı sınırlarımızın çok ötesinde ve dışındaki bir ortamı, evreni, farklı bir yaşamı kendi basit ve sınırlı araçlarımızla kavrayamayacağımız açıktır. Bunu bilebilmek, farkedebilmek yine de bir aşamadır; ama salt bu olanaklarımızla kavramakta ısrarcı olmak cehalettir; diretmek taassuptur; yoksaymaksa inkârcılık ve herşeyin sonudur; dahası var, asıl “büyük günah” da bu olmalıdır. Ama sıradan algılarımızın ötesine geçmeyi (yani zihni aşmayı) başarabilirsek, işte o zaman evren dediğimiz bütünün bir parçası olduğumuzun bilincine varacak; yanılsamalarımızın nedenleri olan doğrusal zamanın ve üç boyutlu basit uzayın dışında, üstelik hem de burada farklı algılayışların ve farklı yaşam boyutlarının mevcut olduğuna dair ‘farkındalığa’ erişmiş olacağız. O vakit tutkuların, egonun, acının ve ıstırabın, dinlerin ve boşinançların bütün o yapay süsleri, şekilcilikleri, sıradan ve basmakalıp törensellikleri, sahte renkleri, boyaları dökülecek; ardından yüksek enerjilerle teması sağlayacak araçlara, gerçek sevgiye, şefkat, merhamet, bilgelik ve bilince erişilmiş olunacaktır.

O zaman içine sıkıştırıldığımız bu dar ve çok kısıtlı yaşam boyutunu ve unsurlarını, dilediğimiz zaman aşabileceğimiz bilgi, yetenek ve kapasiteye erişmişiz demektir.

O zaman Buda’yı da, İsa’yı da; Einstein’ı da, Sagan’ı da; Gurdjieff’i de, Osho’yu da daha iyi anlayabilecek, hattâ onlarla bir olabileceğiz. Orada özgürlük de vardır, huzur da… Buradakiler sadece kırıntılardır. E kısıtlı dünyanın olanakları gibi nimetlerinin de sınırlı olması doğal değil midir?

Özetle, bilgimiz, şuurumuz, kapasitemiz ve irademiz ölçüsünde hem kendi tekâmülümüz için, hem de genel-evrensel tekâmül için ‘çalışmaktan’ başka yapılacak şey yoktur. Geriye bir tek şey kalıyor; bütün bunları hayattan zevk alarak, mutlulukla, sevecenlikle, başkalarını ve diğer hisseden canlıları incitmeden yapabilmek; bugüne kadarki gelişimi sağlayabilme uğruna verilen emeklere saygı, tükenmiş ve tükenmekte olan yaşamlara minnet ve şükran duyabilmek… Bunun için de gerekli olanlar bilinç, sevgi ve farkındalıktır. Varoluşumuzun gereğini yapmak ve bütün hisseden canlılara karşı görevlerimizi sorumlulukla yerine getirebilmek, evrensel tekâmüle olan şuurlu inancımızın gereğidir.

O nedenledir ki bizim duamız şudur: “Sevgi ve farkındalıkla kalınız.”

Onun araştırılmasında kimileri ellerini gökyüzüne açar, birşeyler mırıldanır; kimi bir şekilden, sembolden, heykelden-puttan yardım umar; yani böyle yapmakla aslında sırasını şaşırıp çevresine yönelmiş olur. Ancak çok azımız kendimize döner ve içimize bakarız, oysa ki başlangıç için doğru yer orasıdır; çünkü önce kendimizi ‘görmeli’, ‘bilmeli’ ve ‘tanımalı’yız. Aradığımız şey kendi küllerimizin ve yaşam boyu biriktirdiklerimizin altında, arasında biryerlerde gizlidir. Gücün kaynağı oradadır. Kendinize karşı sevgi dolu olmadıkça gerçek anlamda şefkatli de, merhametli de olamazsınız. Hem bu duyguyu yaşamadan nasıl bilebilir, başkalarına nasıl verebilir veya gösterebilirsiniz ki… Irmağa ulaşabilen su damlası olunmadan okyanusa erişilemez. Gerçekten sevebilmek için zihnin arınması gerekir; o zaman sevgi ile her an yeniden doğarsınız. Unutmamak gerekir ki tüm enerjiler nasıl sonsuz bir devinim halinde ise sevgi de durmaksızın devinir. Yaşam nasıl devinimle mümkünse, tüm yaşam enerjileri gibi sevgi de durmaksızın devinim halindedir. Ancak sevgi dolu olan sürekli kendini yenileyebilir, gelişebilir, aydınlanır ve tekamül sürerken onun ayırdında olabilir.

Sevgiden nasibini alamamış bir yaşam, yaşam değil yüktür. Objelerse (nesneler) sadece birer vasıtadır. Seven de sevilen de geliştiği için ‘sevgi paylaştıkça çoğalır’ derler ki boşuna değildir. Ama yeterli de değildir…; tüm diğer tür ve biçimleri tanrısal sevginin yansımaları veya kırıntılarıdır. Ancak, insan sevgisi ya da insanca sevgi çevre, toplum, kültür, inançlar, değer yargıları ve korkularla saflığından kısmen birşeyler yitirmiş durumdadır. Tanrısal aşkın farkına varan varlık farklılaşmıştır; farklılığın boyutları bu farkındalığın derecesine bağlıdır. İnsanca sevgi sınırlı, tanrısal sevgi ise sonsuzdur; herşey gibi o da bitmek tükenmek bilmeyen bir kaynaktan gelmiştir; başarılabilirse oraya, yani okyanusa dönülebilecektir.

Gerçek ibadet, yaradılışa karşılıksız şükran duyarak, kozmik tekâmül ve aydınlanma sürecine katılabilmektir [Om Bhanave Namaha: Aydınlatana Selam]. Bunu farklı varyantlardan giderek de başarabilirsiniz. Bazı şeyler tercihinize kalmış olabilir; ama nihayetinde yol, yine o aynı anayoldur. Kimi varyant biraz daha dolambaçlı, engebeli, patika veya daha zahmetli olabilir. Yine de önemli olan ‘yolda’ olmaktır.

Bizi insan yapan başlangıçta zihnimiz, aklımız ve irademizdir. Kutsal kitapların meleklerinden daha üstün olmamızı sağlayabilecek araçlar ise tanrı vergisi bilincimiz ile, geliştirme zorunda olduğumuz farkındalığımızdır. Yani bilinçsiz bir tekâmül de, aydınlanma da mümkün değildir…, çünkü bu tanrısal bir süreçtir ve yukarıda belirttiğimiz gibi her aşamadaki ‘erişim’, gittikçe daha nitelikli enerjilerin kullanımına, doğru işlenmelerine ve onlardan daha üst enerjilerin üretilebilmiş olmalarına bağlıdır.

Bu yolda, ışığı görmüş veya hissetmiş, farkına varmış, yani genel bir deyişle aydınlanmış olanlardan yardım almak kadar doğal ne olabilir? Zaten erişimin algılanabilecek bir sonu olmadığından her mürşit, aynı zamanda mürittir de. Ama tabii ki eğer Yol’a girebilmiş, yani eskilerin deyimiyle ‘ehl-i tarîk’ olunabilmiş, o yanıltıcı sahte benlikten olabildiğince kurtulunabilmiş ve zihnin duvarları yıkılabilmişse [Om Bhaskaraya Namaha: Aydınlanmaya Yol Açana Selam].

Enerjiler, yoğunluğuna, saflığına ve içinde bulundukları ortamın etkilerine göre değişik hızlarda hareket ederler (titreşirler). Düşüncenin de, çeşitli maddesel formların da gerek değişim ve başkalaşım hızları, gerekse de olağan titreşim biçimleri farklılık gösterir. Düşünce, radyasyon, ısı, ışık, duyularımız…; bitkiler, vücudumuz, taşlar, metaller…; hattâ zihin, ruh ve bilinç… hep farklı enerji bileşen, bileşke ve oluşumlarıdır. Değişim ve evrim, bütün unsur ve biçimleriyle birlikte durmaksızın sürüp gider.

Bir sonraki aşamaysa, üstün bir bilinçle “Ben enerjiyim” diyebilmenin, “Ben Tao’yum” veya “Ben Buda’yım” ya da “Ben O’yum” diyebilmekten hiç de farklı birşey olmadığıdır, ki; işte bu öyle sözcüklerle anlatılabilir birşey de değildir… Öyle ki Mansûr onu biliyordu, o nedenle “Ben O’yum” diyebildi; onun terminolojisinde (vahdet-i vücûd) Hâk, ‘herşey’di; herşey de ‘Hâk’dı. Enerjiler meselesine vâkıf olabilseydi, hiç kuşkusuz “Ben enerjiyim” diyebilecekti.

O nedenledir ki, çok daha geniş, yaygın ve belki nispeten de anlaşılabilir olması bakımından, saf bilinçle “Ben Sevgi’yim” diyebilirseniz, yine farklı birşey söylemiş olmazsınız. Çünkü enerjinin en saf ve yüksek hâli de “sevgi”dir. İsa o yüzden ikibin yıl önce “Tanrı sevgidir” diyebilmişti. Yirminci yüzyıla geldiğimizde Osho bunu düzelterek, bugünün insanına daha anlaşılabilir bir açıklama sundu; “Hayır…” dedi, “… sevgi Tanrı’dır”. İşte tam burada içinizde birşeyler titremiyorsa henüz hiçbir şey anlaşılamamış demektir… Hallâc bunu bildi, anladı…, eridi, yokoldu. Çünkü o sonsuz sevgi ile özdeşleşmişti…

Bu Zen’dir, bu Yoga’dır, Tantra’dır; Buda’dır, Krişna’dır, İsa’dır; sufîliktir, dervişliktir, Dördüncü Yol’dur; içinizi titreten şeydir; gerçek sevgi, şefkat ve merhamettir; bozulmamış doğal dindarlıktır, farkındalık ve gerçek özgürlüktür.

Sevginin enerjisiyle iletişim kurabilmişseniz tüm yapaylıklar, tekdüzelikler ve sıradanlıkların üzerine çıkabilirsiniz. Ve sevgi, korkunun karşıtı olduğu içindir ki; korku, tanrısallıktan uzaklaştırır; sevgiyse sizi ona yaklaştırır. O nedenledir ki “korkarsanız sevemezsiniz” diyoruz. Duyumsayabileceğimiz en yüksek enerji olan sevgiden ve onun en gözalıcı çiçeği aşktan soyutlanmış hiçbir varlık gerçek anlamda canlı ya da ‘yaşıyor’ sayılmaz.

Sevgiyi yeniden farketmedikçe yaşamaya başlamış sayılmazsınız.

Sufîlerin, büyük mistiklerin şiirlerine ve söylemlerine dikkat ediniz. Onlardan buram buram aşkın kokusunu alırsınız, ama korkunun zerresini hissetmezsiniz.

Sevgi pozitif enerjidir.

Sevgi O’dur.

Sevgi ve farkındalıkla kalınız ki, Yol’unuz daima açık ve aydınlık olsun.

DÖRDÜNCÜ YOL DÜŞÜNCESİ’NİN “ENERJİLER” TABLOSU



Kozmik Enerjiler
12. Aşkın Enerji
11. Birleştirici Enerji
10. Yaratıcı Enerji
9. Şuurlu Enerji


Hayat Enerjileri
8. Duyusal Enerji
7. Otomatik Enerji
6. Hayati Enerji
5. Yapıcı Enerji

Mekanik Enerjiler
4. Plastik Enerji
3. Bağlayıcı Enerji
2. Yönlenmiş Enerji
1. Dağılmış Enerji

Bu konuyu yazdır

  SİZİN KANAL'INIZ HANGİSİ?
Yazar: EvrimBilge - 08-06-2017, Saat: 22:01 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Spiritüel alem içre gezip de, hele ki facebook, myspace gibi sosyal paylaşım ağlarında mekan edinenlerin veyahut kitabevi mi ticarethane mi olduğu ayırdedilemez çok katlı mağazalarda “Sıradışı Öğretiler” rafları önünde mesai harcayanların “kanal bilgileri”nden haberdar olmaması düşünülemez herhalde…

Kanal bilgileri ve “bilginleri” ile ilk müşerref olmam 2006 yılına rastlar (bir çoğunuzun tanışıklığı benden eskidir eminim, benim tek “kanal”ımın TRT çocuk kuşağı olduğu ‘80li yıllardan beri “aktıklarını” göz önüne alırsak) O yıl ayağımın alıştığı bir “kitapçı” (sadece kitap satmaya çalışıyordu evet, ve battı sonunda) kepenkleri indirmesine üç ay kaldığını ve bu üç ayda tüm kitapları %50 indirimle satmaya başladığını duyurmuştu. Ne tesadüf ki (!) duyurunun ilk gününde oradaydım ve bu üç ayı nasıl değerlendirdiğimi tahmin edersiniz… Her öğrenme açlığına sahip nefsin yapacağı gibi, bu üç ayda elime geçen (neredeyse tüm) parayı sevgili iflas bayrağı dalgalanan kitapçımın kasasına takdim ettim. Bu arada spiritüel evrimimin “ne bulursan yalayıp yut” aşamasında bulunduğum için kitapçımın yine tesadüfen (!) pek zengin spiritüel raflarını da neredeyse tek başıma boşalttım.

Her gelip gidişimde elim kolum kitap dolu ayrılıyor, farklı disiplinler ve bakış açılarından (Zen- Tao- Feng Shui- Budizm- Sufizm – Osho öğretileri – Dalai Lama külliyatı – Okültizm vb…) rehber kitaplar edinmeye çalışıyordum. O dönem Budist, Taoist ve Zen öğretilerine daha aşina olduğumdan mı kitapçımın eğilimi o yönde olduğundan mı bilinmez, bu türdeki seçimlerim çoğunluktaydı. Bu arada nedense “öte alemlerden size selam getirmişem” modundaki A… Yayınlarının kitaplarından sebebini çözemediğim bir hissiyatla uzak durmaya çalıştığımı fark ediyordum.  Bu yayınevinin kitaplarının çoğu, ya egomu ürkütüyor ya kalbime sinmiyordu, tam emin olamasam da elim gitmiyordu bir türlü işte…

Üç ayın sonuna yaklaştığımız günlerde, spiritüel öğreti rafları benim de büyük çabam sonucu boşalmaya başlamıştı. Yine gözümden kaçan ola mı, diye uğradığım günlerden birinde bir süredir elime alıp alıp bıraktığım, muhtemelen o günlerdeki “rengimden” ötürü ilgimi çeken “Beyaz Kitap”a bir şans vermeye karar verdim. “Ramtha” adı ile göz göze geldiğimizde sevgili içsel uyarı sistemim (yanlış birşey yaptığımda karın ve kalp bölgesinde ateş basması şeklinde kendini gösteren) devreye giriverdi. O zamanlar ruhumla konuşmayı öğrenmeye başlamıştım ama göz ardı etme hakkımı da bugüne nazaran daha sık kullanıyordum! Ve uyarıyı göz ardı edip kitabı aldım…

cd37ed46198bb78c38b3e24a7fc57fa1.jpg

Kitapçıdan çıkıp, o zamanlar birlikte olduğum gönlü güzel sevdicek ile buluşmak üzere çay bahçesinin yolunu tuttum. Her zaman yaptığım gibi aldığım kitapları ona kalbi hizasında tutup not vermesini istedim. Gönlü güzel sevdicek kapaklarına dokunup hepsine, “olur, farketmez, güzel” gibi az ve öz yorumlarda bulunduktan sonra “Beyaz Kitap”a gelince durdu… Bir an düşündükten sonra suratına bir gülümseme yayıldı ve “üfürük bu!” dedi J

Şimdi sevgili okuyanlar, özellikle de “Ramthasever” güzeller, n’olur darılıp kırılmayınız, ve de derKi’ye doğru daş atmaya başlamayınız (bakın ne güzel oldu yeni hali ile, sevgili Sonsuz’umuzun beline kramplar girdi, kıymayınız). Bu yazıyı yazmayı inanın aylardır erteliyorum, durmadan bu konuda “bir bilenler”le fikir teatisinde bulunuyor, okuyor da okuyor, kütüphanemdeki bütün kitapları tarıyorum. Ne ki insan kalbini tarasın yeter imiş…

Açıkçası bu yazı; uzun süredir kafamı kurcalayan, nefsimi kamçılayan ve kalbimi karıncalayan “kanallardan haber alma ve iletme ağı” üzerine düşünmeye sevketme niyeti taşıyan bir denemeden başka bir şey değil.

Şimdi bu hazırlık süreci boyunca karşıma çıkan neşriyattan alıntıladığım bir takım paylaşımlarla zihinleri ve kalpleri araştırmaya davet edeceğim;

Bir konuda tartışabilmek için, her iki açıdan da bakabilmeyi öğretenlerime (tez-antitez-sentez) şükranlarımı yollayarak; önce “Meleklerden Cevaplar” isimli kitabı edinip oradan aldığım hislerden söz edeceğim izninizle.

İlk izlenimim; “muhteşem!” çok sevindirici! Ne güzel mahlukatlar ki oturup bizimle konuşmuşlar ve ne de güzel cevaplar vermişler insanlık sorularımıza…  Kitabı kaleme alan Diana Cooper, şöyle başlıyor sözlerine: “Kırk iki yaşımdayken, boşanmamın askıya alındığı bir dönemde bir melek bana geldi. Işık saçan bu altı ayaklı varlık, geleceğime dair bana anlık bir görüntü gösterdi. Bu görüntüde ben bir platformun üzerinde dikiliyordum ve bir salon dolusu insanla ruhani konular hakkında konuşuyordum… Ender rastlanan bu aydınlanma anı bana umut verdi ve yaşamıma anlam kattı. O zamana kadar meleklere dair ne bir fikrim vardı ne de onları düşünmüştüm. Ayrıca din ve maneviyatla ilgili bilgim de yoktu… Neden ben diye düşünüp cevabı bulmak için meditasyon yaptığımda bana, herkese yaşamlarının belirli döneminde bir görüntü gösterildiği söylendi. Ancak çoğu insan bu görüntüleri hayal ürünü addederek başlarından atıyordu. Bense bana gösterilen görüntüyü korudum ve gerçekleştirdim.”

Diana ablamızın “altı ayaklı” tabiri bana bir yerlerden bir şeyler anımsattı: “Meleklerin de kendilerinden peygamberleri vardır… biri Cebrail (a.s.)dir ki altıyüz kanadı vardır, her kanadının yüz saçağı vardır. Bütün kanatları değişik renkte nurdandır…” Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname”sinden…

Şimdi ilahi bir vahye maruz kaldığını umduğumuz Diana Cooper’ı bir kenara bırakalım ve (açıkçası bana daha çok güven veren) Abdülkadir Geylanî’nin Meleklerle görüşmenin ön koşullarını açıkladığı ilhami sözlerine bakalım (Geylanî Hazretleri, İbn’ül Arabi’nin feyzlendiğini söylediği kimselerdendir, ki çok sevdiğim bir menkıbeye göre Hz Arabi, Bağdat ziyareti sırasında Geylanî hazretlerinin onun için yarım asır önce bıraktığı elbiseyi giymiştir)

“Nasıl iflah olabilirsin; nefsin, tabii arzuların ve şeytani duyguların elini kalp gözüne saldırttın. O elleri kalbinden uzak eyle ki, eşyayı olduğu gibi göresin. Nefsini cihadla, muhalif olmakla bertaraf et. Tabiat ve şeytan elini bırak ki, Hakk’ı bulasın. Bu elleri parçalarsan perdeler sana açılır. Rabbinle aranda hicab kalmaz. Hak’tan ayrı şeylere onun varlık gözüyle bakarsın. Nefsini olduğu gibi görürsün. Başkalarını yine öyle seyredersin. Nefsin hatalarını görür, bırakırsın. Başkalarının kötülüğünü anlar, kaçarsın.

Bu duyguları benliğinde duyarsan, İlahi Nura yakın olursun. Orada sana gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanın bu maddi duygu ile sezemediği şeyler vardır.

Bu halden sonra, kalp kulağın iyi şeyler işitir. Sır gözün parlak olur. Basiretin açılır. Onlara nurdan kisveler giydirilir. Keramet süsü takılır. Hak saltanatı ile sana sultanlık verilir. Velayet derecesine çıkarsın. Hak sana yardımcı olur. Her mülk emrine girer. Artık seni rahatsız eden mahluk çıkmaz. Herşey kalbine bekçi olur. Melekler sana hizmete gelir. Hak, sana peygamber sevabı verir; onların ruhaniyetini gösterir. Yaratılmışların her gizli tarafı sana ayan beyan görünür.”

Görüldüğü gibi, meleklerin hizmetinin de dahil olduğu bir takım mertebelere erişmek mümkün. Yalnız az birazcık (!) ön koşulun yerine gelmesi gerekiyor. Diana Cooper hanımefendinin de perdelerini açtığını umuyoruz…

Şimdi pek de derinlerine dalmak istemediğim bir konuya (mümkünse benden daha çok bilgi ve ilgi sahibi olanlar bu konuda ekleme-çıkarma yapsınlar) “başka gezegenler-galaksiler- yıldız sistemlerinden” eski dilde “tebliğ” yeni dilde “kanallık” yoluyla bir takım bildiriler dağıtılmasına giriş yapacağım:

Bu konu başlığı altında karşımıza sık çıkanlar çeşitli “Baş melekler”, Kryon, Ramtha, Metatron gibi isimler… Bir kısmı kadim kutsal kitaplar ve anlatılarda adı geçen melekler. Bir kısım “new age” tabir edilen tanrısal varlıklar olduğu söylenenler. Nedense ezici bir çoğunlukla ABD vatandaşlarını “kanal” olarak seçiyorlar ve bu kişiler genelde hiçbir spiritüel evrimle ilgilenmemiş, çoğunlukla da evde yemek yaparken canı sıkılan ev hanımlarından çıkıyor! Ar-ge dönemim boyunca edindiğim duyumları paylaşırsam; bir kısım kişi, Kur’an başta olmak üzere kutsal kitaplar taranarak yaratılmış bir çeşit sömürme aracı olduklarını; bir kısım, çeşitli dinlerin örtük misyonerleri olduklarını; bir kısım da, melek adı altında “Cinn” yani öte alemden kötü niyetli varlıkların oyunları olduklarını düşündüklerini söyledi.

Benim nacizane görüşüm ise, koruyucu, kollayıcı ve “kaydedici” meleklerin etrafımızda olabileceği, ama özgür irademize ve hepsinden öte İlahi vahye karışmadıkları; aksine uygulayıcı oldukları yönünde… Eğer onlarla duyusal bazda iletişim kurmak mümkünse de bu ancak Geylanî’nin de sözünü ettiği vasıflara ulaşılınca mümkün belki…

Dahası; ilham alabilmek için illa meleksi varlıklarla bağlantıya geçmemiz mi gerekli? (ki onlar “insan”a secde etmemiş miydi?) Bir dostun pek sevdiğim tanımlamasıyla “içimizdeki Tanrı çipi” sayesinde zaten ilahi bağlantıya sahibiz. Tıpkı taşıyabileceğimiz kadar yük verilmesi gibi, bilmemiz gerektiği kadar bilginin yolunun açılacağına da inancım var. Zorlamak nefsin işi olmasın? Bu durumda hepimizde varolan “kalp kanalını” kullansak? Bunu benden daha iyi anlatanlar var elbette: ‎”Senin Canının içinde bir Can var, o Canı ara! Beden dağının içinde mücevher var, o mücevheri ara! Ey yürüyüp giden Sufi, bütün gücünle ara; Ama dışarıda değil, aradığını kendi içinde ara.” Hz Mevlana Celaleddin Rumi

Sirius’ta ikamet eden  “kurtarıcı Tanrı’yı” beklemek…

Bu konuda pek zihin açıcı bir fikir yazısı da karşımıza çıktı, paylaşalım: (yazarına dair tek bulabildiğim: Blindpoint-Serkan! Buralardaysan elini kaldır lütfen!) “Bununla birlikte her yıldızın veya takımyıldızın meleki bir alt boyutu vardır. Ancak galaksi içindeki bu yıldızların meleki boyutlarıyla şuursal veya başka türlü bir ilişkiye girmek her insanın harcı değil, çok yüksek dereceli velilere nasip olacak bir iştir. Sirius da Dünya’yı yöneten Yengeç burcunda bir takım yıldız olduğu için, yüksek dereceli veliler (ki sayıları en fazla bir kaç tane) bu yıldızın meleki boyutuyla ilişkiye girebilir. Bu dereceye ulaşmamış kişiler galaksi içindeki yıldızların meleki yapılarıyla bağlantı kurduğunu iddia edemez. Hele hele İslâm’a ve Hz. Muhammed’e iman etmeyip, saçma sapan uydurulmuş inançların peşinde koşan kişilerin bu yıldızların meleki boyutlarıyla ilişkiye girecek dereceye ulaşması hiç mümkün değildir. Ancak hayal veya hezeyandır. Bu sebeple kesinlikle bunu söyleyenlerden uzak durmak gerekir. O kişiler büyük bir ihtimalle negatif ruhani varlıklar olan cinlerle bağlantı kurup, bir melekle görüştüklerini sanan, kandırılmış kişilerdir. Cinler de Sirius’un yaydığı titreşimlerin zenginlik, ün, ölümsüzlük, bolluk, bereket, şans ve iyi talih olduğunu ve dünya üzerinde etkili bir burçta yerleşmiş olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu bilgiyi insanların manevi duygularını sömürmek amaçlı kullanıp, bir takım saf insanları kendilerine esir ediyorlar. Örneğin, “Kurtarıcı Tanrı(!)nız Sirius’ta yaşıyor, çünkü O kutsal bir yıldızdır (Meselâ Scheat’ta yaşıyor deseler, o tanrı insanların indinde kurtarıcı ve sevimli bir tanrı olmazdı, ne zekiler!!) ve bir gün (kıyamet zamanında) sizleri kurtarmak için Dünya’ya gelecek… Bizler de o Tanrı(!) ile sizin aranızda yüksek (ilâhi) bir kanalız, ondan (dolayısıyla Sirius’tan) haberler getiriyoruz. Biz falanca meleğiz, filanca mesajcıyız” vs. gibi… Oysa Kur’ân’ın tanımına göre bu gibi tanrılar olamaz, Ahad ve Samed gibi zati sıfatların sahibi Allah’a rağmen. Bu sebeple, eğer herhangi bir öğreti sizi Sirius’a tapma veya Sirius’tan gelecek olan kurtarıcı Tanrı’ya veya Rabbe ya da Mesih(!)e tapma, böyle bir kurtarıcı bekleme gibi bir noktaya getirdiyse, arkanıza bakmadan oradan uzaklaşmanızı tavsiye ederim. Yoksa üzülerek sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsınız.”

Ahmed Hulusi’nin de kitaplarını konuyla ilgili taradığımda (Hulusi’nin maneviyatını tartışmayı başka sefere hatta daha iyi “bilen”lere bırakarak) , dikkatimi çekenler şu satırlar oldu: “İnsan, bu sistem içindeki en mükemmel varlıktır. Yoksa sadece bizim Samanyolu dediğimiz galaksimizde 400 milyar yıldız var! Bunların her birinde de kendine has hayat sistemleri var. Onlara sadece “melekler” deyip geçmiş, detayına girmemişiz.” Ya da: “Melek sınıfından gelen ilhamlar asla Hz Muhammed’in tebliğ etmiş olduğu itikad sisteminden farklı olamaz ve öğreti kesinlikle Kur’an-ı Kerim’e ters düşemez! Zaman değişti bahanesiyle Kur’an hükümlerini yürürlükten kaldırmayı öneremez! Bu hususlara çok dikkat etmek gerekir…”

Ben de tam bu noktada bu soruları kalbinize yöneltmenizi rica ediyorum:

Kim bu kanal melekleri?

Gerçekten  yardım amacıyla iletişime geçmiş İlahi varlıklar mı?

Kültür endüstrisinin yeni pasifize etme silahı mı?

Kötü niyetli dünya dışı varlıkların gizli beyin yıkama politikası mı?

Tekamülümüzü takip eden iyi niyetli varlıkların haberleşme aracı mı?

Ya da şeytanın (nefsin) binyıllardır oynadığı oyunlardan biri mi?

Felsefe soru sormakla başlar derdi, felsefe sevdalısı bir arkadaşım… Sanırım herşey bir soruyla başlar…

Son (ve ilk) olarak:

Enam Suresi, 8: Onlar “Neden ona (alenen) bir melek gönderilmiş değil?” derler. Ama bir melek göndermiş olsaydık, muhakkak ki herşeyin hükmü verilip bitmiş olurdu… 9: ve biz meleği elçimiz olarak tayin etmiş olsaydık bile, onun kesinlikle bir adam olarak (görünmesini) sağlardık…


Âl-i İmran Suresi 80: O, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez. (Zaten) kendinizi Allah’a tam teslim ettikten sonra hiç O sizi hakikati inkara davet eder mi?

Bu konuyu yazdır

  YÜKSELİŞ YOLUNDAKİ TUZAKLAR
Yazar: EvrimBilge - 08-06-2017, Saat: 15:52 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Joshua Stone
Yaşamda spiritüel öğretmen, spiritüel psikolog ve talebe olarak yolculuğum boyunca, spiritüel yolun bir çok tuzaklarının farkına vardım. Bu konuda uzman olduğumu düşünüyorum, çünkü bunların çoğuna kendim yakalandım.

Aşağıdaki liste üzerine meditasyon yapmanızı ve derin bir şekilde konsantre olmanızı öneririm. Sözcükler kısa olmasına rağmen, içgörüleri mükemmeldir. Amacım bu dersleri öğrenmemenin neden olduğu ıstıraptan, yükseliş yolunuzdaki gecikmeden kurtulmanızdır. Spiritüel yol bir seviyede çok kolaydır, başka bir seviyede inanılmaz karmaşıktır.
Yolun her adımında negatif egonun ve karanlık güçlerin sunduğu cazibeler, kapanlar, tuzaklar vardır. Hatalar yapmak ve bunlara yakalanmak pekaladır. Endişem uzun zaman boyunca bunlara yapışıp kalmamanız için yardımcı olmaktır.

423797_314295175288312_185866584797839_9...4155_n.jpg

Yükseliş Yolunun Tuzakları

1. Kişisel gücünüzü başka birilerine, başka şeylere vermek (Diğer insanlar, bilinçaltı zihniniz, negatif egonuz, beş duyunuz, fiziksel bedeniniz, duygusal bedeniniz, zihinsel bedeniniz, bir guru, Yükselmiş Üstatlar, Tanrı; – gücünüzü tüm bunlara veya başka şeylere vermek)

2. Başkalarını sevmek, ama kendini sevmemek.

3. Tüm probleminizin kaynağının “negatif egonuz” olduğunu fark etmemek.

4. Tanrı’ya odaklanmak, ama içsel çocuğunuzu doğru şekilde bütünleştirmemek ve içsel çocuğunuza anne – babalık yapmamak.

5. Doğru beslenmemek, yeterli egzersiz yapmamak, bunlar fiziksel rahatsızlığa neden olur, sonra tüm diğer seviyeleri kısıtlar.

6. Spiritüel yaşama derin dalmak, ama anlaşılması ve üstat olunması gereken psikolojik seviyeyi fark etmemek.

7. “Maddi arzular”

8. Gücün tuzağı ve çekiciliği. Bu çekicilik başkalarının üzerinde uygulanan gücün tuzağıdır.

9. Fazla topraklanmamış olmak, bunun kişinin fiziksel bedeninde zararlı etkisi olur.

10. Dünyada cenneti yaratmak yerine dünyadan kaçmaya çalışmak.

11. Tüm görüntünün altındaki gerçek realiteyi görmek yerine görüntüleri görmek.

12. Zaten (herkesin olduğu gibi) Ebedi Benlik olduğunuzu kavramak yerine Tanrı olmaya çalışmak.

13. Her şeyin nedeni olduğunuzu kavramamak.

14. Kendi içinizde kendinizi gerçekleştirmeden bütünüyle başkalarına hizmet etmek.

15. “Haklı öfke” diye bir şey olduğunu düşünmek. Öfke insanlar için büyük bir tuzaktır.

16. Aşırı olmak ve her şeyde ılımlı olmamak.

17. Spiritüel olmak için zahit, çileci olmak (dünya nimetlerinden elini ayağını çekmek) zorunda olduğunuzu düşünmek

18. Çok ciddi olmak, yaşamınızda yeterince neşe, mutluluk ve eğlence olmaması.

19. Disiplinsiz olmak ve spiritüel uygulamalarınızı fasılasız sürdürememek

20. Bir ilişkiye girdiğiniz zaman, spiritüel uygulamalarınızı ve araştırmalarınızı bırakmak.

21. Bir ilişkiyi kendinizin ve Tanrı’nın önüne koymak.

22. Hayatınızı içsel çocuğunuzun yönetimine bırakmak.

23. Kendinizi çok eleştirmek

24. Psişik güçlerin çekiciliğine ve illüzyonuna kapılmak.

25. Gücünüze sahip çıkmak, ama aynı zamanda Tanrı’ya teslim olmayı öğrenmemek; veya Tanrı’ya teslim olmak, ama aynı anda kendi gücünüze sahip çıkmayı öğrenmemek.

26. Fiziksel olarak yorgun ve tükenmiş olduğunuz zaman, kişisel gücünüzü kaybetmek.

27. Tüm problemlerinizi Tanrı’nın, Yükselmiş Üstatların veya Meleklerin çözmesini ümit etmek.

28. Kendinizi “otomatik pilota” bırakma ve uyanıklılığınızı kaybetme.

29. Gücünüzü kanallık veren (mesaj veren) varlıklara verme.

30. Çok fazla okumak ve yeterli meditasyon yapmamak.

31. Cinselliğinizin üstadı olmak yerine, onu kendiliğine bırakmak.

32. Zihinsel veya duygusal bedeniniz ile fazla özdeşleşmek, ve dengeye ulaşmamak.

33. Yükselmek için veya spiritüel olmak için ses kanalı (konuşarak mesaj iletme) olmanız veya her tür psişik fenomenleri deneyimlemeniz gerektiğini düşünmek.

34. Kundalinin yükselmesini zorlamak.

35. Çakraların açılmasını zorlamak. (çakraları zorla açmaya çalışmak)

36. Spiritüel yolunuzun “en iyi yol” olduğunu düşünmek.

37. Sahip oldukları inisiyasyon seviyesinden (bilgi de denebilir) dolayı insanları yargılamak.
38. Başka insanlarla “ileri” inisiyasyon seviyenizi (bilginizi) paylaşmak.

39. Alçakgönüllü olmak yerine, insanlara “yaptığınız iyi spiritüel işleri” anlatmak.

40. Negatif duygulara sahip olmak zorunda olduğunuzu düşünmek.

41. Kendinizi insanlardan izole etmek ve bunun spiritüel olduğunu düşünmek.

42. Dünyanın korkunç bir yer olduğunu düşünmek.

43. Gücünüzü astrolojiye ve yıldızların etkisine vermek.

44. Nesnelere, insanlara çok düşkün olmak.

45. Yaşama bağlı olmamak.

46. Kendinizle çok meşgul olmak ve başkalarına hizmet etmekle yeterince ilgilenmemek.

47. Bütün bulmacanın sadece bir parçası olan geleneksel psikolojinin hatalı teorilerine yapışık kalmak.

48. Çok fazla mistik ya da çok fazla okültist olmak ve bunları bütünleştirmemek.

49. Vazgeçmek. Asla vazgeçmeyin!

50. Hangi seviyede olursa olsun, çektiğiniz ıstırabın geçmeyeceğine inanmak.

51. Yapılması gereken çalışmalara odaklanmak yerine, bulunduğunuz inisiyasyon seviyesine veya ne zaman yükseleceğinize odaklanmak.

52. Sevginin en önemli spiritüel güç olduğunu fark etmek yerine siddhaların spiritüel güçlerine ve başarılarına yakalanmak.

53. Diğer spiritüel veya metafizik gruplarını kötülemek.

54. Geleneksel dinin dogmalarına kapılmak.

55. Kendinizle Tanrı arasında aracı olacak bir din adamına gereksiniminiz olduğunu düşünmek.

56. Spiritüel inançlarınızı ayrılıkçılık veya elitizm yaratmak için kullanmak.

57. İnançlarınızda çok fanatik olmak.

58. Haplar veya ilaçlar vasıtası ile aydınlanmaya erişebileceğinize inanmak.

59. Diğer insanların, spiritüel yollarında sizin çalıştığınız gibi çalışmak zorunda olmadıklarına inanmak.

60. Çocuklarınız ile ilişkinizi kendi benliğinizin ve Tanrı’nın önüne koymak.

61. İçinde yaşadığımız bu büyüleyici maddi dünyanın cazibelerine kapılmak.

62. Sevginizi bir çok insana yaymak yerine tek bir insanı sevmeye çok odaklanmak.

63. Ölçülü olmak, içsel huzura erişmek yerine dualiteye yakalanmak. Dualiteyi aşmadığınız zaman, yaşamın iniş çıkışları arasında aşağı yukarı inip çıkan duygusal bir lunapark trenine benzersiniz.

64. İlişkilerinizde bir yetişkin olmak yerine baba veya oğul olma, ya da anne veya kız evlat olmanın tuzağı

65. Hayatta ıstırap çekmeniz gerektiğini düşünmek.

66. Spiritüel yolunuzda bir şehit olma tuzağı.

67. Başkalarını kontrol etme.

68. Spiritüel hırs, ihtiras.

69. Sevilmeye, sevmeye ve onaylanmaya ihtiyaç duyma.

70. Bir öğretmen olma ihtiyacı.

71. Hiperhassaslık veya madalyanın tersi, çok korunma, kalkanlar koymak

72. Başka insanlar için sorumluluk almak

73. Kurtarıcı olmak.

74. Bencil amaçlarla hizmet etmek ve yine de spiritüel olduğunuzu düşünmek.

75. Spiritüel anlamda gerçekte olduğunuzdan çok daha ileri olduğunuzu düşünmek ve madalyanın diğer tarafı, gerçekte olduğunuzdan çok daha az ileri olduğunuzu düşünmek.

76. Ünlü olma tutkusu.

77. İkiz ruhunuzu veya ruh eşinizi bulmaya çok fazla önem vermek ve gerçekte en çok aradığınız şeyin ruhunuz ve Monad’ınız ( Tanrısal Benliğiniz) olduğunu kavrayamamak.

78. Mutlu olmak için romantik bir ilişkiye gereksiniminiz olduğuna inanmak.

79. Merkezde duran en önemli kişi olma ihtiyacı, ya da madalyonun diğer yüzü, her zaman duvar çiçeği olmayı seçmek.

80. Çok fazla çalışmak ve fiziksel olarak yorulmak. Madalyanın diğer yüzü, çok fazla oynamak ve işinizi yapmamak.

81. Rehberlik için psişiklere, kanallara, medyumlara gitmek ve kendi sezginize güvenmemek.

82. Bu planda veya içsel planda Yükselmiş Üstatlar olmayanlar ile çalışmak ve realitenin anlayışında ve algısında sınırlı olmak

83. Spiritüel yolu bir hobi olarak izlemek.

84. Çok fazla TV seyretmek, saçma romanlar okumak ve şiddet filmleri seyretmek.

85. Başkaları ile tartışmanın size veya o kişiye hizmet ettiğini düşünmek.

86. Sevgi için çabalamak yerine kazanmaya veya “haklı” olmaya çalışmak.

87. Hepsinin dengelenmesi ve doğru oranlarda bütünleştirilmesi gerektiğini kavramak yerine, sezgiye, zekaya, hislere ve içgüdüye çok fazla vurgu vermek. Buradaki tuzak bunlardan biri ile aşırı özdeşleşmek.

88. Gerçekte olduğunuz Ebedi Benlik yerine, sizi küçülten, guruya adanma tuzağı.

89. Gereksinim olduğunda enerji alanınızı nasıl açıp kapayacağınızı bilmek yerine, her zaman açmaya çalışmak.

90. Gereksinim olduğunda, başka insanlara ve negatif egonuza “hayır” demeyi bilmemek.

91. Problemleriniz için Tanrıyı suçlamak, Tanrıya kızgın olmak.

92. Dualarınız yanıtlanmıyorsa, Tanrının dualarınıza yanıt vermediğini düşünmek.

93. Kendinizi kendiniz ile karşılaştırmak yerine, başka insanlar ile karşılaştırmak.

94. Fakir olmanın spiritüel olmak anlamına geldiğini düşünmek.

95. İnisiyasyon veya yükseliş seviyesi ile ilgili başkaları ile yarışmak veya karşılaştırma yapmak.

96. En büyük tuzaklardan biri, başka insanların, kendi fiziksel bedeninizin, duygusal bedeninizin, zihinsel bedeninizin, arzularınızın, beş duyunuzun, negatif egonuzun veya düşük benliğinizin kurbanı olmanıza izin vermektir.

97. Çok fazla çalışmak, ama bunu gerçek dünyada yeterince göstermemek.

98. Değerinizin şeyleri yapmaktan veya şeylere erişmekten geldiğini sanmak.

99. Kendinizi spiritüel, psikolojik ve fiziksel olarak korumaya gereksiniminiz olmadığını düşünmek.

100. Çekicilik, maya, illüzyon, negatif ego, korku ve ayrılığın gerçek olduğunu düşünmek.

101. Fiziksel enerji için şeker, yapay tatlandırıcı, kahve ve soft içecekler kullanmak

102. Her şeyi kendiniz yapmaya çalışmak ve Tanrıyı yardıma çağırmamak. Madalyonun diğer yüzü, Tanrıyı yardıma çağırmak, ama kendinizin yardımcı olmaması, hiçbir şey yapmamak.

103. Size kötü davrandıkları için insanları daha az sevmek, kişiyi davranıştan ayırmamak.

104. Ruhunuzun, Monadınızın, Tanrının ve Yükselmiş Üstatların yaşayan realitesine inancı kaybetmek ve eğer sebat ederseniz ve payınıza düşeni yaparsanız onların size yardım etme yeteneklerine inancı kaybetmek.

105. Diğer insanların yükselişe ulaşabileceğini, ama kendinizin en azından bu hayatta ulaşamayacağınızı düşünmek.

106. Kişinin problemlerinden kaçması için yükselişe erişmeye çalışması.

107. Dünyanın Tanrının yedi cennetinden biri olduğunu fark etmek yerine, onun bir hapishane olduğunu düşünmek.

Bu konuyu yazdır

  Kendini Donduran İnsanlar
Yazar: kocero6666 - 08-06-2017, Saat: 15:49 - Forum: GÜNCEL HABERLER - Yorum Yok

Dünya’nın her yerinden 230 cansız vücut içleri sıvı nitrojen dolu büyük metal silindirler içerisinde, -196 derecesinde, tıbbın bir gün ilerleyip, kendilerini dirilteceği günü bekliyor.

1930 yılında yazılan bir romanda, insanların dondurulmasından söz ediliyordu. 1965 yılında ise ilk vücut dondurulma işlemi gerçekleşti. 1992 yılında Kaliforniya üniversitesinde yapılan deneyde, ölü bir köpek dondurularak tekrar hayata dönmeyi başarmıştı. Ve bu deney, Cryonics’in gerçekliği hakkında akıllarda soru işareti bırakmıyordu.

Dondurulan köpek hayata geri döndüğünde, tüm karakteristik özelliklerini taşıyordu. Alışkanlıkları ve huyları değişmemişti. Şimdilerde, dondurulan insanların bir gün hayata geri döndüklerinde hafızalarının yerinde olup olmayacağının ispatı olarak bu kopek gösteriliyor. Peki ama 

ffff.jpg


insan dondurma işlemi nasıl gerçekleşiyor ? Bu süreç nasıl işliyor ?
İnsan dondurma işlemine başlamak için öncelikle ölümünün üzerinden en fazla 2 saat geçmiş olan bir cansız bedene ulaşılıyor, kanın pıhtılaşmaması için bedene bir ilaç enjekte ediliyor. Ölü beden önce buz kalıplarıyla soğutuluyor ardından göğüs kafesi açılarak vücuttaki kan, ölü damarlardan çekiliyor. Yerine ise -50 derecede gliserol enjekte ediliyor. Bu sayede vücut ısısı -50 dereceye düşürülmüş oluyor.

Uyku tulumuna konulan vücut, dışı tahtadan içi fiberglastan yapılan bir sandığa yerleştiriliyor. Sandığın üzerine de kuru buzlar yerleştirilerek vücudun soğuk kalması sağlanıyor. Ancak dondruma işlemi burada bitmiyor ! Isısı -50 dereceye düşen beden, içerisinde sıvı nitrojen bulunan çelik bir tanka yerleştiriliyor. 1 haftanın sonunda ölü bedenin ısısı -196 dereceye ulaşıyor. Sonrasında bu vücut, uyanmayı beklemek üzere Cryonics’in başka bir tankına konuluyor. Her gün sıvı nitrojen miktarı test edilip eksikler gideriliyor.

Bu dondurulmuş bedenlerin içinde yer alan vücutların 76 sı sadece kafasını donduran kişilere ait. Tüm vücudunuzu dondurtmak istiyorsanız eğer, 250 bin $ ınızı gözden çıkartmalısınız. Eğer sadece kafanızı dondurmak isterseniz 80 bin $ ınızı bu iş için harcamanız yeterli.

Günümüzde Türkiye’den 16 kişi, ölüm durumunda bedenini dondurtmak üzere bu şirketlere başvurmuştur. Bunlardan birisi ise, Çerkez Ethem’in yeğeni Güner Kuban’dır. Yapılan bir röportajda Kuban şu sözleri söylüyor; “Ben diğer insanlar gibi yaşamaya çok meraklı olduğumdan, hayatımı sürdürmek istediğimden dolayı imzalamadım bu antlaşmayı, tek istediğim, kısa bir süreliğine de olsa gelecekte Dünya’nın nasıl olduğunu bilmek, teknolojinin gelişimini, ışınlanmanın ve zaman makinesinin icad edildiğini, diğer güneş sistemlerinin keşfedildiğini görmek istiyorum. 80 yıl içerisinde dondurulan insanların hepsinin hayata tekrar döndürüleceğine inanıyorum.”


ABD’de Oakland City’de yaşayan 71 yaşındaki psikiyatr Dr. Eugene Donovan’da yakalandığı yemek borusu kanserinden kurtulamayacağı kesinleşince dondurulmaya karar verdi. Zaten doktor herzaman ölümsüzlük peşinde olan, hayalci biriydi.

Bu konuyu yazdır

  DNA’nın İmkansız Telepatik Özellikleri Keşfedildi
Yazar: Archilles - 08-06-2017, Saat: 15:28 - Forum: GÜNCEL HABERLER - Yorum Yok

DNA’nın, uzak mesafelerde bile, kendisini bir araya getirme garip yeteneğine sahip olduğu keşfedildi; bilim henüz bunu açıklayamıyor.

Bilim adamları şu andaki mümkün olan şeyler ile ilgili inançlarımızın tersine, sağlam (eksiksiz) çifte – iplikli DNA’nın uzak mesafeden diğer DNA ipliklerindeki benzerlikleri tanıma “şaşırtıcı” yeteneğine sahip olduğunun kanıtlarını bildiriyor. Bir şekilde DNA iplikleri birbirlerini tespit ediyorlar, tanıyorlar. Genetik malzemenin minik parçaları benzer DNA ile bir araya gelmeye eğilimlidir. DNA’nın kimyasal alt birimlerindeki benzer dizilişlerin tanınması bilimin bilmediği bir şekilde gerçekleşiyor. DNA’nın neden bu şekilde birleştiğinin bilinen bir nedeni yok ve şu andaki teorik bakış açısından bu marifetin kimyasal olarak imkansız olması gerekirdi.

4623254-human-brain-and-dna.jpg

Buna rağmen, ACS’nin Fiziksel Kimya Dergisinde yayınlanan araştırma yüzlerce nükleotidin dizilişleri arasındaki türdeşliği tanımanın, fiziksel temas veya proteinlerin varlığı olmadan gerçekleştiğini çok açık olarak gösteriyor. DNA’nın çifte sarmalları uyan molekülleri uzak mesafeden tanıyabilir ve sonra bir araya toplanabilir, bunların hepsi görünüşe göre herhangi diğer moleküllerin veya kimyasal sinyallerin yardımı olmaksızın gerçekleşiyor.

Araştırmada, bilim adamları deneye müdahale edebilecek proteinler veya diğer malzemeleri içermeyen suya yerleştirilmiş fluoresan ışığı ile işaretlenmiş DNA ipliklerinin davranışını gözlediler. Özdeş nükleotid dizilerine sahip olan iplikler, farklı dizilişlere sahip olan DNA ipliklerine göre yaklaşık iki kat oranda bir araya geldiler. Bireysel DNA ipliklerinin bu şekilde nasıl iletişim kurabildiklerini hiç kimse bilmiyor, ama bir şekilde bunu yapıyorlar.

Yazarlar Geoff S. Baldwin, Sergey Leikin, John M. Seddon ve Alexei A. Kornyshev “Şaşırtıcı şekilde, dizileri tanımaktan sorumlu kuvvetler, en yakın komşu DNA’nın yüzeylerini ayıran suyun bir nanometresinden daha uzağa erişebiliyor” dedi.

Bu tanıma etkisi DNA tamiri, gelişmesi ve genetik çeşitlilikten sorumlu genlerin türdeş yeniden kombinasyonunun doğruluğunu ve etkililiğini artırmaya yardımcı olabilir. Yeni bulgular ayrıca kanser, yaşlanma ve diğer sağlık sorunlarındaki faktörler olan yeniden kombinasyon hatalarından kaçınmanın yollarına ışık tutabilir.

Bu konuyu yazdır

  FREKANSINI DEĞİŞTİR HAYATIN DEĞİŞSİN!
Yazar: Archilles - 08-06-2017, Saat: 15:09 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Tıpkı cep telefonunun yaydığı frekanslar gibi, insanların zihnindeki düşünceler de uzaya kadar genişleyen bir titreşim yayar ve etraftaki diğer insanların düşüncelerini etkiler. Gerçekten mutlu insanların yanında nasıl hissettiğinizi hatırlayın, ya da gergin birinin diğerlerini nasıl etkilediğine bakın. Hisler bulaşıcıdır.

Her şey kendine özel titreşimine sahiptir ve bizler kendi titreşim frekansımıza göre bir şeyleri kendimizi çekeriz.

Kadim bilgilerden bilimselliğe kadar gelen süreçten bu yana evrendeki her şeyin sürekli bir hareket halinde olduğu bilinmektedir. Vücudumuzun her bir organının kendine özgü titreşimi vardır. Her titreşimin ölçüsü bir frekans değeriyle hesaplanır. Evrendeki her şeyin farklı frekanslarda titreştiği tespit edilmiştir. Belirli bir frekansta titreşen bir sistemin, aynı frekanstaki dış titreşimin tesirinde kalarak yüksek genlikle titreşmesi olayına rezonans deniyor. Depremlerde binaların yıkılmasının sebebi de da rezonans olayıdır. Salınımlar binanın doğal frekansına eşit olduğunda, bina artan genliğe ve bunun neden olduğu gerilime dayanamayarak yıkılır. Rezonans Kanununa göre evrendeki canlı cansız bütün varlıklar çevrelerine yaydıkları titreşimler sayesinde birbirleriyle etkileşime geçer. Titreşimlerin birbirleriyle iletişime geçmeleri için gerekli esas: “benzer olmak” Kişinin frekansını belirleyen şey: onun ürettiği duygu ve düşüncelerdir. Olumsuz, karamsar, depresif ve umutsuz durumdayken yaşamınıza çektiğiniz olayları ve kişileri düşünün. Sürekli korkular yaşayan kişiler de “Aklıma gelen başıma geldi” der, kahinmişçesine. “ Kötü şeyler üst üste gelir” sözü; başından istemediği olaylar geçen kişinin, bu deneyimin etkisini taşıdığı sürece, buna benzer enerjileri kendisine çekmeye devam etmesini açıklar.

rezonans-kanunu.jpg

Hayata güzel bakan ve güven duyan kişilerin çektiği enerjiler de yine bekledikleri gibi güzel ve menfi yönde olacaktır. Çevrenizde şanslı diye tabir ettiğiniz kişiler istedikleriyle rezonansa geçtikleri için öyledir. İkramiye kazanan insanların ikinci kez ve daha sonra yeniden ikramiye kazanmaları da rezonansla ilgilidir.

Duygu, düşünce ve inançlarınızı değiştirdiğinizde frekansınız değişeceğinden farklı olay ve kişilerle rezonansa girmeye başlarsınız.

Hala istediğiniz sonuçlara ulaşamıyorsanız duygu, düşünce ve inançlarınız istediğiniz şeyle aynı frekansta değil demektir. Çünkü düşündüğünüz, hissettiğiniz, inandığınız her şey bir rezonans alanı oluşturur. Dünya çapında saygınlığı bulunan Hearthmath Enstitüsü 1993 yılında duyguların vücudumuza etkisini incelerken şaşırtıcı bir sonuca ulaşmıştır. Kalp etrafında çapı yaklaşık olarak 2,5 metre olan bir enerji alanı fark etmişlerdir. Son derece karmaşık sinirsel bir sisteme sahip olan kalbin, beyinden ve otonom sinir sistemimizden bağımsız yaklaşık 40bin nörondan oluşan bir ağa sahip olduğu ve çeşitli yollardan beynimizle irtibat içerisinde olduğu sonucu çıkmıştır. Kalbin elektrik akımı, beyinde oluşan elektrik akımından 60 kat daha kuvvetlidir, manyetik alanı ise beynin manyetik alanının 5 bin katıdır.  Bilim adamları araştırmalarını derinleştirdikçe, kalbin bu manyetik alanının gücünü inançlarımız, düşüncelerimiz ve korkularımızdan aldığını keşfettiler. Kalbimiz, bütün inançlarımızı, düşlerimizi veduygularımızı, titreşimlerin ve dalgaların kodlanmış diline çevirir ve bunları evrene gönderir. İsteklerimizin gerçekleşeceğine kalpten inanmayıp sadece istiyoruz diye haykırsak da imgelesek de beyin elektromanyetik dalgalar yayarken, kalbimiz isteğimize yönelik sahip olduğumuz korku, vesvese gibi asıl inançlarımızı beynimizden 5 bin kat daha güçlü bir şekilde yayar.

Duygu, düşünce ve inançlarımız aynı seviyede titreştiğinde isteklerimiz gerçekleşir.

Tıpkı dinlemek istediğimiz radyo kanalına göre frekans ayarlaması yaptığımız gibi istediğimiz olay ve kişileri hayatımıza çekmek istiyorsak onlarla aynı frekansa geçmemiz gerekiyor.

Bu konuyu yazdır