Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı/E-Posta:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 1013 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 1013 Ziyaretçi

Son Aktiviteler
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 329
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 307
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,012
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,135
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,077
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,007
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,150
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,524
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,286
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,173

 
  KIZILDERİLİLERDE YAŞAM ÇEMBERİ
Yazar: canankiraz - 19-04-2017, Saat: 15:31 - Forum: KIZILDERİLİLER - Yorum Yok

Bir çok ezoterik öğretide daire içindeki nokta veya yaşam döngüsünü sembolize eden çember yer alır. Bu yazımda elimden geldiğince Kızılderili halk için bu sembol ne anlama geliyor ona değinmeye çalışacağım.

Her ırkın ve kültürün kutsallık anlayışı ,her kutsal olanında değişik görünümleri vardır. Kızılderili halkları bir ulus için gereken sadelik,onur ve bilgeliği yaşayan ve kutsal halkaya çok önem veren bir ulustu.

Daire bütünü temsil eder.Biz tek bir toprağın üzerinde yaşıyoruz,bir ülkenin tahrip ettiği doğa (orman , hayvan türleri..) bir diğerine zarar verir. Kirlettiğimiz hava aslında herkesin soluduğu havadır. Çevresel krizlerin yarattığı felaketler bizlere kendiniz için yoksunuz ,karşılıklı olarak bağımlısınız demektedir.

Daire kapsar ,doğru böler.Kızılderili geleneğinde Yaşam Çemberinin dört köşesine dört insan ırkını temsilen kırmızı,siyah,sarı ve yeşil renkler konulur.Bunları tek bir insanlık kabilesi halinde birleştirmekle belki de bu kadar acının ve bölünmüşlüğün üstesinden gelinebilir ama her şeyi renksiz bir kültürü de beraberinde getirir. Bir tekerleğin her biride farklı ama eşit değerde olan ,tekerleğin merkezine eşit uzaklıkta olan okların birleşmesi denge halini getirecektir.

Daire dengenin sembolü ise bilgelikte bu denge halindeki bilgidir. Problemlerimizin nedeni de bu bilgileri denge halinde kullanamamamızdır. Modern kültürün bir çok kudreti var ama biz bunları dengeleyemediğimiz için sorunlar büyüyor.Dairenin bir merkezi var ,işte bu Kızılderililerin ‘’Yaşamın Yüce Kutsal Gizemi ‘’ dedikleri ve yüce ruhla beraber bulunacak merkezdir.Zamanın bir çember olduğunu söylerler.Kayıp bilgeliği bulmak için geriye gitmek ya da daha iyi bir gelecek bulmak kendimizi ileriye itmek durumunda değiliz. Eğer denge ve uyumun ruhsal merkezini şu anda şimdide bulabilirsek ‘’Eski Yollar’ ın uzak bir geçmişte saklı olmadığını yakın geleceğimizde bize seslendiğini keşfedebiliriz.

Ruhsal denge ve kültürümüz .Düşündüğümüzde kültürümüzü ruhsal bakımdan dengeye sokmaktan bahseden bir görüş var, peki ama nasıl.
Kızılderili cevabını çok basit bir şekilde vermiş Beyaz Adam.
‘’Sadece kendinizi dengeye sokarak.’’

‘’Bir birey bile dengeden çıktıysa ,dokunduğu herkes de dengeden çıkar ‘’ diyen Kızılderili uyumlu bir bireyin de dokunduğunun uyumlu olacağını söyleyerek ilkel diyenlere göz kırpmaktadır.

Görünmeyen dünya niyetlerimizin ve isteklerimizin dünyasıdır. Düşüncelerimizin ve hareketlerimizin her biri görünmeyen dünyadan doğar ve görünen dünyada dalgalanmalar yaratır. Bu bir suya atılan taşın oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Bir Kızılderili hikayesine dönelim;

2670910114_90e7528013_z-680x365.jpg

Kendinizi çimlerle kaplı bir çayırda yürürken düşünün. Durgun bir su birikintisine vardığınızı ve ayaklarınızın arasında bir çakıl taşı olduğunu farz edin. Eğilip taşı alın sonra suyun ortasına doğru fırlatın.Onun havada yükselişini ve sonra da suyun tam ortasına doğru düşüşünü izleyin.Taşın suya girdiği yerde bir sıçrama olur ve bu sıçramanın etrafında da halkalar oluşmaya başlar. Halkaların sizin durduğunuz kıyıya gelmesini izleyin. Halka kıyıya vurduğunda gözden kaybolur, onun döngüsü artık tamamlanmıştır.Ama başınızı kaldırdığınızda taşın suya girdiği noktadan size doğru başka halkaların geldiğini görürüsünüz. Çember hakkında duyduklarınızı bir düşünün, başlangıcı ve sonu yoktur.Ama bir taşla ,çemberin nerede başladığını, ki burası merkezdir ve görevini tamamladığında nerede bittiğini keşfedersiniz ki burası da kıyıdır.

Yaşamda bir çok çember vardır. Bir çemberi tamamlayıp diğerine doğru her zaman merkeze, enerjinin kaynağına, yaşamın anlamına hareket etmeye hazırlanmalıyız. İlk çemberde yolunuz yani kendinizi bulmak üzere ilk adımı atacaksınız. Bu ilk çembere bağlanıp kalmak yok. Sonsuza kadar onun çevresinde dönmemek için başka çemberlerin bilgisine ulaşmak lazım.

Beyaz adam bunu yaparsan bir de bakacaksın ki bir gün merkezdesin merkezdeki nokta sensin. Yaşamın gizi sana açılmış.

Arınma gelecek
Ve büyükanne bizi kucağına alacak
Ve göz yaşlarımızı silecek
Ve büyükbaba aramızda yürüyecek.
O bu kuşakta olacak
Siz insanlar
Onu gerçekleştireceksiniz
Ve halka
Tekrar bütünleşecek
MİTAKUYE OYASIN

Dilerim ki Beyaz Adam başlangıcında ve sonunda çemberinin merkezi olabilecek şekilde Kendini anlamış ve dengede yaşamışsındır. O ufacık nokta için bir ömür geçiyor ama o noktayı olan sayı o kadar az ki… Aslında aşağıdaki sözlerle çok basit anlatmışlar hayatını dengede yaşayan merkezde dengeyi kuran ve ruhu rahatça döngüyü tamamlamışları…

‘’Ölüm vakti geldiğinde ,yüreği ölüm korkusu ile dolu olanlar gibi olma! Onlar gözyaşı döker, biraz daha yaşayabilmek için dua ederler. Son ölüm şarkını söyle ve eve dönen bir kahraman gibi öl.’’

Tecumseh, Shawnee Kabilesi

Bu konuyu yazdır

  ŞAMANİZMİN ANADOLUDAKİ İZLERİ
Yazar: canankiraz - 19-04-2017, Saat: 15:27 - Forum: ŞAMANİZM - Yorum Yok

Kökeni Orta ve Kuzey Asya’ya dayansa da, Amerika ve Avustralya’nın da içinde olduğu çok geniş bir coğrafyada görülen Şamanizm, insan-tanrı ve ruh arasındaki ilişkiyi sağlayan, içinde sihir ve mistik ögeler barındıran kimine göre bir din kimine göre de bir inanç sistemidir.

Şamanizm insanların doğa olaylarını anlayabilme ve tanımlayabilme üzerine oluşturdukları bir inanç ve ritüeller sistemi olarak da açıklanabilir. Bu ritüeller, Eski Türklerin Kam adını verdikleri Şaman rahipleri tarafından yapılırdı.

Yukarıda da belirtiğimiz gibi çok geniş bir coğrafyaya yayılmış bu inanış Türk kültüründe çok önemli bir yer tutar. Öyle ki Türkler, İslamiyet’in kabulünden sonra bile günümüzde batıl olarak ifade edilen pek çok ritüel ve inanışı günlük hayatlarından çıkartmayıp, aksine Anadolu İslam anlayışı ile harmanlanıp günlük yaşamdaki yerlerini korumuştur.

Türkler İslamı Araplar’da olduğu haliyle kabullenmemiştir. Şamanizm’deki inançlarını yeni dinlerine adapte etmiştir.

4769-kam4-1360477663-680x365.jpg

ATEŞ VE SU
Eski Türk inancında su hayatın kaynağı ve bereketin sembolüdür. Göksel oluşu da suyun kutsallığını artıran bir başka faktördür. Su hayatı da ölümü de içinde barındırır.

Bugün Anadolu’da sıkça rastlanan, kişinin gördüğü kötü rüyayı önce suya anlatması , suyun bütün kötülükleri alıp götürmesi inancına dayanmaktadır.

Ateşin insanlara gökten iyilik tanrısı Ülgen tarafından getirilip hediye edildiğine inanılırdı. Ateşin suyla ya da tükürükle söndürülmesi kesinlikle yasaktı. Ateşin arıtıcı, şifa verici özelliği olduğuna inanılırdı. Su gibi kirletilebilen bir şey olması da ateşi daha önemli kılardı. Çalı çırpı kullanılarak yakılan ateşin üzerinden atlandığında hastalıkların iyileşeceği, kötülüklerden korunulacağı inancı hakimdi. Günümüzde bu ritüele Hıdırellez şenliklerinde rastlıyoruz.

GÜNEŞ VE AY “TUTULMASI”
Şamanizm inancında güneş ve ay sürekli kötü ruhlarla mücadele eder onları kovardı. Bazen de kendileri kötü ruhlara “tutulurlar” karanlıklara sürüklenirlerdi. Bu durumda halk ellerine geçirdikleri davullarla gürültü yapar, çığlıklar atar kötü ruhları korkutarak güneş ve ayı ellerinden kurtarmaya çalışırlardı. Bu olay bütün Türkçe lehçelerinde tutulma olarak adlandırılır. Bugün Anadolu’nun pek çok yerinde güneş ya da ay tutulması esnasında teneke çalıp çığlık atma geleneği tutulma inanışının devamıdır.

AĞACA ÇAPUT BAĞLAMA
Çaput bağlama , Şamanizm’e mahsus önemli unsurlardan biridir. Şamanist Türklerin inanışlarına göre her dağın, her kutlu pınarın, göl ve ırmakların, kutlu ağaç ve kayaların İzi, sahipleri vardır.İziler, Göktürklerin bıraktıkları yazıtlarda toptan Yer-Su ile ifade edilmiştir. Göktürkler bu Yer-Su denilen ruhları, Türk yurdunun koruyucusu sayarlardı. Onların inanışlarına göre bu İziler kişiden kurban isterler, kurban sunmayanlara zarar verirlerdi. Ancak bu ruhlar oldukça kanaatkardılar. Bunları, bir paçavra parçası, bir tutam at kılı hatta kurban niyetiyle atılan bir taş parçası ile tatmin etmek mümkündü.
Bugün bu ritüel Anadolu’nun her yerinde adak amaçlı olarak devam ettirilmektedir.

40
Şaman inancına göre ruh bedeni 40 günde terk ederdi. Bugün ölen kişinin ardından 40. günde dua edip mevlüt okutma geleneği de kökenini bu inanışta bulur.

MÜZİK
Müzik şaman ayinlerinin ayrılmaz bir parçasıydı ve çok önemli bir yer tutardı. İslama geçiş sürecinde yasak olmasına rağmen bu gelenekten geçmeyen Anadolu Türkleri, mevlit ya da Kuran ayetlerini belli bir melodiyle müzikalleştirerek okurlar. Buna diğer Arap ülkelerinde rastlanmaz.

TÜRBE VE TÜRBE ZİYARETİ
Eski Türklerde ölen ulu kişilerin ruhlarının Şaman’a göklerde yapacağı yolculuklarda yol göstereceğine inanılırdı o yüzden de bu kişilere süslü mezarlar yapar, türbe benzeri yapılara gömerlerdi. Anadolu İslam anlayışında da ölen ulu kişilerin ruhundan medet umma inancı, bu sebeple de türbe ziyaretleri geleneği sürdürülmektedir.

NAZAR
Nazar Eski Türklerden günümüze ulaşan en yaygın inanışlardan biridir. Şamanizm inanışında bazı insanların olağanüstü güçleri olduğuna ve bu kötü güçlerini gözleriyle, bakarak insanlar üzerinde kullandıklarına inanılırdı. Bundan korunmak içinde nazar boncuğu ve benzeri taşları üzerlerinde taşırlardı. Bu inanış da olduğu gibi günümüze ulaşmıştır.

ÜÇ KERE VURMAK
Eski Türkler istenmeyen bir şey duyduklarında ellerini tokmak yapıp üç kere vurarak ses çıkartırlardı, böylece o istenmeyen şey her neyse kötü ruhların duymalarını engellediklerine inanırlardı. Bugün Anadolu insanı ne zaman kötü bir şey duysa üç kere tahtaya vurup Allah korusun der. İslam ve eski inanışlarını nasıl birbirlerine adapte ettikleri bu örnekte çok net görülebilir.

KURŞUN DÖKME-KUT KOYMA
İnsana musallat olan kötü ruhları kovmak için yapılan sihir kökenli bir ritüeldir. İslam’ın yasaklamış olmasına rağmen bugün Anadolu’da sıkça yapılan bir ritüeldir.

GECE TIRNAK VE SAÇ KESMEME
Şaman inancına göre saç ve tırnak canın bir parçasıdır. Asla yakılamaz ve gece kesilemez.

Gelenekler ve inanışlar toplumların genlerine işlemiştir ve onları söküp atmak kolay değildir. Şamanizmin Anadolu kültürü üzerindeki etkilerini başka kültürlerde de görmek mümkün. Sözgelimi noel ağacı süslemek gibi. Şaman kültürünün izlerine Anadolu el sanatlarında da; örneğin halı kilim ya da çanak çömlek desenlerinde de rastlanır ama bu başka bir yazı konusu.

Bu konuyu yazdır

  EXCALİBUR'UN BÜYÜK SIRRI
Yazar: Archilles - 19-04-2017, Saat: 15:17 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorum Yok

Konu başlığı belki bazı dostlarım için bir ön hatırlatma yapmış olabilirse de ben yine de bu başlığın özdeşleştiği konuyu bir kez daha hatırlatmak isterim. EXCALIBUR dünya mitoloji tarihinde ve sanat tarihinde 2.ARTHUR veya KING ARTHUR yani KRAL ARTHUR olarak bilinen kişinin kullandığı kılıcın adıdır.

Ayrıca biraz sonra da izah edeceğim gibi bu kılıç ölümsüzlüğün sembolüdür.
Çokluktan tekliğe, birliği simgeler.
Tüm inananları kavrar.

Neden böyle bir konuyu incelediğimi belki sizler merak edebilirsiniz. Amacım birçok kadim aydınlanma yollarının tarihine ve öğretisine bir LEGAND olarak giren bu kişi ve miti, doğrusu ve yanlışı ile etüt etmek ve bu çalışma sonucunda da öğretinin vermek istediği gerçeğe ulaşmaktır.

Bir diğer konuda, ışık ustaları beni bağışlasınlar bildiğim ve edindiğim bilgilere göre; büyük kadim öğretiler öğretisine giren sadece iki adet kişisel lejant vardır. Bunlardan ilki Hz. Süleyman ve HİRAM usta lejantı diğeri ise Kral Arthur ve YUVARLAK MASA lejantıdır. Ancak bu isimlendirme eksiktir. Çünkü tarihsel ismi KING ARTHUR AND ROUND TABLE’S KNIGTS yani Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleridir.

Bu her iki lejantın felsefesinde de ölümsüzlük, teklik ve sonsuzluk işlenmektedir.

Biraz sonra da değineceğim gibi tüm şövalyeler kılıçlarını ortaya sürerler ve EXCALIBUR’u oluştururlar. Böylece ölümsüzlük ve sonsuzluk oluşur. Kılıç göl perisine teslim edilir. Ayrıca bu yapıya satırlarımın birçok yerinde de değineceğim.

91293-excalibur-sword-in-the-stone.jpg

Bu araştırmayı yaparken gerçekten bazen okuduğum şeylerin ne kadar çarpık ve kadim öğretilerle ters düştüğünü görmek bunların arasında bana bir şeyler aramam gerekliliğini hatırlattı. Çalışmada bazı kısımlarda yorum katmadan aynen aktarmalar yaptım bu konularda kararı ve araştırmayı siz dostlara bırakmak istiyorum.

Gerçekte kendini tarihsel ve mitolojik kılan İngiliz yazarı GEOFFREY ve daha sonra günümüz sanat dallarındaki yaratıcısı İngiliz Sir Thomas MOLLARY ve birçok Fransız edebiyatçısının kalemlerinin dışındaki kişilik olarak Kral Arthur İngiltere’nin özgürlük ve bütünleşme mücadelesini verdiği M.S. 30-70 yıllar arasında yaşaması muhtemel olan bir özgürlük savaşçısı olduğu ve o zamanın küçük şövalyelere ait tepe kulesi şatolarından birinde yaşayan ancak gücü nedeni ile bir birleşme sağlayan kişi olduğu tarihsel kaynaklardan anlaşılmaktadır. Ne var ki bu kişilik daha sonraki devirlerde bir mitoloji kahramanı olarak gösterilmiştir. Buna nedenin de muhtemelen yazar GEOFFFREY’in ROMA İmparatorluğu’na duyduğu kin ve birazda ISKOÇ milliyetçiliğine düşkünlüğünden kaynaklanan sahiplenme duygusundan gelmiş olduğu hala tartışılmaktadır. Kral Arthur kişiliğinin bugün dahi hala önemini koruduğu ve bir mit haline getirildiği göz önünde tutulursa bunu var eden kişinin ne denli güçlü bir yapıda olduğunu düşünmemek biraz gerçek dışı olur inancındayım.

Müsaadenizle ben gerçek Arthur’la ilgili herhangi bir not bulamadığım için biraz mit ama incelendiğinde de gerçekle çakışan yanları olması nedeni ile MİTOLOJİK KRAL ARTHUR’u var kabul ederek onun yaşantısını kısaca aktarmaya çalışacağım.

Kral Arthur’un babası KING UTHER Roma saldırısından evvel ülkesini kanyonunu yöneten bir kraldır. Ancak düzensizlikler ve ülkesinde yaşanan kaos nedeni ile gerek komşuları ve gerekse isyancılar ile savaşmaktadır. Bu arada kendisine yol gösterici olan ve o günkü şartlarda doğaüstü güçlere sahip MERLİN adlı bir kâhine danışmadan da hiçbir şey yapmamaktadır. Ömrünün artık sonuna geldiğini öğrendiğinde halkının ve ulusunun lideri olabilecek bir kralın geleceğini MERLİN’den öğrenir. Bunu içinde MERLİN Kral Uther’i gayrı meşru bir ilişkiye yönlendirir. Bunun sonucunda da ARTHUR dünyaya gelecektir. Bu olay gerçekleştirilir. Arthur Merlin tarafından büyütülür ve ona bazı gerçekler öğretilir.

Burada müsaadenizle kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum, MERLİN olarak simgelenen bu kâhinin düzen koyucu ve yapıcı bir özelliği olduğunu belirtmek isterim. Çünkü bu konuda yazımın ilerleyen noktalarında bazı çağrışımlar yapacağım.

Arthur dürüst, ahlaklı, kültürlü bir gençtir. Babası kendisinden gizlenmiştir.

Kendisini doğaüstü güçler kontrol etmekte ve korumaktadır.

main-qimg-3c198fc02e1ee81bf52f454a47f21622.gif

Bunların bir tanesi de SULAR PERİSİ (ANGELS OF LAKE)’dir. Bu simge İngiltere krallığının hala sembolü olan KUTSAL KILIÇ EXCALIBUR ‘u yaratan kişiliktir. Bu kılıç ve Sular Perisinin bugün adalet sisteminde gözü bağlı, elinde ters tutulan kılıçla oluşan sembolünde ilk nüvesini oluşturduğu düşünülmektedir.

Evet, Arthur böyle bir ortamda yetişir İngiltere ROMA ve Asilerin istilasında çok acı ve kötü günlerindedir. Nihayet Arthur bir törende bilmeden TAŞ’a saplı duran EXCALIBUR’u yerinden çıkarır. Bu kılıcı ancak saf ve temiz bir kalbe sahip olan kişi yerinden çıkaracaktır. Ve bu kılıcın gücü egolarından kurtulmuş insanlık ve özgürlük için savaşan kişiye yardım edecektir.

Kılıcın güçleri şöyle sıralanabilir;

Mükemmele ulaşmak isteyen kişiler için çok hafif aksi düşüncede olanlar için çok ağır, dürüstlere zarar vermeyen ancak aksi düşüncede olanları yok eden, aklı ve iradesini kullanarak bir şey istendiğinde onu yaydığı ışıkla yerine getirmede yardımcı olan bir güç. Diğer sembolizması ise birliği, bütünlüğü, kutsallığı, zekâyı, aklı, saflığı ve hepsinden öte gücü yani inanılan varlığı veya diğer bir değişle ulaşılmak istenen yerin anahtarını simgeler. Çünkü sonsuzluk ve sevgi yeri dünya ötesi bir yerden gelmiştir.

Sembolik olarak saflığı sembolize eden su ve onun oluşturduğu gölün derinliklerinden gelen bir peri yani kusursuz kişi tarafından yaratılmış ve güçlendirilmiştir. Kılıç onun denetimindedir. Kişisel egolar için kullanıldığında kırılıp yok olur. Aynı Excalibur filminde Arthur’un Lancelot ile ilk karşılaşmasında olduğu gibi. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde TAŞ, KILIÇ, AKIL VE İRADE, DÜRÜSTLÜK, İYİ HUY VE DÜŞÜNCE, ÖZGÜRLÜK sanırım bazı öğretiler bizlerde kıvılcımlar çakmakta. Kral Arthur uzun süren savaşlarla ülkesinde bir düzen kurar ve bu arada GUINEVERE isimli bir ROMA’lı kızla evlenir. Hayatı bir düzen içindedir. Kendi etrafında birçok savaşçısı vardır. Ancak bir zaman sonra DENİZLER ÖTESİNDEN gelen bir şövalye bu güçlü savaşçıları tek tek yener bu LANCELOT’tur. Kral Arthur başlangıçta düşmanı olan bu kişi ile sonra dost olur. Son zaferlerini de kazandıktan sonra kendi kalelerine çekilerek devleti yönetmeye başlarlar. Bu kale CAMELOT (HÜCRE) olarak nitelenir. Burada bir yuvarlak masa vardır ve devleti yönetenler bu masa etrafında toplanırlar. Bu masa üçüncü kez var olmuştur. Birincisi CHRIST’S LAST SUPPER’in masası yani İSA’nın son yemek masası, ikincisi üstünde GRAIL’n bulunduğu masadır. Bu çağrışımda ARTHUR ve Şövalyeleri ile İSA ve Havarilerinin arasındaki din ve öğreti bağlantısı da kurulmuş olmaktadır. Masanın yuvarlaklığı dünyanın ve evrenin yuvarlaklığını da simgelemektedir. Böylece ARTHUR ve daha önceki öğretilerin evrensel amaçlı ve özellikte olduğu da ifade edilmeye çalışılmaktadır. Arthur’un şövalyeleri başlangıçta 9 kişidir. Bunlardan ilk üçü Musevi JOSHUA, DAVID, JUDAS MACCABOEUS ikinci üçlü üç putperest HECTOR, ALEXANDER, JULIUS CAESAR üçüncü üçlü ise üç Hristiyan KING ARTHUR (kendisi), CHARLAMAGNE, GODFREY (2.Haçlı seferi komutanı). Dikkat edilirse burada bir enternasyonal düşünce vardır ki biz bunu yıllar sonra büyük düşünür Mevlana’da da görmekteyiz.

Buraya kadar anlattıklarım da sizlere hiçbir yorum yapmadan üç ayrı yazarın kalemlerinde ki ortak noktaları aynen aktardım. Çünkü hepimizin yorumları ayrı ayrı olabilir. Ancak burada kısaca durup biraz yorum getirmek istiyorum. Çünkü bundan sonra sık sık atıf yapmak zorunda kalacağım.

Yuvarlak masanın ilk çıkışında dokuz rakamı vardır. İsa’nın Havarileri on iki kişi iken bu farklılık neden denebilir. Ancak daha sonra şövalyeler on ikiye, yirmi bire, yirmi yediye, yirmi dokuza ve nihayet otuz kişiye ulaşır. Kral Arthur’un ikinci kez doğumundan sonra şövalye sayısı otuz üç ve nihayet yüz ikiye tamamlanmıştır. İlk oluşumdaki üçlü üç grup sayı sembolizmasında üçlemeyi, üç ayrı dinden oluşu evrenselliği, din, düşünce özgürlüğünü ifade etmeye çalışmaktadır. Yuvarlak Masa şövalyesi olmak için bir dizi tören ve savaştan geçip özel bir yemin törenine katılmak ve KUTSAL ÇANAK’tan ŞARAP içmek gerekiyordu. Burada KUTSAL ÇANAK hepimizin hatırladığı gibi Hz. İSA’nın kanının akarak ölümsüzlük sırrı olarak kullanılan KUTSAL TAS yani GRAIL’dir. Bu tasa sahip olmak demek onun içini görmek demektir ki bu herkese nasip olmamaktadır. Çünkü bu gerçeği ancak inanmış, saf ve temiz, aklı hikmet sahibi olan kişiler başarabilmektedirler. Efsaneye göre aksi düşüncede olup da buna sahip olmaya kalkanlar korkunç acı ve sıkıntı çekmekte ve sonunda yok olmaktadırlar. Bundan bir süre evvel oynayan EXCALIBUR filmini izleyenler hatırlayacaklardır ki ARTHUR bir müddet sonra egosuna ve dünyevi zevklere kapılır. Kız kardeşi hırslı bir kişiliktedir ve bir gece büyü yaparak düzen koyucu ve koruyucu MERLİN’i uyutarak Kral Arthur ile birleşir ve ondan gayrimeşru bir çocuğu olur, bu çocuk kutsal kâseyi çalınca ülkenin düzeni bozulur. Tekrar savaşlar başlar sonunda Kral Arthur dört yana şövalyelerini göndererek Kutsal Kâseyi bulmalarını emreder. Uzun uğraşılardan sonra Kâse bulunur ama Arthur savaştadır ve savaşı kaybetmiştir. Kâseyi bulanlar onu tekrar geri getirmek için yeni bir savaşa girerler.

Buradaki kâse birçok kadim resimde ve tablo da merdivenin bir basamağında bir el tarafından tutulmuş bir şekilde vardır amacı ruhun ölmezliğini anlatmaktadır.

Satırlarımda bahsettiğim MERLİN düzen koyucu ve koruyucudur demiştim. Yuvarlak masa toplantılarında kimin nereye oturacağını törenlerin yönetimini elindeki güçlü asası ile yönetir. Asanın ucunda birbirine dönük duran bir çift yılan vardır ve asa özel bir güce sahiptir. Asanın üzerinde her şövalye için takılan bir ant halkası vardır ve bunların sayısı 33 tür.

MERLİN, GOEFFRY için de, diğer yazarlar içinde vardır. İncelediğimizde bu karakter Hindu mitolojisindeki PANDAVA kralının dostu YUDHISH veya HINT efsanesindeki MAHABHARATA’daki KRIŞHNA, tanrının yere inmiş görüntüsü VIŞHNU veya MISIR tanrısı RA’nın görüntüsü AMONEFIS veya Doğu felsefesinde birçok dindeki MYRIDDIN, yani efsanevi güçle özdeştir. Bu karakter insanın içindeki hesap verdiği veya sığındığı gücü simgeler yani iradesi ve aklıdır.

Excalibur_IV.png

Şövalye LANCELOT konuşmamın başında DENİZLER ÖTESİNDEN GELEN EN GÜÇLÜ ŞÖVALYE olarak tanımlanmıştı. Bu karakter ise her zaman bizden üstün gücü sembollemiştir. Yuvarlak masa şövalyeleri arasına alınan ilk yabancıdır ve on ikinci kişidir. Ne var ki Arthur’un karısı Guinevereyle yasak bir aşk yaşar. Düzeni bozmamak içinde sürekli gezmektedir. Kral Arthur’un karısı Yuvarlak Masa toplantılarına katılan ilk kadındır daha sonra tüm şövalyeler eşlerini bu toplantıya katmıştır. Burada GUINEVERE biraz önce değindiğim yasak ilişki ile ve gerek toplantılara katılması ile erkeğe bağlı olmayan özgür kadın imajını vermektedir. Bu anlatım eski PAGAN topluluğunun kurallarını da hatırlatmaktadır. Ayrıca WHITE PHATOM veya FAY anlamına gelen bir İskoç inanışını da hatırlatmaktadır.

Böylece özgür kadın, idareci yapı, danışman güç özellikleri ile günümüz kadınları sembolünü o çağdaki ideal olarak görmekteyiz.

Ayrıca Guinevere’nin mitolojik bir yanı daha vardır ki oda insanı yarattığına inanılan CELTIC GWENHWYFOR diye adlandırılan CELTIC ÜÇLÜ TANRIÇASI ile özdeşleşmektedir. Bu da Hristiyanlıktaki üçlemeyi KUTSAL RUH, OĞUL, MERYEM olgusunu hatırlatmaktadır.

Kral Arthur’un yanındaki sekiz kişi ise kendilerine bağlı bulunan tarım, savaş, eğitim, ticaret, sosyal yapı, parasal konu, adalet, eğlence ile ilgilenirlerdi. Gelecekten bilgi vermek ise kâhinin görevi idi.

CAMELOT ise bir yerleşim alanı idi. Bu merkezi incelediğimizde görüyoruz ki tipik kutsal bazı yerlerden esinlenme vardır. Gerek sosyal düzeni ve gerekse yapısal yerleşimi KUDÜS, ROMA gibi yerlerle hemen hemen aynıdır. İngiltere tarihinin arkeolojik çalışmalarında ise bu anlatılanlar ile şaşırtıcı benzerliklerde gözden kaçmamaktadır. Yapılan kazılarda özellikle İskoçya’da bu tip tepe kule şatolarına sıklıkla rastlanmıştır. CAMELOT düzenin, bereketin, zenginliğin, barışın, ilmin ve sporun yapıldığı huzur dolu bir ortamdır. Herkes çalışmak zorundadır. Kral Arthur’a gelince bu karakteri anlatmak biraz karışık bir konudur. Konuşmamın başında da anlattığım gibi bu karakter tek bir kişi değildir. Bünyesinde İSA’dan, Mısır firavunlarından, Roma tanrılarından esintiler bulmak mümkündür. Ancak böyle karmaşık bir karakter olması nedeni ile biraz anlaşılması güç bir noktadadır. Çünkü bir kere gayri meşru bir kişidir doğumu nedeni ile ikincisi ölümlü bir yaratıktır. Ayrıca son derece egoisttir, başlangıçta çok düzenli olmasına rağmen sonradan her türlü ahlaksızlığı yapmıştır hatta kendi kız kardeşi ile bilinçsizce de olsa ilişkiye girmiştir. Savaşta kız kardeşinden olan oğlu tarafından öldürülmüş ve oğlu da aynı savaşta ölmüştür. Daha sonra tekrar dünyaya gelmiş bir Mesih rolündedir. Bütün bunları incelediğimizde neden kadim öğretilerin böyle bir kişiyi lider seçtiğini anlamak sanırım konuya yüzeysel baktığımızda çok zor. Ancak konuyu başka açılardan aldığımızda sanırım yerinde bir seçim olduğuna karar verebiliriz.

Dilerseniz satır başları ile bu kişiliğin yapısını inceleyelim ve müsaade ederseniz de sembol ve öğretiler ile olan benzerliklerini de hatırlatmaya çalışayım,

Sıradan bir toplum bireyi olarak yetişmiştir ve hür, köklü bir aileden gelmektedir.

“KADİM IŞIK YOLCUSU OLACAK KİŞİ İYİ AHLAKLI, HÜR, SOYLU OLMALIDIR.”

Bir yaratıcıya inanmakta ve geleceğini onun hazırladığını kabul etmekte.

“IŞIK YOLCUSU OLACAK KİŞİ KESİN YÜCE BİR YARATICI GÜCE İNANACAKTIR.”

Milletinin bütünlüğü için savaşmış, özgürlük ilkesine inanmıştır.

“AYDINLANMIŞ KAMİL USTA MİLLETİN BÜTÜNLÜĞÜNE İNANMAK ONUN KANUN VE TÜZÜKLERINE UYMAK ZORUNDADIR. AYRICA VATANININ ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN GEREKİR İSE ÖLÜMÜ BİLE GÖZE ALMALIDIR”

Ailesine sadıktır. Sevdiği kadını aldatmamıştır.

“IŞIK USTASI AİLESİNİ VE TOPLUMU ÜSTÜN TUTMALI ONLARIN GELECEĞİ İÇİN ÇALIŞMALIDIR.”

Egosuna yenilerek kılıcı ile kendisini aklını kullanarak yenen bir şövalyeyi üstün gücünü kullanarak yenmiş ama sonra pişman olarak hatasını itiraf edip bağışlanmayı dilemiştir.

“IŞIK YOLUNDA YÜRÜYEN KİŞİNİN HATALARINI BİLMESİ VE BUNLARI İTİRAF EDEBİLMESİ ONUN OLGUNLUĞUNU GÖSTERİR”

Toplumun iyi yönetilebilmesi için gerektiğinde din dil ırk ayırımı gözetmeden herkesi yönetimine kabul etmiştir. Yuvarlak masa şövalyeleri

“IŞIK YOLCUSU DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖZETMEKSİZİN HERKESİ EŞİT KABUL EDER.”

Yazımın başında da belirttiğim gibi KRAL ARTHUR gerçekte belki bu denli büyük güçlere sahip birisi olmasa bile tarihçilerin ve bazı araştırmacıların verilerine göre var olmuş bir karakterdir. Kral Arthur mitolojisini tarihsel açıdan ele aldığımızda gördüğümüz bazı gerçekler vardır ki, insanoğlu varlığından beri bu gerçekler ve inanışlarla ne kadar gelişirse gelişsin yüz yüzedir.

Kral Arthur bütün yazarlarla ölümsüz olarak nitelenmekte ve tekrar doğarak bir düzen kuracağı vurgulanmaktadır. Bu insandaki ruhun ölmezliği bilincinin bir belirtisidir. Kral Arthur ögesi bilgeliği çağının ötesindeki idareciliği ve yaşattığı altın ve düzenli çağ ile adeta tanrılaştırılmıştır. Bu, gerek Mısır, gerek Yunan, gerek Roma ve gerekse Doğu felsefe ve tarihselliği içinde hep eşleniği olan bir yapıdır. Jerusalem’deki ALBIAN olgusunun, Budist savaşçı GESAR olgusu hep aynı etkiyle var edilmiştir. Toplumu yüceltmek ve insanları mutluluğa götürme ideolojisi bu tiplemelerin yaratılmasında hep neden olmuştur. Gerçekten de Kral Arthur halkına refah seviyesi çok yüksek bir yaşam sağlamıştır.

Kral Arthur ölümsüz demiştik bu da yine insanoğlunun en büyük korkusu ölüme kafasında bulduğu tatminsel bir çözümdür. Bu noktada Arthur her şeyin sonsuz olarak yaşadığı hastalık, ihtiras ve tutkuların girmediği bir yere götürülmüştür. Burası AVALON’dur. Avalon yapısal olarak Kutsal Kitaplardaki CENNET’tir. Skoç alfabe ve fonetiğinde ELMA’dan gelmektedir. Bu noktada iki ayrı görüş vardır birincisinde ki mitolojik yandır bir anımsatma yapılır ELMA kutsal bir meyvedir ve bu bahçeler cennette vardır. Yani Arthur cennete gitmiştir, ikincisi ise gerçek yanıdır ve bu gün hala İskoçya’da en güzel elmaların yetiştiği SOMMERSET kasabasıdır. 2.Hennry’nin satırlarına göre Kral Arthur ölmüştür ve cenazesi GLOSTANBURG’taki ABBEY’deki (KUTSAL YER, TAPINAK, KİLİSE) İKİ SÜTUN arasında derinde yer almaktadır. Yapılan kazılarda bahsi geçen yerde önce bir taşa rastlanmış taşın altında bulunan özel yapım haç üzerine LATİNCE burada AVALON ADASINDAKI ÜNLÜ KRAL ARTHUR YATMAKTADIR yazmaktadır daha alt tarafta ise ağaçtan yapılmış özel bir tabut içinde iki iskelet ele geçmiştir. Yapılan tetkiklerden sonra bunlardan bir tanesinin çok iri, geniş omuzlu bir erkeğe diğerinin ise minyon bir kadına ait olduğu tespit edilmiştir. Erkek başına aldığı keskin bir metal darbesi ile ölmüştür. Bu kalıntılar bugün bu ABBEY kilisesindedir. Eğer mitolojiye bakarsak ta Kral Arthur gerçekten başına aldığı yaralarla yaralanmış ve ölüm yolculuğuna başlamıştır. Yukarıda bahsettiğim mezar bu gün en modern tekniklerle tespit edilmiştir. Haç üzerindeki yazı stili ve karakterleri ise sahteciliğe izin vermeyecek bazı özellikleri taşımaktadır. Ancak bilim adamları hala bulunan cesetlerin kişiliklerini araştırmaya devam etmektedirler. Adı geçen tepe AVALON veya başka bir yerde olsa yapılan arkeolojik araştırmalar burasının çok eskiye ait olduğunu kanıtlamıştır. Olayın diğer yanı insanın böylesi bir lider ve tabi ki kendisi için ölümsüzlük duygusunu tatmin etmek için yazdığı satırlardır.

Ne var ki bahsedilen AVALON tüm kültürlerde kâh ada, kâh görünmeyen cam bir fanus, kâh bir dağ veya bir gizli mağara olarak mevcuttur. Çin felsefesinde ki ölümsüzlük adası P’eng-Lai Pasifik’tedir ve Taois alşimistlerin ilminde YAŞAMIN İKSİRİ’nin ve bilimi saklayanların yaşadığı evin bulunduğu yerdir. İskoç geleneğindeki bu yer İrlandalılarda EMAIN ABLACH tır deniz tanrıçası MANANNAN oturduğu bu yer Atlantik adalarının batısındadır görünen bir sınırı yoktur, TIR HA NANG yani gençlik yurdu ve kadınlar yurdu oradadır.

AVALON esas olarak da tüm İskoçlar tarafından da pek fazla inanılır değildir. Çünkü Arthur’un yaşaması İskoçlar tarafından pek fazla kabul edilmemektedir. Ölümü ve mezarı bu gün bile gerçek olarak sırdır. Yine bu olguya da bizim mitolojilerde olduğu gibi birçok efsanelerde de rastlarız. Yunusun, Nasreddin hocanın, Hz HIZIR peygamberin, Hz YUNUS peygamberin ve diğer mükemmele ulaşanların olduğu gibi.

Kral Arthur gerçek hayatta bu isimle olduğu kesinleşmemişse de kendi döneminde gerçekten halkına çok büyük ve mutluluk dolu bir ülke var etmiştir. Bu ülkede bilimsel ve kültürel mükemmelliklerin yanı sıra sosyal bir düzenin de tüm mükemmelliği ile işlediği kesindir. Ülkesini yönetirken kullandığı yer veya şeklin YUVARLAK bir masamı yoksa başka bir şey mi olduğu sanırım önemli değildi. Esas olanın sonuçta halkın ondan ve yöneticilerinden son derece memnun olmasıydı. Peki, sonrasında bu kadar mükemmel bir düzen neden yok olup bir kaos dönemi yaşandı işte bunu cevabı yine yazarların satırları arasında gizli idi. Evet ne kadar mükemmel de olsa Arthur bir insandı ve hata işlemekle de görevlendirilmişti. Çünkü varlığının bir yanı da egolarıydı. Kendi koydukları düzenin giderek daha detaylarına giren her toplum gibi efsanevi yapıda hırsızlıkların, ahlaksızlıkların ve kişisel menfaatlerin değişmeyen sonuna ulaştı. YIKILIŞ ve KAOS

Gerek tarihsel gerçeklere ve gerekse mitolojik hikâyeleri incelediğimizde görürüz ki bu yönetimi yıkanlar dışarıdan gelenler değildi. Arthur’un çok güvendiği kendi halkı yani bu günkü İNGİLİZ’lerdi. Halkı ikiye bölünmüş iki kardeş daha çok hırs ve toprak elde etmeye ve tahta sahip olmaya çalıştığı için toplumu parçalamıştı. Bunun efsanesine konuşmamın başında değinmiştim. Öz kız kardeşinden olan üvey oğlu Arthur’un hem sonunu hazırlamış hem de bu düzeni bozmuştu. Bu tarihsel olaya dünya tarihini incelediğimizde çok rastlarız ROMA İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Hristiyanlık alemi, İslamiyet hep bu kardeş kavgalarının sonuçlarını satırları arasına birer ibret vesikası olarak almıştır.

Arthur’un ölümü ve yeniden dirilmek üzere götürülüşü bize insanın artık bazı şeylerden kurtulmak istediğini de anlatmaktadır. Efsanevi Yuvarlak Masa yine efsaneye göre üç parçaya ayrılır bir tanesi Arthur ile gider diğer parça Lancelot tarafından alınır ve son parça Guinevere’dedir. Daha sonra bunlar gizli bir vadide bir araya gelirler. Bu vadi GLASTONBURG yakınlarındaki iki tepe arasındadır. Tüm Yuvarlak Masa Şövalyeleri ölmüştür ve hepsi artık bir araya gelmişlerdir. Son şövalye BEDIVERE elinde KUTSAL KÂSE GRAIL ile gelir ve böylece YUVARLAK MASA devamlılığı sonsuza kadar sona erer. Burada ki GRAIL daha evvelde bahsettiği kutsal İsa kâsesidir ve yine Hristiyan inanışı olan kutsal üçleme burada yine karşımıza çıkmaktadır. Masayı taşıyan üç kişi Kral Arthur Ölümsüz Ruh, Lanselot Oğul ve Guınevere Meryem’i sembolize etmektedir. Kâse ise yine ölümsüzlüğü vurgulamaktadır. Grail ise ilk kayıtsal çıkışını Hristiyanlık ile yapmıştır. Oysa tarihe baktığımızda bu tip kap ve kâseler Babil ve ilk çağ uygarlıklarından beri vardır. Bu kâse çoğunlukla topraktır. Hristiyan aleminde sonsuz hayatı simgelediği için önce bronz daha sonra altına dönüşmüştür.

KRAL ARTHUR VE YUVARLAK MASA ŞÖVALYELERİ gerçekten incelendiğinde bünyesinde yüzlerce yılın birikimi olan bir öğretiler zincirin karışımını saklamaktadır. Kendisinde evvel yaşayan tüm uygarlıkların kuruluş, gelişme ve çöküş dönemlerinde yaşanan sorun ve problemleri gerek Fransız ve gerekse İngiliz tarihinin oluşmasında ki sayfaları çok rahatlıkla bu lejant da görmek mümkündür. Belki gerek GEOFFRY ve gerekse MILLS ve gerek Sir THOMAS MOLLARY bu kahramanı bir mitoloji havasına sokmuşlarsa da şu var ki yazılan ve oluşturulan mit bu gün hala geçerliliğini korumakta ve hatta gelecekteki bazı ütopik yaşamlar için örnekte teşkil etmektedir. Amerikalı yazar yönetmen GEORGE LUCAS’ın 22. yüzyıl yaşamını ve savaşlarını düşlediği STAR WARS filmini yaparken şüphesiz KRAL ARTHUR ve Yuvarlak Masa Şövalyelerinden esinlendiğini görebiliriz. Geoffryden sonra kaleme alınan Tristan ve Isolde, İngiliz yazar Thennison’ın IDYLLIS OF THE KING’i kaleme alırken yine aynı kaynaktan esinlendiği, günümüz yazarlarından T.H.WHITE’ın THE ONCE AND FUTURE DRAM’ı yazarken MOLLARY’nin eserinden esinlendiğini söylemek pekte yanlış olmaz. Bu yukarıda bahsettiklerim edebiyat alanında ki esinlenmelerdi. Arthur yalnız bununla da kalmamıştır. Birçok politik görüşünde kaynağını yine görüşleri ve felsefesi ile etkilemiştir. Yakın çağ tarihine baktığımızda ABD başkanlarından John F.KENNEDY’nin yönetim tarzı ve görüşlerinde Kral ARTHUR felsefesinin etkileri vardır. Doktorların vurulduktan sonra makinalara bağlı olan başkanın hala yaşayacağını ummaları ve o ihtişamın aynen yaşatılması ve ölümünde Tarihçi Teodaris WHITE, başkanla ilgili bir yazısında başkan için “TEK KISA PARLAYAN ANDA” değimini kullanması ki bu satırlar KRAL ARTHUR müzikalinin finalinden alıntıdır. Yine Portekizli yönetici Krak SEBASTIAN da aynen kral Arthur tipi bir yönetimle ülkesini idare edip ve son İran savaşında ordusuna kumandanlık ettiği sırada yaralanıp ve ülkesine dönememesi. Geri zaferle dönen ordu kumandanlarının ölüsünü geri getirdiği halde halkın onun yaşadığını belli bir zaman sonra tekrar gelip halkını refaha ulaştıracağına inanışı ve bu inancın bugün bile Portekiz’de bazı yörelerde sürüp gitmesi gibi. Şüphesiz her ülkede bir altın çağ vardır. Bu altın çağ yaşatıcıları da ölümsüz kişilerdir. Ancak ARTHUR felsefesiyle efsaneleşen birkaç yöneticiyi sizlere aktarmak istiyorum. Bu tarzda Çin’de CHAU, Hindistan’da KRITA YUGO, Yunanistan’da CRONUS ve TITANIUS, Hindistan’da yine BUDHA The Way of The KING eseriyle, Japonya’da KONFICYUS bu fikirlerin temsilcileri olmuşlardır.

1789 Fransız ihtilalinin mimarlarından Jean Jack ROUSSEAU ihtilalin sonucunda devlet yönetimi ile ilgili kuralları kaleme alırken yine aynı devletçi düşünceden yararlandı. Bununla ilgili birkaç satırı aktarırsak;

Bozulmamış ilkel iyi insan doğasını ilerici, özgür, eşit, medeni seviyeye getirmek.

Bu güne kadar süre gelen üstün sınıfın zenginliğinin halkada dağıtımı, doğru iş yapan kurumları onarmak ve diğerlerinin felaket ve zararını telafi edip onları yok etmek.

İşte bu görüşlerin tamamı hemen hemen de satır satır GEOPFFRY’nin Kral ARTHUR eserinden alınmıştır. 19 yüzyıla ve hatta günümüz ideolojisine imza atan iki dev düşünür Karl MARKS ve ENGELS düşüncelerini anlatırlarken eserlerinin bir bölümünde tarihteki ilk halkçı devlet rejiminden bahsederken Arthur’un Yuvarlak Masa tarzındaki bir konseyi önermiş ve bu konsey daha sonra Doğu Blokunun değişen menfaat ilişkilerinde dejenere olarak yüksek prezidyuma dönüşmüştür.

Yine günümüzde Hindistan’da uzun yıllar yönetimde bulunan GANDHİ halkı tarafından ölümsüz olarak kabul edilmiş ve tekrar uyanmak üzere derin bir uyku için kutsal alana gittiğine inanılmaktadır. Ki bu yer TİBET ile MOĞOLISTAN arasındaki dağlar arasında ki bir vadi olan SAMBHALA veya SHAMBALA diye adlandırılır. Bu yer ve felsefe ile ilgili bilgiler Budist okullarında hala öğretilmektedir.

Bütün bu birbiri üzerine montajlar ve tarihsel benzerliklere rağmen ARTHUR hala etkinliği sürdürmektedir. Kadınlara vermiş olduğu önemin günümüz yansımasını feminist düşüncelerin yanında kadınların iş idaresinde ve toplumsal yaşantıda ki etkilerinde fark etmekteyiz.

Son kaynaklar ne şekilde yorumlarlarsa yorumlasınlar ARTHUR insan doğasındaki köklü ve var oluştan bu yana gelen bir faktörü temsil etmektedir. O her şartta aranan ve arzulanan ALTIN ÇAĞ kavramının bir simgesidir. Bu efsanenin bu kadar yıldır neden bu kadar etkili olduğunu kendimize sorduğumuzda da şüphesiz bulacağımız cevap ise hala mükemmeli aradığımız ve onun hala bizlerden çok ama çok uzakta olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Yıllar önce bir düzen kurmak için bir araya geldiği kabul edilen belki de basit bir kişi olan ARTHUR’un kurduğu bu düzeni bulmanın bu kadar zor olması bizlerin hatası mı yoksa zamanın bize cezası mı, onu bilmek şu anda sanırım mümkün değil.

Ne kadar mükemmel olursak olalım insanlık hamurumuzdaki ego bir anda sanırım öne geçiyor. Mükemmeli bulmak ve ölümsüz ruha erişmek diğer bir değişle özgür düşünceye varmak sanırız ki çok zor. Bunu bugün evrende artık varlığı kesinlik kazanan bizlerden çok daha gelişmiş zekâ ve kültür seviyesindeki uygarlıklarında yardımı olsa da mükemmelliğe ulaşmamızın asırlar alacağı kesin. Aksi düşünülüyor veya gerçek olsa idi sanırım ki 22.yüzyıl ile ilgili bir bilimkurgu gösterisinin esin kaynağı MS.30-70. yıllar arasında yaşadığına inanılan KRAL ARTHUR olmamalı idi…

Bu konuyu yazdır

  400 YILLIK MEZARDAN 100 YILLIK İŞVİÇRE SAATİ ÇIKTI
Yazar: Archilles - 19-04-2017, Saat: 15:09 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

400 yıllık mezardan yüzyıllık yüzük biçimindeki İsviçre saatini bulan çinli arkeologlar şaşkınlık içinde kaldılar.

Küçük saat Şangsi kasabasında belgesel yapan iki gazeteci ve bir arkeolog tarafından ortaya çıkalımıştır.

“Tabutun etrafındaki kumu temizlemeye çalıştığımız sırada aniden yere küçük bir cisim düşerek metalik bir ses çıkardı” diyor müzeci Jiang Yanyu. “Cismi alıp incelediğimizde bir yüzük olduğunu anladık. Ancak üzerindeki kumu temizleyip daha yakından incelediğimizde ise bunun bir saat olduğunu hayretle gördük.”

THBMMFX.jpg

Saat 10:06 da durmuştu. Haberi duyuran People’s Daily Gazetesi arkasında “Swiss”(İsviçre) yazısı kolayca okunmaktaydı diye yazıyor.

Mahalli uzmanlar Ming Hanedanlığı dönemine ait olan mezarın 400 yıl önce yapıldığını ve o tarihten sonra da kimse tarafından açılmadığını iddia etmekteler. Pekin’den gelecek olan arkeogların mezarda kazı yaparak saatin sırrını çözmeleri bekleniliyor.

Pekiyi haber doğru ise 400 yıldır açılmayan antik Çin mezarında 100 yıllık saatin ne işi var. Daha da önemlisi buraya nasıl geldi. Yoksa birileri zaman içinde yolculuk yaparken saatini mi düşürdü. Kimbilir?!!

Bu konuyu yazdır

  ÖLÜMSÜZLÜĞÜN SIRRI
Yazar: Archilles - 19-04-2017, Saat: 15:05 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER - Yorumlar (1)

Önce “İlahi Nizam Kainat” da çıktı bu karşıma şimdi de Don Miguel Ruiz’in “4 Anlaşma” söyleşisine altyazı yaparken… Cümle şu:

“Maddeyi hareket ettiren, hayatın kendisidir. Maddeyi hareket ettiren hayattır ve maddenin kendisi ölüdür. İkili sistemdir. Sadece bu örnekle her şey ortaya çıkar. Hatta görürsen, bedenin atomlardan yapılmıştır. Ve kuvvet sürekli elektronlarla hareket eder. Fakat elektronlar da maddedir, ama maddenin hareketini onlar değil, yaşamsal kuvvet sağlar. Şimdi, fiziksel bedenini gördüğünde; ellerini görüyorsun. Ellerin maddedir fakat ellerini hareket ettiriyorsun. Bu, kuvvettir. Ama bedenin ölüdür. Canlı görünür çünkü yaşam onu hareket ettiriyor. Madde ölüdür, ama yaşam gücümüz onu hareket ettiriyor ve bizi canlı kılan şey bu. Başka soru şu olabilir; sen vücut musun veya maddeyi hareket ettiren yaşam gücü mü? Hatırlamalısın ki enerji yok edilemez sadece dönüştürülebilir. Enerjinin sonu yoktur. Elbette enerji hayattır. O zaman sen ölümsüzsün, ölemezsin.”

maxresdefault.jpg

Bedenimiz zaten ölüyse ki madde ruh tesiri olmadan hareket etmiyor, bunu Ruiz yaşam ve güç olarak ifade etmiş; o zaman öldüğümüzde bedenimiz ölmüyor. Bedenimiz zaten ruh olmadan ölü. Tüm maddeler ruh olmadan ölü. Bunu “İlahi Nizam Kainat” çok güzel açıklıyor.

Peki bu durumda ölüm ne?
Ruhun artık o bedeni sürdürmeme kararı. Artık tamamlandı bu maddeyle işim ve üzerindeki etkimi çekiyorum kararı…

Eee farkı ne bunun? Çok basit. Daha önce kendini yaşayan bir beden olarak zannedip, ölünce bedenin öldüğünü ve ruhun içinden çıkacağını zannederken ve bundan ölesiye de korkarken… Şimdi kendimizin aslında maddeyi, yani bedeni hareket ettiren ruhun ta kendisi olduğunu idrak edebiliriz. Bu da bize ölümsüz varlıklar olduğumuz hatırlatmasını yeniden yapar. Aynı zamanda aramızdan ayrılanların tamamıyla kendi seçimleriyle giden ruhlar olduğunu, sadece artık madde dünyasındaki bedenlerini hareket ettirmemeyi seçtiklerini, ruh olarak her zaman var olan ölümsüz varlıklar olduklarını idrak edebiliriz.

Bu konuyu yazdır

  NASIL YARATILDIK (KABALA)
Yazar: Archilles - 19-04-2017, Saat: 15:01 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI - Yorum Yok

Başlangıçta Elohim Cennetleri ve Dünyayı Yarattı… 
Dünya Şekilsiz ve Boştu… Ve Enginin Yüzü Üzerinde Karanlık Vardı… Ve Elohim’in Ruhu Suların Yüzü Üzerinde Hareket Ediyordu… 

Bu gizemli ve etkileyici sözlerle açılır Torah’ın Yaratılış bölümü Bereshit!Eski İbrani alfabesinin özelliğinden dolayı pek çok farklıbiçimde çevrilir bu sözler aslında. “Başlangıçla Yarattı Elohim Cennetleri ve Dünyayı” veya “Bilgelikle yarattı Ain Soph Anlayışı” gibi.İnsanı okuduğu ilk andan itibaren sarmalar, derin düşüncelere sevk eder, bir gizemler okyanusu biçiminde içine çeker. Bereshit(Başlangıçta) kelimesi kabalada, yüzlerce farklı biçimde yorumlanır, üzerinde meditasyon yapılır ve kişinin algılama düzeyine bağlı olarak pek çok farklı biçimde tercüme edilir.

Önceki yazımızda bilinemeyen, kavranamayan adı dahi konulamayan yüce Yaratıcı’nın, sınırsız derecede soyuttan (Ain) sınırsız derecede somut (Ain Soph) seviyesine tezahür ettiğinden bahsetmiştik. Şimdi buradan alarak, kademe kademe, içinde bulunduğumuz fiziksel Yaratılış’a doğru tezahür aşamalarınıincelemeye devam edelim.

“Mutlak Hiçlikten Mutlak Varlığa tezahür eden Yaratıcı bir sonraki aşamada Sınırsız Işığı’nı tezahür ettirir!” demiştik. Bakalım bundan sonra neler oluyor:

Sınırsız Işık
Kabalistik yaklaşımda tanrısal tezahürün Mutlak Varlık (Ain Soph) seviyesini izleyen sonraki aşaması Sınırsız Işık adını alır. Ancak dikkat edelim, burada bahsedilen ışık asla bildiğimiz ışık değildir. Sadece bir sembol, bir metafor olarak verilir. Sınırlı insan aklının sınırsızı anlaması mümkün olamayacağından Kabala bu tür benzetmelere pek çok kez başvurur. Işığın var ediliş nedeni ise Mutlak Varlığın o muazzam gücüne ve şiddetine, sonraki aşamada yaratılacak sistemin (Yaratılış) dayanmasının henüz mümkün olmamasıdır. Mutlak Varlık’tan tezahür eden ve ona göre bir kademe daha somutlaşan bu tanrısal ışık tüm Varoluş’u sarmalar, fiziksel ve ruhsal yaratılışımızın başlangıç noktasını oluşturur.

Bir başka deyişle Sınırsız Işık, Yaratıcı (Burada Ain Soph) ile Yaratılış arasında var olan bir bağlantı şeklinde tezahür eder. Torah’ın Yaratılış bölümünde bahsedilen; “..ve Elohim’in Ruhu Suların Yüzü Üzerinde Hareket Ediyordu.” deyişindeki “Elohim’in Ruhu” kavramı, O’nun yavaş yavaş Varoluş’a yaşam vermeye başlayan Sınırsız Işığına atfedilir. Elohim adı Eski Ahit çevirilerinde T-nrı(!) olarak çevrilmekle birlikte Kabala’da, yaratıcı varlığın bu aşamadaki adı olması nedeniyle, olduğu gibi telafuz edilir. Onun Ruhu niteliğiyle de tüm Yaratılış’ı sarmalayan, var olan her şeye yaşam veren ve var oluşumuzun özü olan Sınırsız Işık tüm ruhsal ve fiziksel evrenleri doldurur.

Devam etmeden önce hemen şu çok önemli noktayı bir kez daha vurgulayalım. Hiç Olan (Ain), Sınırsız Olan (Ain Soph) ve Sınırsız Işık (Ain Soph Aur) kavramlarına bakıp onları birbirlerinden ayrı ve bağımsız tanrılar sanmayın sakın. T-nrı korusun! O zaman çok tanrılı bir sistem ortaya çıkar ki bu Kabalanın özüne tamamen aykırıdır. Onlar, Bir ve Tek olan Yaratıcı’nın birinden diğerine kademeli tezahürüdür. Bu noktayı kavrayamayan kişilerce Kabala bu nedenle yüzyıllarca pagan bir öğreti olarak nitelendirilmiştir.

Kısaca özetlemek gerekirse Mutlak Hiçlik, Mutlak Varlık ve Sınırsız Işık sıfatları Yaratıcı ile Yaratılış’ı birbirinden ayıran bir sınır gibi düşünülürler ve bu nedenle de çeşitli öğretilerde “örtü” ya da “perde“ kavramları ile somutlaştırılırlar. Dolayısıyla; “bu örtüler, ön taraflarında yer alan ve bizim görebildiğimiz, kavrayabildiğimiz ve evrimimizin sonraki aşamalarında ulaşabileceğimiz bir gerçekliğin soyut arka planı olarak hizmet ederler” diyebiliriz.

Bu noktada insanın aklına hemen gelecek olan soru; “Mutlak Hiçbir Şey-Mutlak Her Şey-Sınırsız Işık üçlüsü insan idrakinin ötesindeyse biz Yaratıcıyı nasıl idrak edeceğiz?” biçiminde olacaktır şüphesiz. Çünkü bu tür sonsuz derecede soyut tanımlamalar doğal olarak insana bir belirsizlik, yokluk ve hatta çaresizlik hissi verirler. Kabala bu sorunun yanıtını ise artık bildiğimiz gibi “tezahür” kavramı ile verir. İdrakin ötesinde olan Sınırsız Yaratıcı, hiçlikten varlığa doğru kademeli olarak tezahür eder ve sınırsız derecede soyut varlığını her kademede biraz daha sınırlandırmak ve somutlaştırmak suretiyle sınırlı varlıkların idrak edeceği seviyelere indirir. Dolayısıyla bizler (ruhsal gelişim derecemiz oranında) Yaratıcı’nın Özü’nü değil ancak, Onun belirli bir seviyeye kadar tezahür etmiş fikrini idrak edebiliriz. Buna bir örnek olarak bir nükleer reaktör ve evimizdeki televizyonu verelim. Reaktörün ürettiği o muazzam güce televizyonumuzu doğrudan bağlarsak ne olur? Herhalde büyük bir gürültüyle patlar! Dolayısıyla biz ne yaparız? Reaktörün ürettiği voltajı trafolardan geçirip televizyonumuzun dayanabileceği seviyelere kademe kademe indiririz. İşte Yaratıcı-Yaratılış tezahürü de tıpkı bunun gibi düşünülebilir. Her trafo gücü bir miktar düşürür ve televizyonumuz için uygun olan seviyeye getirir.

Ancak, Mutlak Varlık’tan tezahür eden Sınırsız Işık -başlangıcına oranla oldukça somut bir hal almış olmakla birlikte- fiziksel alemlerin var olabilmesi için hala muazzam derecede kuvvetli, muazzam derecede soyuttur ve somut bir Yaratılış’ın oluşmasına henüz olanak vermemektedir. İşte Yaratıcı bu amaçla, tezahürün bu aşamasında, Sınırsız Işığını tek bir merkeze yoğunlaştırır ve fiziksel bir yaratılışa olanak sağlamak üzere ruhsal ve fiziksel alemlerin ilk aşamasını oluşturmaya başlar.

Artık yavaş yavaş sınırlı ve somut bir varoluştan bahsettiğimizi farketmişsinizdir. Bir başka çok önemli ve gözden kaçırmadığınızı tahmin ettiğim bir nokta daha var: Şimdiye kadar bahsettiğimiz her şey yalnızca Yaratıcı’dan ibaretti. Ne bir çoğalma söz konusuydu, ne de bir başkası! Her şey yalnızca O ve Onun tezahüründen ibaretti. Elbette bundan sonra bahsedeceğimiz her şey de yine öyle olacaktır. Hiçlik, Varlık, Işık, Yaratılış ve Yaratılış’ı oluşturan ruhsal ve maddesel her şey sadece Onun bir tezahüründen ibarettir. İşte bu yüzden Kabala’da; “O’ndan başkası yok” denir.

Sınırsız Işığın tek bir noktaya yoğunlaşmasıyla artık bizim de içinde bulunduğumuz tüm ruhsal ve fiziksel evrenleri yaratacak maddesel bir varoluş için gereken başlangıç hazırdır. O idrakimize sığmayacak kadar yüce ve muazzam gücün Sınırsız Işığının tek bir noktaya yoğunlaştığını düşünün. İnanılmaz, akla hayale sığmaz, tasavvur dahi edilemez bir enerjinin(!) tek ve sınırsız derecede küçük bir noktada(!) yoğunlaştığını hayal edin. İşte bundan sonrası Kabalada (Lurianik Kabala), muazzam bir patlama ya da fışkırma ile tüm ruhsal ve fiziksel evrenlerin, alemlerin vücuda getirilmesi eylemiyle ifade edilir. Yabancı gelmedi değil mi? Günümüz bilimi nihayet yüzyılın başında bu açılmayı öngörebildi ve adına da Big-Bang (Büyük Patlama) dedi. Halbuki bu kavram binlerce yıldır başta Kabala olmak üzere pek çok ezoterik öğretinin bilgisi dahilindeydi.

michelangelo_-_creation_of_adam-29p8ptc-680x365.jpg

Yaratılış Başlıyor
“Hiçbir şey ve hiçbir varlık henüz var edilmeden önce yalnızca Sınırsız Işık vardı. Tüm Varoluş’u (Mutlak Varlık) dolduruyordu ve hiçbir boşluk yoktu. Ne bir başlangıç ne de bir son vardı. Her şey her yana doğru düzenli ve dengeli bir biçimde yayılmış bulunan Sınırsız Işık’tan ibaretti.” (Rabbi Isaac Luria)

Henüz hiçbir şeyin var olmadığı bu aşamada Sınırsız Işığın doldurduğu bir varoluş kavramı belki biraz garip kaçabilir. Sanki zaman ve mekandan bağımsız bir tanımın içinde bir mekan tanımlıyormuşuz gibi gelmektedir kulağa. Kabalistik anlayış; geçmişte var olmuş, şu an var olan, ve gelecekte var olacak olan tüm alemlerin, bu alemlerin içinde yer alan canlı ve cansız tüm varlıkların yani kısaca her şeyin Sınırsız Olan’ın içinde önceden var olduklarını öngörür. Tabii ki hiçbir düzeltmeye, tekamüle, gelişmeye gerek olmayan mükemmel biçimleriyle. İşte biz buna potansiyel var oluş diyoruz.

Her şey en mükemmel haliyle Sınırsız Olan’ın içinde potansiyel olarak var olduğuna göre bu aşamada henüz O’nun, içinde Kendini göreceği bir Yaratılış’ın var olması için hiçbir neden yoktu. Sınırsız Işığın bütün görkemiyle tüm Varoluş’u doldurması nedeniyle de ilk gereken şey içinde bir Yaratılış’ın var edileceği bir mekan yaratmak üzere Işığın sınırlandırılması, çekilmesi idi.

Bundan sonra olanları yine Luria’dan dinlemeye devam edelim:

“Tüm eserlerini, Adlarını ve Sıfatlarını var etmek üzere alemleri yaratmak ve tüm tezahürlerini harekete geçirmek istediğinde O, kendi merkezine, orta noktaya doğru çekildi ve sonra Kendini bu merkez noktadan çevreye doğru uzaklaştırdı. Sınırsız Işığını yanlara doğru çekti ve böylece merkez nokta ile Sınırsız Işığın etrafında bir boş yer oluştu. Oluşan bu boşluk mükemmel bir küre ya da daire biçimindeydi ve hiçbir köşe ya da açı içermiyordu. Çünkü Sınırsız Olan Kendini de aynı biçimde sınırlamış ve tam bir küresel ya da dairesel biçim almıştı. Bu nedenle bu merkez noktanın etrafında yer alan boşluk da daireseldi ve mükemmel bir denge durumundaydı. Ne aşağısı vardı ne yukarısı, ne sağ vardı ne sol. Tüm çevrede her yer mükemmel bir biçimde eşitti ve aynıydı. Çünkü Sınırsız Olan’ın Kendisi de mükemmel bir denge, eşitlik ve aynılık durumundaydı.” (Bilindiği gibi matematikte bir daireden daha mükemmel simetriye ve dengeye sahip daha üniform bir başka şekil yoktur.)

Boşluğun dairesel ya da küresel olmasının bir başka nedeni daha vardı aslında. Bir sonraki aşamada içinde oluşacak yine dairesel oluşumların (alemlerin) mükemmel bir biçimde var olabilmeleri için Yaratıcı’nın Sınırsız Işığı’nı her yönden eşit ve aynı şiddette alabilmeleri. Böylece O’nun Sınırsız Varlığı’nı sınırlaması sonucunda, içinde O’nun, Özünün değil ama eylemlerinin bilinebileceği, idrak edilebileceği, küre biçiminde bir ezeli, ilksel mekan yaratılmış oldu. İşte bu harekete Kabala’da tzimtzum yani çekilme, sınırlama adı verilir.

Sınırlama aşamasından sonra sıra artık alemlerin oluşturulmasına gelir. Luria bu aşamada oluşan bu mükemmel ezeli mekanın aslında tam anlamı ile bir boşluk (çünkü boşluk içinde hiçbir şey yok anlamındadır ancak Yaratıcı’nın olmadığı bir yer düşünülemez) olmadığını öngörür. Çevreye doğru çekilen Sınırsız Işığın bir kalıntısı, Yaratılış’ın ilksel maddesel temelini oluşturmak üzere bu mekanın içinde kalır. İşte bu kalıntı bir sonraki proseste şekillendirilmek üzere, içinde var olacağımız fiziksel ya da ruhsal tüm alemlerin temel ilahi maddesidir

Bu noktada şimdiye kadar gerçekleşen bu sınırlama işlemi hakkında bir şeyi vurgulamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sınırlandırma işlemini sadece kelime anlamı ile düşünmek bence bizi büyük bir hataya götürür. Bu tür uzaysal ya da fiziksel bir kavramı ya da işlemi Yaratıcı’ya doğrudan uyarlamak gerçekte kesinlikle olanaksızdır. Çünkü O, uzay ve zaman da dahil olmak üzere bilinen her türlü kavramın ötesindedir. Dolayısıyla bu olayı daha ziyade kavramsal olarak ele almak gerekir.

Bu konuyu yazdır

  DİKKATİNİ VERMEK ENERJİ VERMENİN BİR YOLUDUR
Yazar: Emka - 19-04-2017, Saat: 11:39 - Forum: NOTLAR - Yorum Yok

Aşağıdaki vaka, The Hidden Messages in Water (Beyond VVords Publishing, 2004) adlı kitabımda sunulduğu için bazı okuyucular bunu hatırlayabilirler. Bu kitaptan bir alıntı yapıyorum:

Dergimize abone olan bir aile ilgi çekici bir deney yaptı. İki cam kavanoza pirinç koydular ve bir ay boyunca her gün birine "Teşekkür ederim" diğerine ise "Sen aptalsın" dediler ve bu dönem içinde pirincin nasıl değişim gösterdiğini izlediler. Çocuklar bile, okuldan eve döndüklerinde, pirinç kavanozlarına bu sözcükleri söylediler. Bir ay sonra, kendisine "Teşekkür ederim" denen pirinç malt kokusuna benzer olgun, yumuşak bir kokuyla mayalanmaya başlarken, "Sen aptalsın" denen pirinç çürüdü ve karardı.Bu deneye yayımladığım kitapta [Messages form Water, C.l] yer verdim, bunun sonucunda bütün Japonya'da yüzlerce aile aynı deneyi kendileri yaptı. Herkes aynı sonuçları bildirdi. Ailelerden biri deneyde ufak bir değişikliğe gitmişti: diğerleri gibi onlar da ilk pirinç şişesine "Teşekkür ederim" İkincisine de "Sen aptalsın" demişler ve üçüncü bir şişe daha hazırlayıp ona aldırmamışlardı. Sizce ne oldu? Kendisine aldırılmayan pirinç gerçekten de "Sen aptalsın” sözüne maruz bırakılan pirinçten daha önce çürümüştü. Başkaları da aynı deneyi yapmaya çalıştıklarında, sonuçlar yine aynı oldu. Öyle görünüyor ki alay edilmek aslında aldırış edilmemek kadar zarar verici değil.

Bu deneyin sonucu çok anlamlı. Hayatta en zor şey aldırış edilmemek ve dikkatini vermemektir. Bir şeye dikkatini vermek, enerji vermenin bir yoludur. Bitki yetiştiren biri bana, sularken bitkilerle konuşulursa daha hızlı büyüyeceklerini ve daha güzel çiçekler vereceklerini söylemişti. Dikkatini vererek hayat daha iyi bir yönde ilerlemek için enerji alabilir. Aynı durum insan toplumu için de geçerlidir. Durgun bir ekonomi yüzünden, yeniden yapılanma birçok Japon şirketi arasında popüler bir uygulama haline geldi. Şirketler, çalışanları acımasızca kendi işlerinin temel etkinlikleri dışında gereksiz sayılan şeylere itiyorlar. Daha da kalpsiz şirketler onları bir yeniden yapılandırma odasına koyuyorlar, onlara gerçek işlerini vermiyorlar. Onların bakış açısına göre, patronları tarafından şiddetli biçimde azarlanmak daha kolay kaldırılacak bir şey.

kozmik_enerji_seminer.jpg


Yapacak hiçbir iş ve konuşacak hiç kimsenin olmadığı bir konumda olmaktan daha zor hiçbir durum yoktur. Böyle bir duruma artık dayanamaz hale geldiklerinde, kendi istekleriyle şirketten ayrılırlar. En kötü durum senaryosu ise intihar etmeye yönlendirilmeleridir. Gelin tersini düşünelim. Çalışanlarımızın işlerini daha iyi yapmalarını istiyorsak, onlarla daima teşvik edici bir şekilde konuşalım. Hastalandıysak ya da yaralandıysak, gelin bundan etkilenen hücreleri şefkatle tedavi edelim. Etkilenen bölüme bütün dikkatimizi vermek iyileşmesini hızlandıracaktır. Vücudumuzun o bölgesi yüzünden hayatımızı sağlıklı bir şekilde yaşayabileceğimizi unutmamalıyız, bu yüzden ona karşı minnettarlık hissetmeliyiz. Çevremizdeki insanlar hastaysa, gelin onlara bir şeyler söyleyelim. Yaptıkları katkılarla hayatımızı daha zenginleştirdiklerinin farkına vararak gelin onları bütün samimiyetimizle olumlu sözlerle yüreklendirelim. Bunu yaparak onların daha hızlı iyileşeceklerini umabiliriz.

Sözcüklerimizdeki Güç

Su duyarlıdır ve söylediğimiz şeye tepki verir. Olumlu sözcükler söyleyerek suya iyi hado gönderdiğimizde, su bize güzel kristaller gösterecektir. Ayrıca, dualarımız da enerji yayar ve suyun niteliğini değiştirir. Suya dua ederek, suya hado göndeririz ve böyle bir su dualarımıza potansiyel olarak yanıt verme gücü kazanır. Bunu yapmada ustaca bir püf noktası var. Dualarımızı gelecek zaman yerine geçmiş zaman kullanarak edersek daha güçlü hado gönderebiliriz.

Örneğin, annesi kanser olan bir çocuğun onun suyuna iyileşmesi için dua ettiğini varsayalım: "Annemin kanserinin iyileşeceğini umuyorum." Böyle bir duanın kötü olduğunu söylemiyorum. Elbette, bu duanın hado'su suyu etkiler. Aynı duayı farklı sözcüklerle kullanarak etmek, suyu değiştirmek için daha etkili bir yol olabilir: "Annemin kanseri iyileşti."
Dilbilgisi bakımından konuşmak gerekirse, geçmiş zaman bir anlam ifade etmez, çünkü olay daha gerçekleşecektir. Bununla birlikte, düşüncelerimizi ve niyetimizi geçmiş zamanda söyleyerek daha güçlü hale getirebiliriz. Gelecek zamanda "iyileşecek" demek yerine, geçmiş zamanda "iyileşti" demek güçlü irademizi daha etkin bir şekilde aktarabilir. Dua ederken, bir tedavinin biz dile getirir getirmez güçlü bir imgesini oluşturmak önemlidir.

Bir şeyi imgelemek nihai sonuç için dua ettiğimiz anlamına gelir. Örneğin, büyüdüğümüzde Birleşmiş Milletler genel sekreteri olmak istediğimizi varsayalım. Bu ifadeyi gelecek zamanda dile getirmeye kıyasla, bir yandan emin bir şekilde, "Ben genel sekreter oldum," derken, bir yandan da kendimi otuz yıl ya da elli yıl sonra Birleşmiş Milletlerin bir toplantısına başkanlık ederken imgeleyerek hayatımızı daha sorunsuz yaşamayı umabiliriz. Bu ancak bir imge oluşturulduktan sonra gerçekleştirilebilir.

Burada ele aldığım imge, umudumuzdur. Bir olumlu bilgi biçimidir. Bu bilgiyi güçlü sözcüklerle tekrar ettiğimizde, su da doğal olarak bize yardımcı olacaktır. Deneyimlerime göre sözcükleri yüksek sesle dile getirmek onları bir kağıda yazmaktan daha güçlü bir hado yayar.
Dindar biri değilim, gereksiz yere dinleri övmek de istemiyorum. Bununla birlikte, bir din tarafından uzun bir süredir kullanılan duaların güçlü bir hado enerjisi vardır. Dinimize imanla inanır ve duaları kuşku duymadan edersek, daha etkili bir güçle kutsanacağımızı düşünüyorum.
Duaları suda muazzam miktarda bir değişime yol açan dindar bir adama tanık olmuştum. 

Japon Ezoterik Budist tapınağından Baş Keşiş Houki Kato ile birlikte Gunma Bölgesinde Fujiwara Barajı'nı görmeye gittiğimizde, onun efsun ve dualarını dinlemiştim. Bu tür efsun ve duaları birkaç kez yapmıştı. Onun dualarından önce ve sonra çekilen Fujiwara Barajı' ndaki baraj rezervuarlarının fotoğraflarını görmüştüm. Karşılaştırıldığında, iki "önce" ve "sonra" resmin renkleri kesinlikle farklı görünüyordu. Fazlasıyla ilgimi çektiği için, Keşiş Kato'ya sonraki dua edişinde onunla birlikte gitmeme izin verip veremeyeceğini sordum.
Dualarına başlamadan önce, rezervuardan bir su örneği aldık. Keşiş Kato efsunlarına ve dualarına başladı. Çevresinde oldukça ağırbaşlı bir atmosfer yaratarak bir saat boyunca dua etmeye devam etti.

Dualarını bitirdikten sonra, onun konuşmasını dinliyordum. Belki de dualar bittikten yaklaşık on beş dakika sonrasıydı. Bana eşlik eden personel haykırdı, "Vay canına! Bak, rezervuarın rengi hızla değişiyor!"
Gerçekten o çok büyük rezervuarın suyu berraklaşıyordu. Duadan önce, su bulanık olduğu için yüzeyinde hiçbir yansıma yoktu. Şimdiyse çevredeki ağaçlar net imgeler oluşturarak yüzeyinde yansıyordu. Japonca'da kotodama (sözcüklerin ruhu) diye bir sözcüğümüz var. Kesinlikle, Keşiş Ka- to'nun sözcükleri o ruha sahip olmalıydı. Ruhun gücüne iş başında tanıklık ediyordum.
Su kristali resimleri çekmek için gideceğimiz Tokyo'ya götürmek için duadan sonra da sudan örnek aldık.
Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, dualardan önceki su örneğinde hiçbir kristal oluşmadı. Diğer yandan, dualardan sonraki su göksel bir güzellik taşıyan bir kristal oluşturdu. Dıştaki güzel altıgenin içinde çift yapılı küçük bir altıgen vardı. Bu kristal aynı zamanda The Hiddeti Mes- sages in 

Water adlı kitabımın kapağında da yer alıyor.
"Sevgi ve Minnettarlık" Bağışıklığı Arttırır
"İyi su" yapmak için mümkünse başlangıç olarak damıtılmış su alın. Özel herhangi bir şey yapmadan damıtılmış sudan güzel buz kristali resimleri alabiliyoruz. Bu da suyun iyi ve saf olduğu anlamına gelir. Bununla birlikte, damıtılmış su bulmak kolay değil. O durumda sıradan musluk suyu da kullanılabilir.

Şişedeki suya dua edin. Fujiwara Barajı'ndaki rezervuar suyunu değiştiren Keşiş Kato gibi efsunlar ve dualar edebilmemiz en iyisi olacaktır. Bununla birlikte, bizim gibi sıradan insanlar için onun yaptığı şekilde "sözcüklerin ruhu" ile dualar etmek zor olacaktır. Özel bir eğitim almadığımız için bütün diğer düşüncelerimiz dikkatimizi dağıtacaktır.

O yüzden suyla konuşmanız yeterli. Bir dileğiniz varsa, daha önce de ifade ettiğim gibi bu dileği bir yandan başarınızı imgelerken bir yandan da geçmiş zamanda vurgulu bir ifade olarak dile getirmek isteyebilirsiniz.

İdeal olarak, dualarınızı sürekli yüksek sesle etmelisiniz. Bununla birlikte, günümüzün meşgul insanları için her gün birkaç saat suya dua etmek pek mümkün olmayabilir. Söyleyeceğinizi bir kağıt parçasına yazıp bu kağıdı suyun okuyabileceği şekilde içinde bulunduğu kaba yapıştırmanızı öneririm. Ayrıca, suyla arada sırada konuşun ve şişeyi sallayın; bu suyu harekete geçirmeye yardımcı olur ve titreşimlere katkıda bulunur.
Sadece bunları yaparak kendi şahsi hado suyunuzu yapabilirsiniz. Bu sudan günde beş bardak içmenizi öneririm.

Peki, özel bir isteğiniz yoksa ne yapacaksınız? Yapılacak en iyi şey suya "sevgi ve minnettarlık" sözcüklerini gösterip onunla konuşmak olacaktır. Uzun bir süre boyunca, suya bilgiler verip buz kristali fotoğrafları çektim. Kristal resimleri çekmek için suya aklımıza gelebilecek birçok olumlu bilgi - güzel sözler, güzel manzara fotoğrafları ve güzel müzik verdik. Bunların hepsi güzeldi, ama bana göre en güzeli suya "sevgi ve minnettarlık" sözcükleri gösterildikten sonra oluşan kristaldi.

"Sevgi" mutlaktır, "minnettarlık" görecelidir. Mutlaklık aktif bir enerji, görecelilik ise pasif bir enerjidir.
Ancak karşımızda bir alıcı olursa biz bir verici olabiliriz. Sevginizi vermek için ne kadar uğraşırsanız uğraşın, alacak biri yoksa, bunu yapamazsınız. Bu Doğa'nın takdiridir. Güneş verici taraftadır, ay ise alıcı tarafta. Erkekle kadın arasındaki aşk için, dünyaya getirme konusundaki verme eylemi için de bu geçerlidir. Bu eylemler alıcı olduğunda mümkündür.

Muhteşem bir şekilde, su kristalleri bize Doğa'nın takdirini ve hayat olgusu kavramını sunar.
Sadece sevgi değil. Sadece minnettarlık değil. Ancak ikisi bir olduğunda Doğa'nın işleri kendini gösterebilir.
Belki bu iki sözcükten daha iyi bilgi olmadığını fark etmeye başladım. Suyun oranı bire ikidir, bir oksijen, iki hidrojen. Bu yapıdan öğrendiklerime dayanarak, suyun bir pay sevgi, iki pay minnettarlık anlamına geldiğine inandığımı bile söylemeye cüret edebilirim.


Dr.Masaru Emoto

Kaynak : Suyun Bilinmeyen Gücü

Bu konuyu yazdır

  DUYGULARIMIZIN KARA KUTUSU - AMİGDALA
Yazar: Emka - 19-04-2017, Saat: 11:32 - Forum: Zihin - Yorum Yok

Amigdala Latince bir kelime, badem anlamına geliyor.
Beyinde Limbik sistem içinde yer alan iki küçük badem şeklindeki bu yapı insan duygularının repertuarı olmak özelliğini gösteriyor.
Düşünerek değil de bir tepki gibi dışarı verdiğimiz duyguların merkezi...
Amigdala'da kayıtlı olan duygular öğrenilmemiştir, nesillerden nesillere genetik yollarla aktarılarak bu bölgede depolanmıştır. Öğrenilmemiş olan duygular "otantik duygulardır" ve bu duyguların keşfi kişinin kendini yönetmesi için büyük bir adımdır.
Joseph E. LeDoux yaptığı araştırma ve çalışmalarının birinde amigdalayı keserek ayırmış ve amigdalasız bir insanın yaşamını incelemiştir.
Bulgularına göre, amigdalası alınan insanın yaşamının, çarpıcı bir şekilde değiştiğini ve o insan için olayların duygusal anlamda işgörmezliğini, yetersizliğini tespit etmiştir.

Yaşadığınız korkular, duygusal olaylar, kaygıya sebep olan olaylar amigdala tarafından değerlendirilir, saklanır ve sonra benzer durumla karşılaşırsanız, amigdala tüm bunları hatırlar, sentez eder ve siz de ona göre davranırsınız.
Yapılan çalışmalar, sevgilisinin resmini gören kişinin amigdalasının deaktive olduğunu göstermiştir. Kısacası çalışmaz, felç olur.
Aşk sırasında beynin frontal, pariyetal, orta temporal korteksi ve amigdala bölgelerinin birbiri ile etkileşim haline giriyor.
Ödül merkezinden dopamin salınımı frontal, pariyetal, orta temporal korteks ve amigdala aktivasyonunu azaltır veya tümden durdurur ve Amigdalanın deaktivasyonunda korku azalır.
Sonuç ; Aşk insanı cesur yapar.

Bu sayede “gözüpek aşık” modeli, aşkın bir yan etkisi olarak, beyinde kendiliğinden ortaya çıkıveriyor.
Belki de bu yüzden “Aşkın gözü kördür" denilmektedir.
Olaylar bununla da bitmez. Beynin ön bölgesi olan “frontal korteks” de baskılanır ve deaktive olur.
“Frontal korteks” bizim değer yargılarımızı yöneten bölgedir. Moral değerler, aile ve bulunduğumuz sosyokültürel katman bağlamını oluşan değer yargılarımız, bu bölgede vücut bulur.
Bu bölgenin çalışmaması tüm yargı-denetim mekanizmalarımızı ortadan kaldırır. Kortikal zonda yer alan ve negatif duyguları oluşturan bölgede deaktive olur. Salgılanan dopamin ve kortikal zonun işlev kaybı sonrası aşık olduğunuz anda açıklayamadığınız bir mutluluk hali söz konusudur.
(Amigdala nucleus accumbensle ilişkilidir. Nucleus accumbens kimyasal dopaminin kullanarak haberleşen sinir uçlarıdır.
Dopaminin sistemi hazzı kontrol etmektedir. Zevk aldığımız bir aktivitede nucleus accumbens-dopaminin sistemi hücreleri aktiftir. Hemen hemen bütün bağımlılık yapan (kokain, amfetamin, eroin, afyon, tütün gibi) ilaçların dopaminin kullanan hücreler üzerinde etkisi vardır)


maxresdefault.jpg


-------------------------------------------------------------------------
Yani Aşkın anahtarı beyinde bulunuyor
İnsanlar ve diğer canlılarda algılanan koku, duyguların yönetildiği limbik sistemdeki (Amigdala) denilen bölgede değerlendirilir
Koku duyusunu alan koku şişkinliği (olfactory bulb) burnumuzun tavan kısmında bulunur ve Beynin duygusal merkezi olan amigdala, limbik sistemdedir ve ¨olfactory bulb¨la da direk olarak bağlantılıdır. Bir esansı kokladığınız zaman beynimizin amigdala denilen bölümü etkilenir.
Canlı, karşı cinse olan ilgisini burada değerlendirdiği kokuyla belirler. Üreme içgüdüsü, canlılarda kokuyla başlar. Hayvanlar, çiftleşeceği eşini kokusuna göre seçer.
Tıpta, koku ve aşk arasındaki ilişkiyi ispatlaması için bir kedinin beynindeki koku merkezi çıkarıldığında, cinselliğin saptığı, diğer hayvanlara karşı da cinsel istek duyabildiği gözlenmiştir
-------------------------------------------------------------------------
Ünlü sinirbilimci Joseph kitabında şu başlığı kullanmıştır:
“Amigdala ve Limbik Sistem – Tanrı’ya Uzanan Transmitter”
-------------------------------------------------------------------------
Derin meditatif aktiviteler (transandans: Mistik, artistik yaşantılar, vecd hâlleri), birtakım özel teknikler ve sembolik-allegorik düşünce ile amigdala eğitilebilir.
Dünyadaki binlerce dinî, mistik ve meditatif disiplinlerin hepsi de bu bölgeyi hedef alarak âdeta düzenleyen tatbiklerdir.
Tefekkür etmek beyindeki frontal ve temporopariyetal bölgeleri, mistik ve artistik yaşantılar amigdala ve limbik sistemi sürekli olarak tembih etmektedir.
Meditasyon yaparken hissedilen sakinlik, huzur veya “spiritüel hisler”, yine amygdaladan geliyor. Düşünsenize, herşeyin altında amygdala yatıyor!
Meditasyon grupları ile ilgili araştırmalarda (Popular Science Türkiye Dergisi'nde bir araştırma haberine göre) beynin bu ilkel (vur ya da kaç) korku merkezi olan amigdala bölgesinin meditasyon yapanlarda küçülürken, hipokampus yani duygu ve hafıza merkezi büyüdüğü görülmüş.
Massachusetts General Hospital araştırmacılarının oluşturduğu bir ekip, nöro görüntüleme tekniğiyle,meditasyon ile beyinin merkezini oluşturan gri maddede değişimler olduğunu kanıtladı.Miami Üniversitesinde nörobilimci olan Amishi Jha da çalışması benzer sonuca ulaştı.
Bir SPECT çalışmasında glossolali ( Mistik deneyimler sırasında görülebilen konuşma ) sırasında prefrontal korteks aktivitesinde azalma, limbik yapılarda ve amigdalada ise aktivite artışı tespit edilmiştir
ABD'deki Kaliforniya Üniversitesi'nin çalışmasına göre, öğreti beyindeki korku hafızası olarak bilinen amigdala bölgesini sakinleştiriyor, olumlu ruh haliyle ilintili bölgeleri daha aktif kılıyor.
Araştırma, düzenli meditasyon yapan budistlerin diğer insanlarla karşılaştırıldığında, şaşkınlık, şok, öfke gibi duygulara daha az kapıldığını gösteriyor.
Her ne kadar amigdaladaki bilgilere (kodlara veya kayıtlara) doğrudan ulaşılamıyorsa da, EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing) veya derin meditasyon sâyesinde, burası “terbiye edilebiliyor; bâzı ilâçlar da aynı işi görebiliyor.
Çünkü en temel, beynin daha üst yapılarından süzülmeyen savaş veya kaç veya donakal (fight or fright or freeze) cevapları buradan çıkıyor.
Bu bölge düşmanı veya dostu, yenebilir olanla yenemez olanı ve eşleşilebilir olanla olamayanı tefrik etmekte en önemli merkez.Bu işlevini hayat boyunca da sessiz ve derinden sürdürüyor.
Amigdala heyecanların bir deposu değil, heyecanların, duygu ve dürtülerin uygun hedefe yönlendirilmesi görevini yürüten karmaşık bir ağ sisteminin bir
bileşeni

r. Richardson'a göre prefrontal korteks "Düşünen Beyin" , Amidala ise "Hisseden = Duygusal Beyin"
Araştırmalar düzenli meditasyonun prefrontal kortekste kalınlaşmasına neden olduğunu göstermiştir.
Meditasyon üzücü olaylarla aramızdaki bağları zayıflatmaya yardımcı olur,sakin olmamızı sağlar.Prefrontal korteks "Düşünen Beyin" ve Amigdala "Hisseden = Duygusal Beyin" arasındaki bağlantıyı güçlendirir.
-------------------------------------------------------------------------
Amigdala adındaki temporal lobun anterior kısımlarındaki küçücük nukleuslar topluluğunun işlevinin
sâdece korkma-hazzetme, cinsellik-iğrenme gibi Yin-Yang tarzı en temel ve çiğ itkileri (impulses) doğurmak olduğu zannedilirken,
son senelerdeki sinirbilim araştırmaları burasının aynı zamanda arkaik ve filogenetik hâfızanın da merkezi olduğunu ortaya koydu.
-------------------------------------------------------------------------
Hippokampusun en erken 3 yaşta faâl hâle geçtiğini, ondan önceki dönemlerle ilgili hâtıraların amigdalada depolandığını, erken çocukluk çağı yaşantılarının ve travmalarının tamamen burada saklandığını, hayatın daha ileri dönemlerindeki çok şiddetli duygusal yaşantıların (özellikle travmaların) gene burayı aktive ettiğini biliyoruz artık.
Amigdaladaki bilgiye rasyonel düşünceyle veya mantıkla ulaşmak mümkün değil ama meditasyonla, vecit hâlleriyle (ecstasy), seri-işlemi (serial-processing) değil de paralel-işlemi (parallel-processing) devreye sokan sembolik-allegorik düşünceyle aktive etmek mümkün.
Hâttâ Eye Movement Desensitization and Reprocessing (EMDR) gibi tekniklerle buranın “terbiye edilmesi” ve Post-Travmatik Stres Bozukluğu gibi hastalıklarda travmadan arındırmada kullanılması gündeme geldi (Lipke 1999, Shapiro 2001).
Cloninger ve arkadaşlarının (1993) çalışmalarıyla evrimsel kökenli sebatkârlık (persistence), yenilik arama (novelty seeking), zarardan kaçınma (harm avoidance) ve ödül bağımlılığı (reward dependence) şeklinde dört temel huyumuz (temperament) olduğunu ortaya koydu
-------------------------------------------------------------------------
Ölüme Yakın Tecrübelerde (NDEs)” hipokampusun ve amigdalanın önemli rolü tartışılırken “Ölüm” denilen olayda da hipokampusun ve amigdalanın nasıl bir rol oynadığına da bakalım…
Nörofizyolojist Dr. Rhawn Joseph, “brainmind.com” adlı web sitesinde, “Ölüm” anında hipokampus ve amigdalanın aktiviteleri hakkındaki açıklamaları, Kevin Nelson’ın “Ölüme Yakın Deneyimler (NDEs)” hakkında yaptığı açıklamalara benzer bir paralellik teşkil etmektedir.
Joseph’ın açıklamasına göre de, hipokampusta kayıtlı olan ve amigdalada etiketlenen tüm anılar ve o anılara bağlı suçluluk, üzüntü gibi tüm duygular “ölüm” adlı tecrübenin bir parçası olarak “ruh” adlı mikrodalga bedende hologramik olarak tekrar yaşanır.
“Ölüm”ü tadan kişi, vücudundan yukarı doğru bir seyir, tüm yaşantının bir film gibi tekrarlanması, bu tekrarlanışla birlikte kendini yargılama, sorgulama, bir çeşit vicdan muhasebesi yapmaya başlar.
Aslında bu aktivitelerin hepsi temporal loptaki ve hipokampus-amigdaladaki bioeleletrik akımının boşalması ile meydana gelmektedir.
Dr.Joseph, “ölüm” denilen olayın başlaması ile hipokampus ve amigdalanın, beyinde hem ilk etkilenen bölgeler, hem de ilk etkilenmesine rağmen fonksiyonu duran en son iki bölge olduklarını açıklamaktadır.
Bu da bizleri şöyle bir düşünme noktasına getirebilir:
Eğer bizler, tüm hayatımız boyunca hipokampusta depolanan ve amigdalada etiketlenen daha çok “korku” merkezli duyguların hükmü altında yaşamışsak ve bu kaydedilmiş bilgiler aynı şekilde “ruh” adlı mikrodalga bedene de otomatik olarak kaydedilmişse, “ölüm” adlı olayı yaşamaya başladığımız andan itibaren madde beden olarak algıladığımız bu bedenden hologramik mikrodalga bedenle ölüm ötesi yaşantıya geçişteki en son anda yine hipokampus ve amigdalanın hükmündeyiz.
“Gost (Hayalet)” adlı filmi hatırlayın. Filmde ölümü tadan ana karakterin öldüğünü anladığı ilk anları gözünüzün önüne getirin; tüm korku ve endişelerin ortaya çıktığı tüm duyguların en yoğun şekilde yaşandığı o anı… İşte o an, o hissediş, hipokampus ve amigdalanın etkin faaliyetinden başka bir şey değil.
Tecrübe ettiğimiz ve kaydettiğimiz, amigdala sayesinde de birbirine zincirleme eklediğimiz korku ağırlıklı duygularımızı sadece bu dünyada yaşamakla kalmıyor “ölüm” adlı olayı yaşamaya başladığımız ilk andan son ana kadar da bir film gibi tekrarlayarak ölüm ötesi yaşama geçiyor ve ölüm ötesi yaşantıda da neticeleri ile karşı karşıya kalıyoruz.
O zaman, sadece bu dünyadayken değil, ölüm anı ve ölüm ötesi yaşam için de hipokampus ve amigdalaya yüklediğimiz özellikle tüm korkularımız ve vesveselerimiz bizler için önemli bir hal almaktadır.
-------------------------------------------------------------------------
Beynin hatırlama ile ilgili ana merkezlerinden hipokampus ile amigdala arasında bir ilişki vardır.
Hipokampus kuru gerçekleri hatırlarken, amigdala ise bir takım bağlantılar kurarak hatırlama yoluna gider.
Mesela bir insan ile karşılaştığınızda, o insanı daha önce tanıyıp tanımadığınızı Hipokampus yoluyla hatırlarsınız, o insandan hoşlandığınızı yada hoşlanmadığınızı ekleyen amigdaladır.
Duygusal repertuvardan bir çeşniyi bilgiye katar.
Amigdalanın en önemli görevi çevreyi durmaksızın tarayarak olası tehlikelere karşı beyni uyarmaktır.
Normal şartlar altında bile endişe duyguları oluşturan bu organ, uyarıldığında süper ihtiyatlı bir duruma geçer.
Kalp atışlarımız hızlanır, vücuttaki tüm sinirler aşırı uyarılır, göz bebekleri daha iyi görüş için genişler, daha hızlı tepki verebilmek için tüm kan kaslarda yoğunlaştığından deri sıcaklığı düşer. Sistem bir kere aktive edildiğinde kapatılması o kadar da kolay değildir. Bu durum modern insan için mutlulukla mutsuzluk arasındaki ince çizgiyi belirler.
Ayrıca korkularınızın kaynağı da amigdaladır. Geçmişte yaşadığınız korku dolu bir anı tekrar yaşadığınızda aynı korku ve endişeyi hissetmeniz amigdalanın fonksiyonudur.
Amygdalası çok çalışan insanlar ise herşeyden korkuyorlar.
Amygdalası kaza yüzünden bozulmuş insanlar ise korku veren olaylardan hiç korku duymuyorlar.
Science News'un haberine göre S. M. isimli bir kadında bulunan Urbach-Wiethe hastalığı sebebiyle amigdalasının tamamı iş göremeyecek biçimde hasarlıdır. Bu hasardan ötürü de bu kadın hiçbir korku duymamaktadır.
-------------------------------------------------------------------------
Amygdala alındığında ise ne cinsel ilgi kalıyor, ne de korku...
Yani Amigdala seksüel duygularla da ilgili.
Erkek amigdalasının dişi amigdalasına göre % 20 daha büyük olduğu bilinmektedir.
Görsel cinsel uyaranlara karşı Erkek amigdalası,özellikle de sağ amigdala çok hızlı aktivite olurken dişilerde daha yavaş olmak üzere sol amigdala aktive olmaktadır.Bu bilgi erkeklerde röntgencilik ve pornografinin daha yaygın görülmesini ve kadınların görsel cinsel uyaranlar karşısında erkekler kadar hızlı uyarılmıyor oluşunu açıklayabilir.
-------------------------------------------------------------------------
Amigdalanın disregülasyonunun (ayar bozukluğunun diyelim) Manik Depresif Hastalık, Borderline Kişilik Bozukluğu, Post Travmatik Stres Bozukluğu gibi klinik tablolarla doğrudan ilişkisi var.
Amigdala depresyon ve anksiyetede hiperaktiftir
Depresyonda beyin ön bölgesinin etkinliğinin azaldığı, limbik sistemde yer alan amigdalanın etkinliğinin arttığı bilinmektedir.
Depresyon hastalarının olumsuz durumlar karşısında, uyarılan amigdalaları, bu olumsuz bilgi sinyallerini ilettikten sonra gerektiği kadar hızlı kapanmıyor.
Bu durum karşısında, depresyondaki kişi en küçük önemsiz bir tetikleme ile bile bilinçaltında kayıt altına alınmış olayları tekrar tekrar yaşıyor.
-------------------------------------------------------------------------
Amigdala kontrolündeki Üst Beyin(Korteks) düşük frekanslı dalgaları çözerek sınırlı Dünyamızı ve benliğimizin oluşmasını sağlarken,
bilimin son yıllarda gerçek işlevini keşfettiği Epifiz(Pineal) ise, varlığın Dünya(sın)da algılayamayıp da soyut, bilinmeyen olarak kabullendiği Manevi dünyasını barındıran Alt Beyine ait yüksek frekanslı dalgaları çözen,

Kalp nöronları ile bağlantılı bir merkez yani bir yerde ' İnsanın Kara Kutusu '

Bu konuyu yazdır

  BAZI ŞEMPANZELER VE MAYMUNLAR TAŞ DEVRİNE GİRDİ
Yazar: Emka - 19-04-2017, Saat: 11:26 - Forum: GÜNCEL HABERLER - Yorum Yok

Üç kıtadaki bilim insanları, insanlar tarafından yapılmamış el araçları buldular ve bunu bazı şempanzelerin ve maymunların taş çağına girdiklerine dair delil olduğunu söylüyorlar.

Birkaç on yıl önceye kadar bilim insanları el aletleri kullanabilen tek türün insanlar olduğuna inanıyorlardı. Bunun artık doğru olmadığı, primatlar dahil birçok hayvanın el aletleri kullandığı, araştırmacıların sayısız örneğiyle belgelendi. Ancak genellikle primatların ve maymunların henüz taş aletleri kullanabilme kapasitelerinin olmadığı düşünülüyordu. Son on beş yılda bu iddia da çürütüldü.

Üç kıta boyunca araştırmacılar emsalsiz taş aletler keşfettiler. Bu el aletlerinin birçoğu Keops piramitiyle aynı dönemde şekillendirilmiş. Bu taş aletlerinin eksik yönleri ilkel adamınkilerle karşılaştırıldığında, bunların şempanzeler, kapuçin ve makak maymunları tarafından şekillendirildiği ortaya çıkıyor.

Max Planck Institute for Evolutionary Anthropology’deki Christophe Boesch tarafından yürütülen araştırmalarda Ivory Coast ormanından kazılan taş aletleri incelendi ve 4300 yıl önce yapılmış oldukları bulundu. Araştırmacılar, bazı taş aletlerinde şempanzelerle ilişkilendirilen önemli karakteristik özellikler belirledi. Örneğin, bazı el araçları 1 ila 9 kilogram arasındaydı, bu aralık normalde şempanzeler tarafından tercih ediliyor (antik insanlar 1kilogramdan hafif taş aletleri tercih ediyordu.). Aynı zamanda şempanzeler taş aletleri insanların yemediği türde çerezleri de açmak için kullanmış. Bu bulgular şempanzelerin en az 4300 yıldır Ivory Coast ormanında taş aletler kullandığını gösteriyor.

Bu el aletleri kaba, ayrıca bir şempanzenin veya bir maymunun taş çekicini güzellik açısından ilkel adamın el baltasıyla karşılaştırmak oldukça güç. Ama esas önemli nokta bu değil. Bu primatlar rutin olarak taşa dayalı teknoloji kullanılan bir kültür geliştirmişler. Bu da taş çağına girdiklerini gösteriyor.


151225120147_monkey_stone_tool.jpg



İlk taş aletleri ortak atalarımız mı kullandı?

Şempanzeler yaşayan en yakın akrabalarımız. Bizim gibi olmaları ve taş aletleri kullanmaları şempanze ve insan atalarının ilk taşa dayalı teknolojiyi geliştirdikleri anlamına gelebilir. University of Oxford’dan Primate Archaeology (Primarch) projesinin yöneticisi olan Michael Haslam bunun olasılık dışı olduğunu söylüyor. Eğer böyle olsaydı bütün şempanzelerin taş aletler kullanmaları gerekirdi, ancak sadece Batı Afrika’daki küçük topluluklar bunu yapıyor. Batı Afrika’daki şempanzelerin merkezdeki ve doğudaki şempanze topluluklarından ayrıldıktan sonra bu beceriyi geliştirdiklerini düşünmek daha mantıklı. Öyle görünüyor ki insan taş çağı ve Batı Afrika şempanzelerinin taş çağı birbirinden bağımsız.

Birkaç yüzyıl geriye gidildiğinde Brezilya’daki sakallı kapuçin maymunlarının taş aletler kullandığına dair raporlar olduğu görülüyor. 2004’te (1) yapılan bir araştırma da bu raporları doğrular nitelikte.

2015 yılında yayımlanan bir çalışma ise uzun kuyruklu makak maymunlarının da taş aletler kullandığını gösteriyor.

“Kapuçinler Yeni Dünya maymunları, bizden 35 milyon yıllık evrimle ayrıldılar.” diyor Haslam. “Makaklar bile 25 milyon yıl civarında.” Başka bir deyişle, Taş Çağı primatları evrim ağacında geniş bir alana dağılmış durumda, bu da teknolojiyi her birinin bağımsız olarak geliştirdiğini gösteriyor.

Mayıs 2015’te (2) Kenya’da çalışan arkeologlar atalarımızın en erken taş aletleri hakkında detaylar yayımladılar. Bu “Lomekwian”* taş aletleri 3,3 milyon yıllık birikintilerden ortaya çıkarılmış. Takımın bulduklarına göre taş işlemede şempanzeler ve maymunlarla benzer yöntemleri kullanıyorlardı. Bu, taş alet kullanan primatları çalışmanın ilkel insan davranışının doğası hakkında fikir verebileceğini gösteriyor. Ama yine de ilkel insan ile şempanzeler ve maymunlar çok farklı olduğundan sonuca varmak oldukça zor olacak.

Diğer primatlar insanlar gibi gelişebilecek mi?

Şempanzeler ve maymunlar Lomekwian taş aletlerinin ötesine geçemezken insanlar sofistike el aletleri yapmayı nasıl öğrendi? Bunun el anotomimizin daha ince ayrıntıları işlemesine olanak sağlayan evrimsel avantajı olduğunu düşünebilirsiniz. Gerçekte, 2015 (3) Temmuzunda  of George Washington University’deki Sergio Almécija tarafından yayımlanan çalışmaya göre, aksine, son birkaç milyon yılda insan elleri şempanze ellerinden daha az değişti. Şempanzeleri ve maymunları geride bırakan elleri değilse, problem beyinlerinde yatıyor olabilir diyor Almécija.

Yine de Haslam, şempanzelerin, makakların ve kapuçinlerin teknolojik limitlerine ulaşmamış olmaları olası olduğunu söylüyor. Ama kendi taş çağlarını geliştirme avantajı yakalayıp yakalayamayacakları henüz belirsiz.


“Onların popülasyonlarını dramatik şekilde daraltıyor, yaşam alanlarını imha ediyor ve onları avlıyoruz” diyor Haslam. “Küçük gruplar, büyük gruplar gibi yayılıp teknolojilerini güçlendiremezler.” Diğer bir ifadeyle şempanzelerin ve maymunların sofistike el aletleri geliştirecek becerileri olabilir ancak farklı bir grup primatın usta taş alet üreticileri olması nedeniyle potansiyellerine erişme imkanı bulamayabilirler.”

Bu konuyu yazdır

  RUHSAL KARMALAR – KRYON
Yazar: Emka - 19-04-2017, Saat: 11:00 - Forum: KRYON - Yorum Yok

Bazen yaşamınıza tümüyle yeni arkadaşlar girer ve ”KARMA” oyununuzu bırakmanızı, ya da mevcut (Eski) Sipritüel düşünüşü Reddetmenizi anlamayanlar yaşamınızdan çıkıp giderler.Onlar, “Sen artık Aile Dramıyla ilgilenmiyormusun? Hasta olmalısın!” derler.Siz Aile Dramından koptuğunuzda, “Aile Üyeleriniz” in bir çoğu yaşamınızdan çıkıp gitmiştir.Ailelerin “Karmik Kuralları” koyulmuştur ve onlara batmışken bu Kuralları görmeniz çok zordur.Bir türlü geçinemediğiniz, size rahatsızlık veren (bir) Aile Üyesinin “Öyle” Olması tasarlanmıştır ve sizin onunla tüm bu zaman boyunca “Dram Dansı” nı yapıyor olmanız bir “Rastlantı” değildir.

Şimdi siz, bu dansı bırakmayı seçebilirsiniz ve bu Aile Üyesi, dans partneri bu dansı bıraktığı için çok öfkelidir. Böylece onlar çekip giderler. Karma bu şekildedir. Kadimdir ve yavaştır. Yeni İnsan seçime sahiptir, ama bu seçimin sonuçları vardır. Şimdi sorumluluk olgusu anlaşılmalı ve geliştirilmelidir. Artık kurbanlar yoktur, kazalar yoktur, çevrenizdeki herşey için “Tam Sorumluluk” vardır. Bunlar “YENİ ANLAYIŞLAR”dır…


Spiritual_Gate_by_bureau22-680x365.jpg

Öte yandan, yaşam dersleri çok daha kişiseldirler. Yaşam dersi, karmik bir enerjiyle ilişkili olabilse de, siz karmik niteliğinizden kurtulduğunuzda da yaşam dersiniz sizinle kalır. Çünkü yaşam dersi, karmadan daha derin bir niteliktir ve bir gruba ait değil, kendi ruhunuza aittir. Yaşam dersi de tıpkı karma gibi bir yaşamdan diğerine taşınır, ama farklı bir biçimde… Karma, diğer insanlarla yaşanan durumlarla, bitmemiş işle, tamamlanacak hislerle ve bir etkileşim sistemi ile ilgilidir. Yaşam dersi ise tamamen kişiseldir ve sadece siz ile sizin hakkınızdadır. Öğrenilecek tipik yaşam dersleri altta sıralanmıştır. Şunu bilin ki, ancak öyle hissediyorsanız bunlar size ait derslerdir. Herkesin bir ya da daha fazla yaşam dersi vardır ve her insan bir örtü olarak bu dersle gelir. Bir kez insan bu dersi çözdüğünde (öğrendiğinde), bu çözüm bundan sonraki yaşama taşınır ve o dersin bir daha öğrenilmesi gerekmez…

1- Sevmeyi öğrenmek
2- Dinlemeyi öğrenmek
3- Almayı öğrenmek
4- Kendini sevmeyi öğrenmek
5- Kendi gerçeğini söylemeyi öğrenmek
6- Bir Kurban olmamayı öğrenmek
7- Kimsenin seni tanımlamasına izin vermemeyi öğrenmek
8- Kendi Üstadlığını hissetmeyi öğrenmek
9- Diğer İnsanlarla birlikte yaşamayı öğrenmek
10- Başkalarını suçlamamayı öğrenmek
11- Dualitenin dışına çıkmayı (Karmayı bırakmayı) öğrenmek
12- Başkalarından daha çok kendinle ilgilenmeyi öğrenmek
13- Burada Olmayı hak ettiğini, doğuştan kirli olmadığını öğrenmek

Bu derslerin her biri derin bir biçimde kişiseldir.Onlar aileyi, karmik bir rutini ya da bir grup enerjisini içermezler. Kişisel olarak sizindirler ve siz tıpkı karmanızla olduğu gibi, onların üzerinde de yaşamlar boyunca çalışırsınız. Ancak, bu yeni enerjide, bu derslerin hepsi çözülmek üzere masanın üzerindedir.

“Yaşam Dersi” olgusu, yakın zamana kadar kendini Karmadan ayırmamış bir olguydu. Eski Enerji, sizin alışılmış haliniz olarak görünen şeyi değiştirebileceğinizle ilgili her türlü anlayışı gizlemişti. Eğer siz, kimseyi dinlemiyorsanız, mutsuzsanız ve görünüşte diğerleriyle birlikte bir işlev yapamıyorsanız, zor biri olarak etiketlenir ve öyle görülürdünüz. Bu kadardı. Kendinizi değiştirmenin mümkün olabileceği normalde düşünülemiyordu.

Bu zamandan önceki “Yeni Çağ” uygulayıcılarının işi zordu, çünkü çok az kişi bu; “Kendini tümüyle değiştirebilme” kavramını gerçekten anlayabiliyor ve uygulayabiliyordu…

Bu konuyu yazdır