Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.
|
Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler: 3,070
» Son Üye: damon
» Toplam Konular: 2,834
» Toplam Yorumlar: 3,065
Detaylı İstatistikler
|
Kimler Çevrimiçi |
Toplam: 982 kullanıcı aktif » 0 Kayıtlı » 982 Ziyaretçi
|
Son Aktiviteler |
Sürekli Aynı Sayıyı Görüy...
Forum: MELEK MESAJLARI
Son Yorum: Stannis
03-10-2024, Saat: 18:13
» Yorumlar: 0
» Okunma: 329
|
Bize ait olmayan sahte an...
Forum: Zihin
Son Yorum: cinsiyetsiztirmavi
29-08-2024, Saat: 01:28
» Yorumlar: 0
» Okunma: 307
|
RUHLARIN YAZDIRDIĞI SÖYLE...
Forum: ENTERESAN BİLGİLER
Son Yorum: Shfz
20-08-2024, Saat: 01:26
» Yorumlar: 1
» Okunma: 62,012
|
Nuh’un Gemisi’nin Çözülem...
Forum: TARİH
Son Yorum: Emka
21-02-2024, Saat: 21:57
» Yorumlar: 3
» Okunma: 8,134
|
DEMON İSİMLERİ LİSTESİ VE...
Forum: DEMONLAR
Son Yorum: Debriyaj_Balatasi
15-02-2024, Saat: 02:30
» Yorumlar: 1
» Okunma: 25,077
|
Trabzon'da ki Majisyenler
Forum: TRABZON SPİRİTÜELLERİ
Son Yorum: koavemaji
02-02-2024, Saat: 14:11
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,007
|
11:11'in Manevi Önemi ve ...
Forum: EVRENSEL ENERJİLER
Son Yorum: zeynepbuhan
10-11-2023, Saat: 18:49
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,150
|
Sürekli Şiddetli Baş Ağrı...
Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
Son Yorum: Gümüşkurt
25-09-2023, Saat: 19:23
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,524
|
%100 Etkili Şans İlmi Hav...
Forum: BÜYÜLER
Son Yorum: Gümüşkurt
18-09-2023, Saat: 23:51
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,286
|
Baş Melek Cebrail'in ismi...
Forum: Gabriel (Cebrail)
Son Yorum: Gümüşkurt
17-09-2023, Saat: 15:38
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,173
|
|
|
Kim Bu Mormonlar? Babil’in Kayıp Çocukları mı? Amerikan Yerlilerinin Ataları mı? |
Yazar: Magnetho - 15-04-2017, Saat: 18:38 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Çeşitli vesilelerle televizyon programlarında ve belgesellerde bazen gördüğümüz ama haklarında fazla bir bilgimizin olmadığı bu Mormonlar kimlerdir?
Neye inanırlar? Nasıl yaşarlar? Dinlerinin kökenleri neye ve/veya nereye dayanmaktadır?
Mormon kelimesinin anlamı Mormon kaynak sularından, duru bir sudan (Mormon kitabı-Mosiya 18:5) geldiğine, anlamının “more good” daha iyi olmak olduğuna inanırlar.
Mormonlara göre, Mormon Kitabı, Kutsal Kitap’la karşılaştırılmaya değer, kutsal yazılardan oluşan bir kitaptır. Tanrı’nın eskiden Amerika kıtasında yaşamış olan insanlarla kurduğu ilişkilerin bir kaydıdır ve sonsuz Sevindirici Haber’in bütününü içerir.
Bu kitabın, birçok eski peygamber tarafından peygamberlik ve vahiy ruhuyla yazıldığına inanırlar. Mormonlara göre, eski peygamberlerin altın levhalara yazılmış olan sözleri Mormon adlı bir peygamber-tarihçi tarafından aktarılmış ve özetlenmiştir. Bu kayıtlar iki büyük uygarlığın kayıtlarını anlatır. Uygarlıklardan biri m.ö. 600 yılında Yeruşalayim’den-Kudüs’den gelmiş ve daha sonra Nefililer ve Lamanlılar olarak bilinen iki farklı millete ayrılmıştır. Diğer uygarlık ise çok daha önce, Rab, Babil Kulesi’ndeki halkın dilini karıştırdıktan sonra gelmiştir. Bu grup Yaredliler olarak bilinir. Binlerce yıl geçtikten sonra Lamanlılar hariç, herkes yok olmuştur. Bu insanlar Amerika kıtasındaki Kızılderililer’in asıl atalarıdır.
Mormonlara göre, Mormon Kitabı’nda kaydedilen en önemli olay, İsa ‘nın dirildikten hemen sonra Nefililer’in arasında vermiş olduğu kişisel hizmettir.
Kilise üyeleri Joseph’in Palmyra, New York yakınlarında bir tepeye, Moroni olarak bilinen bir melekten çok eski zamanlardan kalma kayıtları almak için yönlendirildiğine inanırlar.
Mormon yazdıklarını tamamladıktan sonra kayıtları oğlu Moroni’ye teslim etmiştir; o da kendisinden birkaç kelime ekleyip levhaları Kumora tepesine saklamıştır. 21 Eylül 1823 tarihinde aynı Moroni, bu kez yücelmiş ve dirilmiş bir kişi olarak Peygamber Joseph Smith’e görünür ve ona bu eski kayıtlar hakkında bilgi verir; bu kayıtların İngilizce diline çevrilmesinin Tanrı’nın isteği olduğunu bildirir.
Zamanı gelince levhalar Joseph Smith’e verilir; o da bunları Tanrı’nın verdiği armağan ve güçle tercüme eder.
Bu kayıt hakkında Peygamberleri Joseph Smith: “Kardeşlere, Mormon Kitabı’nın yeryüzündeki bütün kitapların en doğrusu ve bizim dinimizin kilit taşı olduğunu ve insanların herhangi başka bir kitaptan daha çok, bu kitabın ilkelerine uyarak Tanrı’ya daha çok yaklaşabileceklerini söyledim” demiştir.
Altın levhalara işlenmiş bu kayıt İsa zamanında Amerikan kıtasında yaşamış halkın tarihini içermektedir. Mormonlar, Amerikanın yeni vaat edilmiş topraklar olduğuna inanırlar. Kutsal Kitaplarında Amerika’dan hiçbir kralın egemen olmadığı özgür bir ülke olacak diye bahsi geçer.
Mormonların mensup oldukları kiliselerinin adı İsa Mesih’in Son Zaman Azizler Kilisesi’dir.
Bir tarikat değildirler. Joseph Smith İsa Mesih’in Son Zaman Azizleri Kilisesi’nin kurucusu ve ilk başkanıdır.
O ve beş arkadaşı Kilise’yi resmi olarak Fayette, New York’ta 6 Nisan 1830’da kurmuşlardır.
|
|
|
BİLİM TARİHİNİN EN BÜYÜK ÖRT BAS OLAYI : DROPA TAŞLARI |
Yazar: Magnetho - 15-04-2017, Saat: 18:34 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Bazı internet siteleri ve ufo kitaplarına göre en büyük bilimsel ört-bas Dropa halkının 12.000 yıl önce günümüzde Çin ve Tibet sınırında bulunan Baian Kara Ula Dağlarında yaşamış Dropa ve Ham ırklarının yaşadıklarını anlatan disk kayıtlarıdır. İnanılması imkansız bu olay bilimsel bir gerçek midir? İnsanlardan saklanan bir sır mıdır? Yoksa basit bir aldatmaca mıdır? saklı Site olarak bunu araştırdık…
İNANILMAZ KEŞİF
1938 senesinde Çinli Profesör Chi Phu Tei önderliğinde yürütülen arkeolojik keşif gezisinde Baian Kara-Ula Dağındaki mağaralarda bilinmeyen bir ırka ait mezarlar bulunmuştur.
Oldukça kırılgan olan iskeletlerin kafatasları gelişmiş ve vucutlarına göre hayli büyüktü. Önceleri maymunlara ait olduğu düşünülen bu iskeletlerin mezarlarda gömülü olması ekibe ilginç geldi. Mağara duvarlarında güneş, ay ve yıldızlara ait bir çok çizim keşfedildi.
Arkeologlar tozlu zemine saplı çok sayıda taş diski kazarak açığa çıkardılar. Plakları anımsatan dislerin ortasında bir delik ve merkezden kenarlara giden spiral ince çizgiler vardı. Sanki taş diskler günümüz plaklarını veya CDlerini anımsatıyordu.
İşin en korkunç yanı yapılan tetkiklerde diskleri yaşının 10-12 bin yıl olduğunun anlaşılmasıydı. Bilim dünyasını sarsacak bu disklerden 716 adet bulundu. 2 cm kalınlığında ve ortalama 25 santi çapındaki bu disklerin aslında uzaylı bir ırkın tarihi kayıtları olduğu 20 yıllık bir çalışma sonunda 1962 senesinde Dr. Tsum Um Nui tarafında ortaya çıkaılacaktır. Çözülen yazılarda anlatılanlar o kadar sansasyoneldi ki, Pekin Akademisi sonuçları yayınlamaı reddetti ve hatta bu buluş hiç olmamış gibi sessiz kalmayı tercih etti.
DİSKLERİN İÇERİĞİ:
Bu disklerde ne mi yazıyordu:
Taş diskler uzak bir gezegenden gelerek Dünyada mahsur kalan ve kendilerine Dropa adını verdikleri dünya-dışı bir ırkın vakarüsleriydi. Gemiler Baian Kara-Ula dağlarına düşen Dropalı gezginler mağaralar sığınarak buralarda yaşamlarını sürdürmeye başlamışlardı.
Oldukça uysal ve barışçı olan Dropalar yerli Ham kavimleri tarafında yanlış anlaşılarak düşman kabul edilmiş ve Ham insanları Dropaları avlayıp öldürmeye başlayacaklardır. Zamanla Ham kavmi ile Dropa arasında iletişim kurulacak ve bu anlamsız savaş sona erecektir.
Olay Batı basınında ilk olarak 1968 senesinde Sputnik Dergisine bir makale yazan Rus dil uzmanı Dr. Viatcheslav Zaitsev sayesinde duyulacaktır. Taşları inceleme fırsatı bulan Dr. Zaitsev bunların yüksek konsantrasyonda kobart ve ender bulunan bir kısım metaller içerdiğini anlayacaktır. Osilograf testinde taşların salınım ritmi dünyadaki hiç bir nesneye benzemediği tespit edilecektir.
Ayrıca kemikler üzerinde yapılan tetkiklerde dünyada yaşayan hiç bir ırkla akrabalık bağı kurulamamıştır. Daha sonra Daniken ve Kolosimo gibi Antik astronot Teorisyenlerinin savlarına malzeme olacak olan bu keşif unutulup gidecektir. İnternetin yaygınlaşmasıyla yeniden gündeme gelen keşif hakkında Stupnik Dergisindek makale içeriği sakız gibi tekrarlanıp duracaktır.
Ta ki 1974’te, Avusturyalı mühendis Ernst Wegerer’in Xian’daki Banpo Müzesine bu disklerden ikisini getirdiği açıklanana kadar yeni bir bilgi bulunmayacaktır. Wegerer disklerin 4 adet fotoğrafını çekmiştir.Müze yetkilileri diskleri teşhir etmeyi reddetmiş ve gelen araştırmacılara da kaybolduğunu veya tahrip olduğunu söylemişlerdir.
İçinde çok sayıda Türkçe internet sitelerinin bazı yazılarında söylediği gibi bu “tarihin en büyük ört-bas olayı” mıydı. Yoksa farklı bir şeyler mi vardı?
EFSANE BÖYLE BAŞLADI:
1962 senesinde Alman Das Vegetarische Universum (Vejeteryan Kainat) ismli derginde Çin ve Tibet arasındaki bölgede bulunan uzaylılara ait disklerden bahsetmiştir. Makalenin yazarı Reinhardt Wegemann şunları söylüyordu;
“Tibetle Çin sınırları arasından bulunan Baian Kara Ula Dağlarındaki bölgede çok sayıda mağara vardır. 25 yıl önce burada üzerlerinde garip hiyeroglifler yazılı tabletler bulundu. Binlerce yıl önce sert kayadan tabletler üzerine henüz bilinmeyen bir metodla bu yazılar kazınmıştır”
1964 senesinde aynı içerkli yazı bu kez Alman UFO dergisi UFO-Nachrichten’de yayınlanacaktır.Böylece Dropa efsanesi Batı basında meşhur olacaktır. Almanca makale bu kez Rus Dergisi Neman’da yayınlacak ve efsanenin anavatanı 1968’de öğrenecektir! Böylece aynı içerikli yazı sadce ırkın adı Dzopa,Dhzopa, Dzohpa, Dhropa, Dropa şeklinde değiştirilerek yayınlanmaya ve başkaca ülkelerin medyasında da duyulmaya başlanacaktır.
YALANCILAR KADAR ŞÜPHECİLER, İNANANLAR KADAR ARAŞTIRANLAR DA VAR:
Bu haberle ilgili ilk şüpheler 1973 senesinde meşhur “Flying Saucer Review” dergisi direktörü Gordon Creighton tarafından sorgulanmaya başlanacaktır. G. Creighton yaptığı araştırmada 1938 senesinde, öncesinde ve sonrasında Baian Kara Ula Dağlarında keşif yapıldığına dair hiç bir kayıt bulamayacaktır.Ayrıca Prof. Chi Pu Tei isminda hiç bir Çinli profesör olmadığını açığa çıkaracaktır.Tsum Um Nui veya onun raporuna ulaşmaya çalışacaksa da başarılı olamayacaktır.
1979 senesinde Sungod in Exile isimli kitabında David Agamon tarafında yazılan keşfe ilişkin yazı ve resimlerin de birer aldatmaca olduğu Fortean Times isimli meşhur İngiliz dergisi tarafında ortaya çıkarılacaktır.
Kısacası Dropa Efsanesi tamamen hayal-ürünüdür. Yukarıda anlatılan olayıların olduğuna dair kaynağı belli olmayan bir kaç asparagas dergi makalesi ve ne olduğu belli olmayan bir kaç disk resmi dışında hiç bir ciddi ve bilimsel kayıt bulunmamaktadır. Olayıda bahsi geçen isimlerde sahıslar bulunmamakta, ortada da maddi hiç bir delil bulunmadığı gibi inandırıcılıkta uzak bir şehir efsanesi dışında tek sayfa yazı da yoktur. Olayı açığa çıkaran iki profesör düşünün ki, tek bir bilimsel çalışmada adı geçmeden bu ünvanı kazanmış olsunlar ve hiç bir üniversitede çalışmıyor olsunlar…
Öyküde mantık hataları da çoktur. Örneğin;
Uzay gemisi ile dağa düşen uzaylılar neden koca koca taşları oysunlar. Böylesi ileri bir teknoloji sahibi ırk niye daha kolay bir yol seçmemiştir?
Kendilerine düşman bir dünyaya neden kayıt bıraksınlar?
Bir çok eski medeniyetin yazısı çözülemezken bu yazı nasıl okunabilmiştir. Eski yazıların çözümünde Rosetta Taşı denilen bir metod kullanılır. Bu metodta okunamayan yazı okunabilen yazılarla karşılaştırılır. Uzaylı dilini içeren bu yazılar hangi okunabilmiş dünya-dışı yazılarla karşılaştırılmlştır?
Diskler, kemikler nerededir? Saklandıkları kabul edilse de mağaralar hala yerinde duruyor. Niçin gidilip yeri bulgular aranmamıştır.
Taşlar ortada yokken Rus Dr. Zaitsev nasıl tetkik yapabilmiştir?
Niçin kaynaklarda 23 cmlik Kaşar Peyniri Tekeri çapında olduğu yazılan diskler resimlerde Değirmen Tekeri iriliğindedirler?
İnternette dolaşan Dropalılara ait fotografı 12.000 yıl önce hangi medya fotografçısı çekmişti (Bu doğru ise taşlarda daha önemli bir ört-bas var demektir)
En iyisi Dropaları Gar-dropa kaldırmak ve gerçek bir öykü gibi ballandıra ballandıra anlatmaktan vazgeçmek.
Kaynak: saklısite
|
|
|
KENDİNİ YENİDEN YARATMA |
Yazar: canankiraz - 15-04-2017, Saat: 18:27 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
|
Kendini bulmak diye çok bahsedilir. Önemli bir aşama olmakla birlikte, bir sonraki aşamayı yani kendini gerçekleştirme aşamasını yaşamazsanız pek bir önemi yoktur.
Kendi durumumuzun farkına varmak önemlidir. Farkına varmak, objektif olarak içinde bulunduğumuz düşünce durumunun ne olduğunu anlamaktır. Kendimizi zannettiğimiz gibi değil de, bağımsız üçüncü bir gözlemcinin tam olarak ne, nasıl ve neden öyle olduğumuzu anlaması gibidir.
İçinde bulunduğunuz durumu anlamak, onu düzeltebilmek için bir fırsat yakalamanızı sağlayabilir.
Kendini anlamanın önemli bir avantajı, olumsuz olan yönlerimizi düzeltebilmek için bize imkan sağlamasıdır. İçinde bulunduğumuz durumun farkına varırsak onu düzeltme gücünü elde ederiz.
“İyi bir insanı, daha iyi biri yapma” da diyebileceğimiz kendini yeniden yaratma kavramı, işte budur.
Tabi kendini yeniden yaratırken çevremizde gördüğümüz ve kimyamıza uymayan bir metamorfozdan bahsetmiyorum. Köpeklere özenip, onlar gibi olmaya çalışan bir koyunun gülünç durumuna düşmemek lazım.
İşe nereden başlamalı?
Kendini yeniden yaratmak, aslında oldukça planlı bir iştir. Böyle bir işe başlamadan önce, elinizde bir taslak bulunmalıdır. Granit bir bloka rastgele vurduğunuz keski darbeleri ile bir eser meydana getiremezsiniz. Sadece parçalanmış bir taş yığını ortaya çıkar. Bir planlama ve hedef bu nedenle gereklidir.
Taş blokunu gördüğünüzde ona vereceğiniz şekli zihninizde planlamalı ve hedefiniz olan mükemmel esere ulaşmak için de, her darbesi ustalıkla ayarlanmış vuruşlar yapmalısınız. Son darbeye kadar ortaya çıkacak eser tamamlanmamıştır. Üstelik son darbede oluşturabileceğiniz bir çatlak ile tüm çabanız boşa gidebilir. Zor mu görünüyor? Olabilir bu İnsanlığı asırlar boyunca harikulade heykeller yapmaktan alıkoymamıştır. Yani yapılabilir.
Aynı şekilde kendinizi yeniden yaratmada önünüzde zorluklar olabilir ve başarısızlıklarla yüz yüze gelebilirsiniz. Bu gibi durumlarda vazgeçmek kaybetmenize yol açacaktır. Bu nedenle hedefinizden asla vazgeçmemelisiniz.
Hiç bir zaman erişilemeyecek de olsa mükemmelik iyi bir hedeftir.
Kendini yeniden yaratmada nihai bir hedef bulunsa da bu aslında hiç bir zaman gerçekleşmeyecek hayali bir hedeftir. Dikkat edilirse, mükemmel bir heykelin bile pek çok hatası bulunabilir. Kendini yeniden yaratmış bireyde de hatalar, aksamalar olacaktır. Ancak başlangıç haliyle karşılaştırıldığında alınan yol ortaya çıkabilir.
Örneğin günü yaşayan, zamanın bile pek farkında olmadan ve kendini geliştirmeyen, öğrenmeyen, pek düşünmeyen bir birey ile kendini yeniden yaratmış, kendinin, toplumun, dünyanın ve evrenin farkında olan bir bireyin arasında önemli bir fark vardır.
İyi bir insan ile daha iyi bir insan arasındaki fark gibi. İyi bir insanın daha iyi bir insan olmak gibi hedefe ulaşmak için çabalaması anlamsız gelebilir. Zaten kendisinin farkında olan ve bu nedenle de iyi olan biri amacına çoktan ulaştığını düşünebilir. Kendini yeniden yaratmayı beceren ve daha iyi biri olan ise aradaki farkı ve gelişmeyi anlayabilecek olan bireydir.
|
|
|
UZUN YAŞAMAK İÇİN NELER YAPMALIYIZ? |
Yazar: canankiraz - 15-04-2017, Saat: 18:23 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
|
Uzun yaşayan insanlara mikrofon, kamera uzatılır, ne yeyip içtiği, nerede yaşadığı sorulur. Standart gündem boşluğundan dolayı habersiz kalmış gazeteci taktiğidir. Böyle şeyler çok okunup izlenir. Kim uzun yaşamak istemez ki?
Genellikle cevaplar da şaşırtıcı olur. Kimi günde 2 paket cıgara içmektedir. Kimi tereyağı, kuyruk yağı yemektedir.
Bir kişi de çıkıp demez: “Yahu, galiba bu işin sırrı pek yediğinde, içtiğinde değil!” diye. Peki adama ya da kadına sorsanıza; hiç derdin var mı diye?
1- İnsan kendini tanımalı. En azından hangi organın ne işe yarayıp, ne yaptığını bilmeli. Hala birine aşık olunca; bu işin sorumlusunu yürek sananlar yok mu? Ağaçlara kazınmış beyin şekli içinde iki harf gördünüz mü hiç? Oysa kalp sadece pompadır. Gönül işlerine de beyin bakar. Düşünce işlerininin sorumlusu beyindir.
2- Psikiyatri Hekimleri’ne gidin. İnsanın sağlık sorunu olması normaldir. Kimi sağlık sorunlarının asıl sorumlusu yine beyniniz olabilir. Özellikle durup dururken oranızda buranızda garip sağlık sorunları oluyorsa ilgili hekim yanında bir de Psikiyatri doktoru ya da en azından bir Psikolog ile görüşseniz belki de sağlık sorununuzu çözebilirsiniz.
3- Söylenenleri, okuduklarınızı düşünce süzgecinizden geçirin. Örneğin hep önerilen, stresten uzak durmanızdır. Oysa uygun tepkileri verseniz, stres metabolizmanızı hızlandırıp, genç kalmanızı bile sağlayabilir. Ancak bir de buna ufak bir ruhsal bozukluk eşlik ediyorsa, bedensel tahribat ve kısa bir ömür kaçınılmaz olabilir.
4- Çevrenizdeki insanlar sizi çok mu yıpratır? Eğer onlarla başa çıkamıyorsanız tabi ki çevrenizdekiler sizi yıpratırlar. Eğer çevrenizdekiler nedeniyle sağlığınız bozuluyorsa; farklı bir çevre ya da işe geçmeniz işe yaramaz. Orada da aynı durum ile karşılaşırsınız. Sorunu, illa başkalarında arayacaksanız, aynaya baktığınızda karşınızda gördüğünüz kişide arayın.
5- Ağlamak aslında uzun dönemli rahatlama sağlamaz. Kısa sürede bir rahatlama verdiği bilinen ağlamak, uzun dönemde kendine acıyan, acı çeken, daha kötüsü böyle yaşamayı normal sanan bir ruh haline neden olabilir. Mutsuz olup kendinizi üzmek. Vücudunuzun savunma sisteminin dengesini bozarsa sağlığınız için tehlike çanları hareketlenmiş demektir.
6- İyi biri olmak kendiniz için yararlıdır. İyi biri olmak bir zihinsel durumdur. Mistik, ideolojik ya da dinsel öğretileri içselleştirmediğinizde (yine kullandım o kelimeyi ?? şekilsel olarak iyi biri olsanız da çelişkiler yaşayarak ömrünüzü uzatamazsınız. Öncelikle var olan durumunuzu kabullenin. Kimse mutlak iyi ya da kötü olamaz. Bulunduğunuz durumu iyi, kötü bilirseniz daha iyi biri olmak için gerekenleri yapabilirsiniz. İyi olmanın verdiği iç huzuru ve dinginlik ömrünüze ömür katar.
7- Vurdumduymazlık kimi zaman iyidir. Televizyonda gördüğünüz bir haber için aşırı tepkiler mi veriyorsunuz? Tanımadığınız birinin kötü hali sizi çok mu üzebiliyor. Bir yakınınız hastalandığında onun yerinde hatta daha beter mi olmak istiyorsunuz? Yapmayın! Böyle davranışlarla çevrenizdekilere faydalı değil yük olursunuz. Sizin de sağlığınız bozulduğunda ne kendinize ne çevrenize faydası olur. Olanı kısa sürede kabullenmek ve sonraki adımları planlayıp gerçekleştirmek yani yolunuza devam etmek yapılabilecek en akıllıca şeydir. Yani bir tür bilinçli vurdumduymazlık ömrünüzü uzatabilir. Dikkat bundan kesinlikle her şeyi içe atıp sakin görünmeye çalışmak anlaşılmasın. Sabır taşı bile böyle durumlarda çatlar.
8- Tıp doktorları daha sorumlu davranabilir mi? Evet başlarını yoğun iş yükünden kaldırabilirlerse belki. Kendilerine sağlık sorunu ile gelen kişilere sorulabilecek akıllıca bir kaç ek soru sonunda bir ruh doktoruna sevk ile belki de asıl sorun çözülebilir.
|
|
|
İNSAN İKİ KERE DOĞAR |
Yazar: Magnetho - 15-04-2017, Saat: 18:14 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
|
“Gözünü açıyorsun doğdu diyorlar, gözünü kapatıyorsun öldü diyorlar. Bu göz kırpışa ömür diyorlar.”
“Kitaplardan önce kendimizi okumaya çalışalım.” Hz.Mevlana
Hayat dediğin nedir ki kısacık bir zaman dilimi. Doğum ile ölüm arasında geçen bir anlık saman alevi.
Etten ve kemikten oluşan insan, akıl, beden ve ruha da sahip bir varlık. Bu üçleme (trinite) insanı anlamanın başlangıcı.
Binlerce yıl önce yazılmış olan kadim Hint destanı “Mahabharata”nın bir parçası olan ve “Tanrının Ezgisi” anlamına gelen “Bhagavad Gita”da bahsedildiği gibi “Bireysel BEN maddi beden arabasındaki sürücüdür”. Yani, başka bir deyişle beden ruhun kılıfıdır ya da arabası.
Herkes bu hayata anne karnında geçen o mucizevi doğum süreci ile doğar…
Doğar, çünkü her yaratılan varlık gibi bir görevi, bir amacı, bir sınavı, yaşaması gereken bir kaderi vardır…
Doğar, çünkü bir hayali gerçekleştirecektir…
Doğar, çünkü deneyimlemesi gereklidir.
Doğar, çünkü tekamül bir gerekliliktir.
Herkes doğar ve nefes alır, ancak çok az insan gerçekten yaşar. Her doğana insan diyemeyiz.
Hz. Mevlana çok güzel özetlemiş “ne insanlar gördüm üstünde kıyafeti yok, ne kıyafetler gördüm içinde insan yok”.
Peki zeka ile donatılmış, düşünen bir insan olarak doğmak kişiyi neden insan yapmıyor?
Çünkü bize bahşedilen bu zeka sadece Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ndeki ilk 2 basamağın ihtiyaçlarını karşılamak için bize verilmedi. Her birikim, her kazanım bir sorumluluk. Bilen bilmeyenden sorumlu, oysa cehalet sorumluluk yok demek.
İnsan sahip olduğu zeka ile kendi hayatının efendisi olmak, kendini bulmak ve sonra bilmek ve ışığı çevresinde yaymakla yükümlü. Kısaca her şey iyi bir ahlak ile başlıyor ve bunu adalet ve edep takip ediyor.
Tasavvuf’ta Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak geçen insan bu makama biyolojik olarak doğunca oturamıyor. Kendi kişilik maskelerini (personalar) birer birer bularak bunlardan kurtulan insan bir “anka kuşu” olarak yeniden doğmadıkça hakiki insan olamaz. Kendi varlığında yok olmadıkça “halifetullah” makamına oturamaz.
Tasavvuf ehlinin “fenafillah” dediği şey insanın kendi küllerinden yeniden doğmasıdır. Tırtılın kelebeğe dönüşmesi sürecidir bu. Bu “ölmeden önce ölmek”tir ki, bu da insanın yaşarken kendi nefsini kurban etmesi, nefsini terbiye ederek dönüştürmesidir. O zaman nefs, “müttefik nefs” olur. O zaman nefs, nefis olur.
Bu yüzden “hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz”. Ancak bunu yapan ve tamamlayan tırtıl kelebeğe dönüşebilir.
Doğum ve ölüm arasındaki o kozmik göz kırpışta bu yüzden insan 2 defa doğar. Önce biyolojik olarak doğar, sonra içindeki özü farkedip onu ortaya çıkartınca, kendinden bir mana çocuğu doğar ve tırtıl kelebeğe dönüşüp uçar gider. Uçan kelebeğin arkasından bakan diğer tırtıllar da kendi içlerinde kış uykusuna yatan o muhteşem görkem ve potansiyeli bilmeden “ne güzel” der ve yapraklarının üstünde sürünmeye devam ederler.
|
|
|
GEÇMİŞİNİZİ GELECEĞİNİZ BELİRLER |
Yazar: Spiritüeller - 14-04-2017, Saat: 18:51 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Dün gece tesadüfen bir kuantum fiziği makalesi okudum. Önce bizim iyi bildiğimiz gözlemci konusunu yani çifte yarık deneyini anlattı. Özeti şu, siz tek bir yarık açıp oraya ışığı yansıttığınızda, arkadaki panoda ince bir yarık beliriyor. Ama iki yarık açıp ışığı yansıttığınızda iki yarık değil, 7-8 civarı yarık beliriyor. Çünkü ışık partikülleri birbirini kesiyor ve ortaya ışığın dalgalar şeklinde yayılımı çıkıyor. Ama ne zaman bir gözlemci giriyor devreye, o zaman iki ince yarık şeklinde beliriyor arkada ışık. Yani gözlemci, dalgaları, maddeye dönüştürüyor. Yani bizler, dalgaları maddeye dönüştürüyoruz.
Sonra “Quantum eraser” adında daha da manyak bir deneye rastladım. Deneyi anlatmam zor çünkü karışık geldi bana ama ulaştıkları sonuç, muazzam. Bu deneyin birinci sonucu, zaman diye bir şey yok, tamamıyla bir illüzyon. Kuantum evreninde akıp giden bir zaman yok. Dünyada yaşadığımız zaman da dediğim gibi sadece bir illüzyondan ibaret. smile ifade simgesi Yani adamlar “zaman yoktur, illüzyondur”u deneyle ispatlamışlar.
Deneyin ikinci sonucu ise bomba: Geçmişinizi, geleceğiniz belirler. Yani bizim bugün yaptığımız her şey ama her şey, geçmişi de etkiliyor. Bu ne anlama geliyor? Hani aile dizimleri, regresyon çalışmaları, ışık köprüleri vb. çalışmalar yapıyoruz ya. Bu yaptığımız çalışmaların geçmişimizi de şifalandırdığını söyleriz hep.
Realite değişiyor çünkü. Mesela benim annemle ilgili tıkanıklığımı çözmem 39 yaşımdan itibaren geriye dönük olarak Hasan’ın yaşadığı tüm deneyimi şifalandırıyor ve mesela şu anda 6 yaşındaki Hasan, daha rahat hissediyor kendini, daha huzurlu. Evet, geçmişte kalmış gibi o ama yaşadığım tüm deneyimler evrende mevcut ve birbirini etkiliyor. 6 yaşındaki Hasan’ın hissettiği sıkıntı buraya vuruyor. Belki o, o yaşında bunu çözemez ama ben bunu çözdüğümde o da rahatlıyor. Keza aile sergilerinde yaptığımız şifalandırmalar, tüm atalarımızı rahatlatıyor deriz hep.
Sadece bu mu? Artık tamamladığımız karmalar da o hayatlardaki bizleri rahatlatıyor.
Mesela benim bu hayatımda tamamladığım ama başlangıcı Bizans olan bir aşk hikayem var. Yarıda kalmış. Bundan 10 sene önce tamamladık ve şifalandığını hissettim. Şimdi benim Bizans’taki parçam da bunu hissediyor. Çünkü ruhun yaşadığı tüm enkarnasyonlar birbirine bağlı. Yani ben mesela 900 hayat yaşadıysam bu gezegende, hepsi tek bir zaman diliminde, aynı anda yaşanıyor ve tüm hayatlar birbirini etkiliyor. Ben bir tıkanıklığı açtığımda, bundan tüm parçalar etkileniyor. Peki o zaman ne oluyor? Ruhu daha yoğun hissetmeye başlıyor parçalar. Bu ne demek, nereye kadar gidecek bu? En sonunda tamamen ruhla bütünleşecek kıvama geleceğiz ve tekamül tamamlanmış olacak. Yani tekamül, yani ruhsal gelişim lineer değil. Çok daha karmaşık ve bir o kadar sade gidiyor… Tekamül bittiğinde ne olacak sorusunun yanıtı ise: Yolculuk tamamlanmış olacak. Sayısız deneyim ve hikayeyle dönmüş olacağız kaynağa. Tıpkı yurtdışında gezip gelmek gibi…
Velhasıl kelam, bu deneyin sonucu tüm bunları ispatlayacak kaynağı veriyor. Ama bu iş burada bitmez öyle söyleyeyim. Daha da geniş açılımları olur ki bu deney daha yeni, yanlış anlamadıysam 2012’de tamamlanmış. Kuantum Fiziğinin 101 sınıfında anmış birisi. Yani daha başlangıç seviyelerindeyiz. Zaten bir fizikçi şunu demiş: Kuantum fiziğini en bilen kişi bile, 32 ciltlik ansiklopedinin başına konmuş ince indeks fasikülü kadarını bilebilir. Malum yaradılışın fiziği bu…
|
|
|
GÖKYÜZÜNDEKİ KENTLER |
Yazar: Spiritüeller - 14-04-2017, Saat: 18:47 - Forum: BİLGİ PAYLAŞIMI
- Yorum Yok
|
|
Zaman zaman ufukta bilinmeyen kentlerin görüntülerinin belirdiği bir çok eski kayıtta anlatılmaktadır. Halen çözülemeyen bu sır insanın hayal ürünü müdür yoksa zaman içinde bir yansıma mıdır? Bilinmez. Belki de başka boyutlara açılan kapıdan sızan bir imajdır. Kimbilir!
İngiliz Bilim Cemiyetinin yayın organı olan Transactions ‘da 1847 tarihinde Dr. D. P. Thomson 27 Eylül 1846 günü öğlen saat 3 sıralarında Liverpool Hayvanat Bahçesinde Edinburg kentinin panoramik bir modelinin gözlemlendiğini bildirmektedir. Edinburg Liverpool ‘un yaklaşık 325 km. kuzeyindedir. Dergiye göre “Birkenhead’daki Büyük Parkta oturan iki kişi Liverpool üzerinde bulutlar arasında yükselen Edinburg ‘un görüntüsünü yaklaşık kırk dakika izlemişlerdir”.
Londra Times gazetesine göre 28 Temmuz 1846 tarihinde saat sabah 3:30 sularında Stralsund yakınlarında bir başka mucize görüntü oluşmuştu. Baltık kıyılarından kısa bir yürüyüş mesafesi kadar uzaklıkta bulunan Rugen Adası üzerinde Stalsund kentinin mavi soluk hayali 15 dakika kadar gözlemlenmiştir. Görüntü o kadar netti ki, Gotik St. Mary kilisesinin ön yüzü kolayca seçilmekteydi.
Amerikalı maden arayıcısı Willoughby, Alaska-Yukon sınırında bululan Fairweather Dağı yakınlarında her yaz bir kentin gökyüzünde belirdiğini yerlilerden duyduğunu bildirmiştir. Willoughby 1887 senesinde bu mucizeye tanıklık yaptığını söylemiş ve olayın doğruluğunu kanıtlamak için bir resim sunmuştur. 1889 yılında New York Times Willoughby’ın fotoğrafındaki kentin İngiltere’deki Bristol olduğunu açıklamıştır. Hikaye ve fotoğraf Madenci Bruce’un Alaska adlı kitabının sonraki basımlarında yayınlanacaktır.
Alexander Badlam’ın Wonders of Alaska – Alaska’nın Harikaları adlı kitabında başka iki şehrin Muir Glacier üzerinde görüldüğünden bahsedilir. Badlam Willoughby’ın Bristol’a ait olduğu kabul edilen ve açık bir şekilde kilise ve evlerin ön cephelerinin görüldüğü resmini yeniden bastırdı. Bunun yanında Afrika veya Asya’ya ait buzullar üzerinde ikinci bir şehir resmi eklenmişti. Badlam, fotoğrafı çeken kişinin cıva tavasına yerleştirdiği bir kamera ile mucizeyi görüntüleyebildiğini ve kentin körfez sularına battığına inanıldığını belirtir. Üçüncü şehir bir fotoğrafa bakılarak çizilmiş bir taslaktı ki, silik olarak görülen kule ve kilise bacalarının sivriliğinden Fata Morgana veya Messina körfezine ait olduğu kanısı uyandırmaktaydı.
Badlam”ın yenilip yutulması zor uçuk öyküleri içinde bulunan gökyüzünde görülen kente dair olanları başka tanıklar tarafından da tekrarlanacaktır.Bunlardan biri St. Elias Dağı Dük d’Abruzzi Keşif Gezisi üyesi olan C.W.Thornton, madenci Bruce ‘a 1887 yazında böyle bir kenti kendinin de gördüğü anlattı. L.B. French 1889 senesinde New York Times gazetesinde çıkan Fairweather Dağı yakınlarında içindeki evler, sokaklar, geniş binalar ve hatta cami ve kiliselerin görüldüğü kente dair haberlerinden alıntılar yapar. Londra ‘nın haftalık Times ve Echo gazeteleri 1897 senesinde “Yukon Goldfields” da gökte bir kent görüldüğü haberini şöyle yazar; “…Kuzey Kutbunun öte tarafında bilinmeyen bir ülkeye ait bir kent olsun veya olmasın yıl içinde zaman zaman açığa çıkan bu mucizeyi gören tek bizler olamazdık”.
Benzer bir fenomen İrlanda’da gerçekleşti. Peri kaleler veya “Duna Feadhreagh” görüldüğü uzun süredir rapor edilmektedir. Antrim, Donegal ve Waterford kıyılarında büyüleyici adalar denizden göğe doğru uzanarak görülürler.
Connaught’un Tarihçesinde 1684 senesi kayıtlarında şunlar yazılmaktadır; “Arran’ın batısında büyük bir kayalıkada vardır. Bazen uzaklarda; içinde atları, kaleleri,kuleleri ve bacaları ile bir kent silueti görülür. Bazen bu bacalardan dumanlar tüter ve kentte sağa sola giden insanlar seçilebilir. Bazen de yelken ve gövdeleriyle birkaç gemiden başka bir şey görülmez.”
1817 yılında Rathlin’de her sekiz yılda bir denizden yükselerek dışarı çıkan yeşil bir adanın görüldüğüne inanılırdı. Dikkatlice bakıldığında ada içerisinde mücadele eden insanlar görülmekteydi.
Youghal’da 1797 yılı ekim ayında hareket eden bir kent görüldü. Haziran 1801 debilinmeyen bir kent evleri ve arkasında ormanı ile belirdi.
Dr. Thomas Introduction to Meteorology-Meteolojiye Giriş adlı eseirnde 1833 Haziranında okyanus açıklarında Portbalintrea’da gittikçe yükselen hayalet bir kent gördüğünü yazmaktadır. Seçkin jeolojist Sir Charles Lyell, Kuzey Amerika’yı ikinci ziyareti sırasında Ontario Gölü üzerinde gökte Toronto kentinin görüntüsünü seyrettiğini yazmaktadır.
Gökyüzünde sadece hayalet kentler değil; ordular, gemiler görüldüğüne dair detaylı bilgiler bulunmaktadır. Bu fenomen hava şartlarının insanı yanıltan görüntüler üretmesinden çok daha detaylı ve bilinmeyen bir gücün etkisiyle açığa çıktığı düşünülmelidir.
İngiliz bilim dergisi Nature ‘de 1882 Mayısında Alaska ve İrlanda efsanelerinde geçenlere bezer mucizelerden bahsedilmektedir;
İsveç’in güneyinde sıklıkla görülen bir olay dikkate değerdir. Bize zaman zaman yüksek binalar, şehirler ve kaleleri ile hareket eden nesnelerin görüntülerinin gökte saatlerce gözlemlendiği anlatıldı. Ve gene öğrendiğimize göre benzer görsel doğa olayları geçen hafta Orsa gölü üzerinde seyredilmişti. Çok sayıda gemi silueti sanki uçarcasına göl üzerinde hareket etmekteymiş. Hatta bacalarından duman tütmekteymiş. Manzara değişmeye başlayınca araçlar gölde üzerinde az sayıda bitki bululan bir ada görüntüsüne dönüşmüş. Daha sonra manzara ince bir sis gibi dağılmış. Bu olay saat 4 den 7 ye kadar sürmüştür. Seyredilmeye değer bir manzara oluşmuştur.
|
|
|
GERÇEK BEN |
Yazar: Spiritüeller - 14-04-2017, Saat: 17:22 - Forum: KİŞİSEL GELİŞİM
- Yorum Yok
|
|
Kendini mutlu olarak tanımladığında, mutsuzlukla da tanışacaksın.
Kendini huzurlu olarak tanımladığında, huzursuzluk da sana cee yapacak.
Kendini cesur olarak tanımladığında, en sıkı korkular sana koşarak gelecek.
Kendini pozitif diye tanımladığında negatif, aydınlık diye tanımladığında da karanlıkla tanışacaksın.
Hele kendini iyi diye tanımlarsan, içindeki kötünün nasıl ortaya çıktığına şaşacaksın…
Ve ne zaman kendini tanımladığının tam da zıddıyla tanışacaksın; işte o zaman karşına iki seçecek çıkacak:
Ya benim kadar zeki bir adam, nasıl olur da böyle salaklıklar yapabilir diye kendini döveceksin içsel dünyanda.
Ya da çok uzun yıllar ve hatta belki yüz belki de binlerce yıl üstteki seçimi yaptıktan sonra, kendini olduğun gibi kabul etme olgunluğuna erişeceksin. Daha önce ham iken, pişmen için defalarca kez yaşayacaksın bu durumu ve evren de seni pişirmek için emin ol en zorlayıcı görünen ama harikulade dersleri yollayacak…
Ve ne zaman güzel olduğun kadar da çirkin, akıllı olduğun kadar aptal, aydınlık olabildiğin kadar karanlık, iyi olabildiğin kadar kötü, sakin olabildiğin kadar sinirli, pozitif olabildiğin kadar negatif olduğunu… kabulleneceksin; işte o zaman tüm zıtlıklar sen de birleşecek. Birleşecek ve birbirlerini nötrleyecek…
İşte o zaman sen kendi aslınla, tüm tanımlamaların ötesindeki gerçek Benliğinle tanışacaksın… Hiçbir kelimeyle tanımlanamayan; ama her şeyi barındıran ve kucaklayabilen o varlıkla…
İşte o zaman “Kendini Tanıma Yolculuğu”; “BENi Yaşama Yolculuğu”na dönüşmeye başlayacak…
Zıtlıkların birleşip birbirlerini nötrledikleri ve tüm tanımların ötesindeki o noktada…
Gerçek BENlik bizi işte orada bekliyor…
Sonsuz bir sabırla…
|
|
|
YEDİ UYURLAR GİZEMİ |
Yazar: Spiritüeller - 14-04-2017, Saat: 17:19 - Forum: ENTERESAN BİLGİLER
- Yorum Yok
|
|
Hristiyan ve müslüman anlatıları içinde belki de en ilgi çekicisi Yedi Uyurlara ait olanıdır. Hikaye kendi içinde bir gizemi saklamaktadır. Kulağa hoş gelen bu anlatının arkasındaki gerçek neydi?
Hıristiyanlığın Roma Devleti içine iyice yayılmaya başladığı sıralarda yedi Romalı askerin başından geçen ve “Yedi Uyurlar-Seven Sleepers” olarak bilinen bir anlatı hem Hıristiyanlık ve hem de Müslümanlık inanışlarında ölümden sonra dirilişe örnek olarak anlatılmaktadır. İslam dininde “Eshab-ı Kehf – Mağara İnsanları” olarak bilinen bu efsaneden Kehf süresi söz etmektedir.
M.S. 67 yılında Efes kentine gelen İsa’nın havarilerinden Aziz Paulus, üç buçuk yıl burada Hıristiyanlığı yaymak için mücadele etmiştir. Önceleri Romalı yöneticiler bu dinin yayılmasına aldırış etmemişler ve kendileri için tehlikeli bulmamışlarsa da, gittikçe yaygınlaşması ve kitlelere mal olası Romalıları korkutmaya başlamıştır. 249 yılında başa geçen İmparator Decius, devletinin birliğini tehlikede görerek bu yeni dinin taraftarlarına karşı şiddet ve baskı devrini başlatacaktır. Öncelikle bu dini gizli bir örgütleme; devlet birliğini bozmaya yönelik bir suikast girişimi olarak kabul ederek yeni Hıristiyanları ağır bir biçimde cezalandırmak için elinden geleni yapmaya başladı. Artık Roma dininin gereklerinin yerine getirilip getirilmediği sık bir biçimde takip ediliyordu. Bu yükümlülüklerden kaçınanlar derhal cezalandırılıyorlardı. Roma mahkemeleri Hıristiyanları sorgusuz sualsiz yargılayarak mahkum ediyor, işkence uygulamalarına göz yumuluyordu. Bir yandan da Hıristiyanlıktan dönenler “liberlus” denilen bir resmi belge ile bazı ayrıcalıkla tanınarak ödüllendiriliyor ve teşvik ediliyordu.
İşte tam bu sırada Efes kentinde yaşayan altı genç artık dayanılmaz olan bu baskıdan kaçarak dağlara sığınmaya; dinlerinin gereğini olan ibadetlerini burada her türlü baskıdan uzakta gerçekleştirmeye karar verdiler. Bir Ağustos günü kentten gizlice ayrılarak yola koyuldular. Sığınacak bir yer aramaya başladılar. Tam bu sırada karşılarına bir çoban denk geldi. Çobana dertlerini anlattılar. Kendisi de Hıristiyan olmuş ve baskıdan bıkmış olan çoban “- Eğer beni de aranıza alırsanız, bildiğim bir mağara var sizi oraya götürürüm” dedi. Çobanın yanındaki Kıtmir imindeki köpek de gruba katılarak mağaraya doğru yürümeye başladılar. Ne kadar köpeği kovdularsa da, köpek bir türlü yanlarından ayrılmak istemedi. Böylece yanlarında köpek ile birlikte yedi genç mağaraya ulaştılar.
Mağarada uykuya daldılar. Böylece İmparatorun bir ferman ile ilan ettiği Putperest Kurban törenine katılmaktan kurtulmuşlardı. Ama Romalı askerler de bu arada boş durmayacaklardır. Her ihtimale karşı Hıristiyanlar törenden kaçmasınlar diye gördükleri her mağaranın ağzını taşlarla kapatacaklardır. Böylece uyur halde bulunan gençler ve köpek mağara içerisinde kapalı kalacaklardır.
Yedi Uyurların ne kadar süre ile mağarada uyur vaziyette kaldıkları bilinmemekle birlikte Kur’anın Kehf süresinin 25 nci ayetinde 309 sene olduğu söylenmektedir. Hıristiyan tradisyonları ise 200 sene uyuduklarını iddia etmektedir.
Bu süre içinde İmparator ölmüş, Hıristiyanlar üzerindeki baskı kalkmış, herkes yeni dini geliştirmenin yollarını armaya başlamıştır. Gençler bir sonbahar günü (27 Temmuz, 3 Ağustos veya 22 Ekim) uyanılar. Kur’anda mağara içinde geçen süre söyle anlatılmaktadır:
“Bakarsan onları uyanık sanırsın. Halbuki onlar uyumaktadırlar. Biz onları sağ ve sol tarafa çevirir ve döndürürüz. Köpekleri de iki kolunu kapı tarafına uzatmış vaziyettedir”
Ancak bu görünüş pek doğal olmamalıydı ki, Kur’an mağara içinde korkunç bir manzaranın yaşandığını şu şekilde anlatmaktadır:
“Eğer onların bu halini görseydin mutlaka onlara sırtını döner, kaçar; onların bu hallerinden dolayı için korku ile dolardı.”
En sonunda gençler uyanır ve birbirleriyle konuşmaya başlarlar: “ Ne kadar süre burada kaldık” der biri. Diğerleri “bir gün veya daha kısa bir süre” diye cevap verirler. Mağarada kısa bir süre kaldıklarına inana gençler iyice açıkmışlar ve kente inmekten de korkmaktadırlar. Aralarından birini; Yemliha’yı yiyecek alması için kente göndermeye karar verirler. Yemliha elinde üç yüz sene öncesinin parası ile olanlardan habersiz yola çıkar. Yola Hıristiyan hacıları görse bile uyku sersemi onlara kafasını vermez. Ancak kente girerken giriş kapısı üzerindeki haç figürünü görünce, bir gün içinde nasıl olur da bu kadar çok şeyin değişmiş olabileceğine oldukça şaşırır. Ancak kendi açlığı ve arkadaşlarının beklemesi sebebiyle pek inceleme yapmadan doğrudan bir fırına girerek elindeki parayı fırıncıya uzatarak ondan bir ekmek ister. Fırıncı artık tedavülden kalkmış gümüş sikkeye bir bakar “her halde bu adam hazine bulmuş olacak” diyerek etrafı birbirine katar. Hemen üzerinde İmparator Decius’un resminin bulunduğu parayı Romalı askerlere götürür. Polisler Yemliha’yı hazinenin yerini söylemesi için sıkıştırırlar. Yemliha olanlara anlam veremez. Başından geçenleri anlatır. İyice korkuya kapılmış olan genç “Beni İmparator Decius’a götürün, ona her şeyi anlatacağım” der. Çevresindeki şaşkın kalabalık Decius’un iki yüz yıl kadar önce öldüğünü söylerler. Yeni İmparator genci heyecanla karşılar, öyküsünü dinler. Yuhanna kilisesinden bir rahibi de beraberlerine alarak İmparator, Yemliha ve Efes halkı mağaraya giderler.
Bu noktadan sonra efsaneler değişik anlatımlarda bulunmaktadırlar. Birine göre, İmparator diğer gençleri ve köpeği bularak yanına alır, onları kutsayarak ölene kadar sarayında onlara bakar. Diğer bir efsaneye göre ise İmparator ve Yemliha mağaraya gelince; Yemliha önden içeriye girer; yanındakiler korkuya kapılarak giremezler, İmparatorun emretmesi üzerine girmek zorunda kalırlar ve yedi genci köpek ile birlikte uyur vaziyette görürler. Ruhları olmadan ve bedenleri bozulmadan uyuyan gençlere dokunmadan mağaranın yanında bir abide dikerler. Bir başka inanışa göre de, mağara içine girenler hiç bir şey bulamazlar. Yemliha da kaybolur.
Yedi Uyurlar efsanesinin bilindiği ve anlatıldığı her yerde mutlaka bir “Yedi Uyurlar Mağarası” bulunmakta ve buranın gerçek mağara olduğu iddia edilmektedir. İran’da Kiev’de, Fransa’da, İtalya’da, Hindistan’da ve daha bir çok değişik din gruplarının bulunduğu ülkelerde bulunduğu iddia edilen mağaraların en ünlüsü mutlak suretle hikayede adı geçen Efes’deki Panayır Dağı’nın güneyindeki mağaradır. Türkiye’de Afşin, Kahramanmaraş, Tarsus, Antalya ve Urfa’da gene bu efsane ile ilişkilendirilen mağaralar, bölge halklarınca gerçek “Eshab-ı Kehf Mağaraları” olarak kabul edilmektedirler. Yedi Uyurlara ilişkin inanış o kadar etkilidir ki, Çin’de Buddha Tapınağı olarak bilinen bazı mağaralar, burada bulunan Müslüman halk tarafından “Yedi Uyurlar Mağarası olarak sık sık ziyaret edilmektedir.
İslam inanışına göre öykünün kahramanları olan yedi gencin adları; aralarında en büyükleri ve sözcüleri Mekselima, diğrleri Yemliha, Mernuş, Saznuş, Debernuş, Meslina ve Kefeştatayyuş’tur. Hıristiyanlar arasında ise gençler Maximilianos, Iamvlichos, Martinianos, Dionysios, Antoninos, Constantinos and Exacustodianos olarak adlandırılmaktadır. Köpeğin ismi her iki dinde de Kıtmir olarak geçmektedir.
Yedi Uyurların hangi tarihte yaşadıkları tam olarak bilinmemekle birlikte çoğunlukla M.S. 250 yılında uykuya yattıkları kabul edilmektedir. Ancak bazı araştırmacılara göre efsane Hıristiyanlık dinin açığa çıkmasından çok önceleri de anlatılmaktadır. Hıristiyanlık dininin bu efsaneyi kendi bünyesine aldığı savunulmuştur. Bazı din alimlerine göre yedi genc İsa’nın tarih sahnesine çıkmasından çok önceleri uykuya daldığını, ancak Hıristiyanlığın yayılması sırasında bu dinin unsuru olan yediden dirilmeyi kanıtlamak için Tanrı tarafından ortaya çıkarılmışlardır.
Eshab-ı Kehf inanışına benzer daha bir çok inanış vardır. Bunlardan birine göre Havarilerden biri olayın geçeceği kente girmek istediği bir sırada, kapı nöbetçilere tarafından kendisine kapıda bulunan putlardan birine tapması söylenir. Bu teklif üzerin Havari kente girmekten vazgeçer ve civarda bulunan hamamlardan birinde çalışmaya başlar. Etrafına bir çok Hıristiyan toplanır. Bir gün İmparatorun oğlu yanında bir kadınla hamama girmek isteyince, Havari onun bu onursuz davranışını kınayarak kovar. Ama İmparatorun oğlu bir yolunu bularak hamama girecek ve yanındaki kadınla birlikte burada ölecektir. İmparator ölümü bu genç havariden bilir ve peşine öldürmek için adamlarını takar. Havari taraftarlarının bulunduğu bir çiftlik evine kaçar. Burada çiftçi de kendisine katılır. Çiftçi ve havari yanlarında bir köpek ile bir mağaraya saklanırlar. Burada uykuya dalan gençlerin üzerine Tanrı görünmez bir örtü çeker. Askerle mağarayı bulur ancak bir türlü içeri giymeyi başaramazlar. İçerdekileri öldürmek için mağaranın ağzını taşlarla örerler ve çekip giderler. Uzun seneler sonra kaybettiği kuzusunu arayan bir çoban mağarayı bulur girişteki taşları temizler ve içeri girdiğinde gençler uyanırlar. Acıktıkları için içlerinden birini ekmek almak için kente gönderirler. Gerisi bilinen hikaye…
Bir başka rivayete göre ise Eshab-ı Kehf Hıristiyanlığı kabul eden bir grup Romalıdır. Bir mağarada ibadet ederken uyuya kalmış ve yıllarca uyumuşlardır. Hıristiyanlar arasında ruh ve bedenin nasıl dirileceği konusunda şiddetli tartışmalar yaşandığı bir sırada, hükümdarları işin kötüye gideceğini anlayarak Tanrıya bu tartışmaları kesmek için bir örnek göstermesi konusunda yalvarır. Bunun üzerine Tanrı, Eshab-ı Kehf’i diriltecektir.
Bunun gibi daha bir çok anlatıyı derlemek mümkündür. Kuran’ın Bakara Suresinin 259 ncu ayetinde yüz sene eşeği ile çöken bir yapının altında kalan ve daha sonra dirilen bir adamdan bahsedilir. Eshab-ı Kehf’in nasıl olur da hiç bozulmadan üç yüz yıl mağarada kaldığı, olayın gerçek olup olmadığı tartışılmıştır.
Zaman içinde yolculuk yapmak artık bilim çevrelerinde de çok tartışılan konulardandır. Gençler mağara içinde manyetik bir çekimin etkisi ile uykuya dalmışlar ve zaman içinde bir sıçrama yapmış olmalıdırlar. Eskinin bir çok efsanesinde mağaraların bu çeşit yolculuklar için çok müsait yerler olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.
Heredot , İskit rahibi olan Zalmoxis’in yer altında üç yıl boyunca yaşadığını; müritlerinin ondan ümidi iyice kesip yas tutmaya başladıkları dördüncü sene ortaya çıktığını anlatmaktadır ( Tarih IV:95 ). Gılgameş destanında da güneşin hareketine bağlı olarak bir perde ile kapatılmış ağzı olan Meşu Dağından bahsedilir. Eski Hindu, Türk ve Moğol destanlarında mağara ve yer altlarında zamanın bir su gibi hızla aktığı kabul edilmektedir.
1382 yılında İsviçre’de bir kış mevsimi evinde uyuyan Olaf Bjornson ilkbaharda, tabiat uyanırken uyanmıştır. Kendisinin yıllar önce kaybolduğuna inanan insanlarla karşılaştığında Olaf önceleri olanlara bir alam verememiştir. Çevresindeki insanlardan evi ile birlikte sekiz yıl kadar önce gözden kaybolduğunu öğrenmiştir. Gene bir kış günü Olaf evi ile birlikte ortadan kaybolmuştur. Sekiz yıl son hiç ihtiyarlamadan yeniden uyanan Olaf çevresindeki insanların ilgi kaynağı olacaktır. Ev hiç bozulmamış, Olaf genç kalmıştır. Ancak bir gün sonra Olaf ölür ve olay da unutulur.
Almaya’da uykuya dalan bir başka çift Hans Schmidt ve 1723 yılında İngiltere’de Thomas Durst isimli kişiler uyandıklarında üç yıl gibi uzun bir zamanın geçmiş olduğunu görmüşlerdir.
Evliyaların da uzun süreler mağaralarda ibadete daldıkları, yıllarca yanlarına hiç yiyecek almadan dağlarda yaşadıkları anlatılır.
|
|
|
ŞAMAN ŞİFACILIĞI VE JUNG |
Yazar: Spiritüeller - 14-04-2017, Saat: 17:14 - Forum: ŞAMANİZM
- Yorum Yok
|
|
Özel otların karışımından oluşan tütsünün dumanı ve kokusu etrafa yayılırken, davul sesinin eşliğinde trans halindeki Şaman kâh fısıldayarak kâh çığlık çığlığa bağırarak, ateşin önünde oturan kişiye sesleniyordu:
– İçindeki “siyah cüce” ruhu bastır, siyah cüce ruhu bastır, vur tepesine, güçsüz bırak, öldür onu. Yumruklarını sertleştir, vur yere yatır, karanlığın derin mağarasına kapat, ört kapısını taşlarla, kötü ruh çıkamasın dışarıya.
– “Beyaz kartal” ruhundan yardım al, beyaz kartal güçlüdür, senin içindedir, ona güven, onun yardımıyla kötü ruhu yenebilirsin.
– Bunları başarırsan, sonraki mücadelelerinde sana yardımcı olması için “mor tilkiyi” göklerden indirip senin içine yerleştireceğim. Mor tilkinin ruhsal güçleri hep yanında olacak.
Bu töreni ve içeriğini; “Avcı-toplayıcı toplumlarda, doğayla mücadele ederken karşılarına çeşitli hayvanlar çıkmış. İnsanın da içerisinde hayvanlar olduğu zannına kapılıp, oradan şifacılık üretmeye çalışmışlar. Her yerde, dağda, taşta, ağaçta, insanın içerisinde bol bol Tanrılar ve ruhlar olduğuna inanmışlar. Modern toplumun bilimi ve bakış açısıyla, ilkel ve çocukça. İlkel Şaman saçmalığı ve paganların hayvan odaklı şamanik törenleri işte” … Şeklinde değerlendiren önemli bir çoğunluk çıkacaktır… Peki, öyle mi gerçekten?
Anlattığımız hayali ritüelik tören sahnesini, günümüzün anahtarıyla açmaya ve incelemeye çalışalım:
– “siyah cüce”; şeytandır, cindir, karanlık yanımızdır, komplekslerimizdir, anlam veremediğimiz sıkıntılarımızdır, travmamızdır, ruhumuzun hastalıklı olan kısmıdır, negatif enerjidir.
– “beyaz kartal”; bize destek ve yardımcı olacak “iyilik meleğimizdir”, iyi yanımızdır, mücadeleci tarafımızdır, pozitif enerjimizdir.
– Vaat edilen kişiye özel “mor tilki” ise; bireyselleşmenin, artık “herhangi biri” olmaktan kurtulup “belirli, özel biri” olma ihtiyacını karşılamaktadır. Bu özel olma durumu, kişinin yaşamına bireysellikle birlikte anlam ve güç katacaktır. Böylece birey olmayı başarabilen kişi, ruhsal olarak iyileşecek veya iyileşme yoluna girecektir.
Şaman tarafından tedavi edilen kişiye; kendine güven, mücadele gücü, birey olma, pozitif enerjisini ön plana çıkarma telkinleri yapılmaktadır. Kişinin, bilinç dışını temsil eden ruhlar dünyasıyla bağlantı kurması sağlanmaya çalışılır. Şaman hastalarına; hastalıklara ya da ölüme karşı giriştikleri savaşta duygusal ve ruhsal olarak yalnız olmadıklarını gösterir. Şaman, derin bir düzeyde kendi özel güçlerini hastasıyla paylaşır (veya öyle hissettirir). Hastasını, başka bir insanın ona yardımcı olmak için kendisini feda etmeye hazır olduğuna ikna eder.
Şamanlıktaki ruhlar dünyası, yani içsel dünya; analitik psikolojide ortak(kolektif) bilinçdışıdır. C.G.Jung; “İnsanlığın temel sorunun bilinçdışıyla bağlantı kurmak, onu kabullenmek olduğunu” söyler. Ve nevroz dediğimiz şeyin yine temelde bu bağlantıdaki derin kopukluğa işaret ettiğini ısrarla vurgular.
Jung; en derin şifacılık kavramlarının Şamanlıkla pek çok ortak yönü olduğunu kavramıştır. Görünüşteki farklılıklarına rağmen hem şamanlığın hem de analitik psikolojinin; psişenin gelişmesi(bireyselleşmesi) ve şifa bulması üstüne odaklandığını anlamıştır. Jung’a göre şaman bir arketiptir. Bazı kişilerde ve yerlerde diğerlerinden daha çok kendini gösteren, fakat her zaman orada ve kullanılmaya hazır olan, insan psişesinin sürekli ve evrensel parçasıdır. Jung bu modeli bireyselleşmenin (gelişmenin içsel psişik sürecinin) bir yansıması ve şamanlığı da analitik psikolojinin mirasının bir parçası olarak görmektedir.
Şamanlıkla analitik psikoterapi arasındaki bir başka paralellik ise; her ikisinin de derin psişenin çift cinsiyetli olduğunu imgelemiş olmalarıdır. Analitik psikolojide anima erkeğin içindeki kadın imgesidir, animus ise kadının içindeki erkek imgesi. Hem anima hem de animus sadece imgeler olarak değil, aynı zamanda psişede özerk bir varoluşa sahip olan oluşlar (Karmaşalar) olarak düşünülür.
Şamanlığın anavatanının Sibirya olduğu düşünülmektedir. Şaman sözcüğü bir kuzey Sibirya kabilesi olan Tunguz’lardan gelmektedir ve son zamanlara dek orada şamanlık basit biçimleriyle uygulanmaktaydı. Bir yoruma göre: Sha=kadınlık, Man=Erkeklik, Şaman da kadınlıkla erkekliğin, aşkın birlikteliği olarak ta yorumlanır. Şaman kelimesi genellikle erkek uygulayıcı ile ilgilidir, şamanka kelimesi ise kadın şamanlar için kullanılır.
Bir klasik olan; “Şamanizm: Eski vecd teknikleri (1964)” adlı eserin yazarı Mircea Eliade bize Sibiryalı erkek şamanların törenlerde çoklukla bir kadının giysilerini ve tavırlarını takındıklarını hatırlatır. Japonya’da ve Çin’de kadın şamanlar bazen ruhsal kocalarıyla (ya da animus ile) evlenebiliyorlar. Bu törenler gizli bir bütünlüğün üstünü açmak için yerine getirilir. Sembolik olarak sadece kadınla erkeğin değil, maddeyle ruhun da içsel evliliğini temsil ederler (Eliade 1964).
Benzer şekilde analitik psikolojide de anima / animus daha derin psişeye, bütünlüğe giden geçidi temsil ederler.
Bu içsel evlilik, bir Navajo kum resminde çok güzel bir şekilde canlandırılmıştır. Törenlerde toprağa kum ile çizilen bu resimde; Baş taraflarından bir polen (en kutsal madde) çizgisiyle ve kuyruklarından da gökkuşağı ile birbirlerine bağlanmış olan Toprak Ana ve Gök Baba betimlenmektedir. Dışarıdaki doğanın makro evreniyle, içerideki psişenin mikro evreni arasındaki bağlantıyı simgeler. Bu sembolizma aynı zamanda üç kısma ayrılmış şaman evreninin bir tasviridir. Bizler Toprak Ana ile Gök Baba arasındaki orta dünyada yaşıyoruz. Toprak Ana’nın altında ölüler diyarı ve Gök Baba’nın üstünde ruhlar dünyası vardır.
Toprak ana’yla Gök Babanın kozmik evlilik imgesi; bir kadınla bir erkeğin dünyevi evliliğini sembolize etmektedir. Keza aynı zamanda Jung’un animayla(erkeğin dişil yanı) animusun (kadının eril yanı) içsel uyumu kavramını da çok güzel bir şekilde kapsamaktadır. Her seviyedeki bu birlik veya dualite, Jung psikolojisinin temel fikrini oluşturur. Toprak Ana’yla Gök Baba’ya bölünen, sonra tekrar ve tekrar kadınla erkeğin kucaklaşmasında birleşen ebedi tek evrendir bu. Hem şamanlıkta, hem de analitik psikolojide bu birleşme, içte ve dışta bir bütünlük, birlik durumunu temsil eder.
Kartal tüyleri ile kaplı Toltek’lerin yılanı Quetzalcoatl, maddi dünya ile manevi dünyanın, ayrıca içsel – manevi dünyadaki eril – dişil enerjilerin birleşiminin sembolüdür. Yılan sürünmeyi ve maddi dünyayı temsil eder. Kartal ise uçmayı, ruhu temsil eder. Dolayısıyla kartal tüyleri ile kaplı yılan sembolü; ruh ile maddenin birliğinin sembolüdür.
Şamanlık ve acı, sıkı bir şekilde birbiriyle bağlantılıdır. Şifa sürecinin oluşması için, hem şifacının hem de şifayı alanın, değişik bir bilinç durumuna ulaşması gerekir. Acı; bu bilinç durumlarına ve “öteki dünya”ya giden kapıyı açan anahtardır. Acı; acıyla farklı bir şekilde baş edebilen başka bilinç durumlarına –başka dünyalara- girmeyi öğretir. Şamanlar ve şamanlığa kabul törenleri bundan yararlanırlar.
Zayıf bir genelleme ile şamanın dünya görüşünün bileşik bir resmini çizmek mümkündür. Evren çok boyutludur, her boyutunda kendine uygun ruhsal hükümdarlar ve diğerlerinin ikamet ettiği göksel bir üst dünya ve ölü ruhlara ait bir alt dünya bulunur. Aynı zamanda temel yönetim veya bölge hükümdarları bulunur. Evrenin boyutları merkezi bir aks ile birleştirilmiştir, bu “axis mundi” (Yer’in ekseni) dir, ve sema merdiveni veya dünya ağacı olarak ortaya çıkar. Bu merkezi aks ile Şaman, evrenin tüm boyutlarına girmeyi başarır.
Arkeolojik ve etnolojik kanıtlar, Şamanik yöntemlerin en azından yirmi ya da otuz bin yaşında olduğunu bildirmektedir. Şamanik varsayımlar ve yöntemlerle ilgili dikkate değer şeylerden birisi, bunların Avustralya yerlileri yani Aborjinler, Kuzey ve Güney Amerika, Sibirya ve Orta Asya, doğu ve kuzey Avrupa ve güney Afrika’da dâhil olmak üzere dünyanın birbirinden ayrı ve uzak bölümlerinde olmasına rağmen, birbirine çok benzer olmasıdır.
Modern dünyada “büyücü doktor” olarak da adlandırılan Şamanlar, kendilerinin ve topluluklarının üyelerinin sağlığı ve esenliği için geliştirdikleri ve kuşaktan kuşağa devamını sağladıkları son derece olağanüstü kadim tekniklerin taşıyıcıları ve koruyucularıdır.
Günümüzde Şamanlığa olan ilgi yeniden artmaya başladı. Bunun nedeni; her zaman dış gerçekliğin en ince detayına bu denli odaklanmış olan modern zihne bir rahatlama getiriyor olmasıdır. Şamanlık zihni odaklamaz, Egoyu sıkı dış bağlarından kurtarır ve öz psişeyi kendi iç gerçekliğine inmesine yönlendirir. Bu deneyim, yeryüzünde rastlamadığımız, sadece efsanenin içsel psikolojik gerçekliğinde bulunan hayvan ve insan biçimleriyle dolu açık bir evrenin derinliğini, zenginliğini ve görüş açısını yeniden bize kazandırır.
Modern hastalıklarımızı tedavi etmek için, her biri parçalanmış özün sadece bir kısmına odaklanan üç çaresiz meslek gurubu çaba gösterir: beden üstünde tıp, zihin ve duygular üstünde psikoloji ve ruh üstünde de din.
Bir din olmayan, fakat bugün hala yaşayan şamanlık, ruhsal gerçekliğin doğrudan doğruya kişisel olarak algılanma modelidir. Deneyüstü boyut parçalanmış değil bütün olduğu için, bu algılama şekliyle kazanılan bilgi doğal olarak birbiriyle bağlantılıdır ve zihni, bedeni ve ruhu tek bir bütün olarak etkiler.
Demek ki otuz bin yıldan fazladır, Şamanlardan başlayarak aynı yerde mi dönüp dolaşıyoruz, yani “kendini tanı” söyleminin etrafında?
“Kendini tanıyınca” neler olacağını yine C.G.Jung’un görüşleriyle açıklayalım: ‘’Kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıktır; kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler, gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır, kendini keşfeder’’
Jung’un bir başka sözü ise, kendini tanıma yolculuğunda karşılaşılacak şeylerden bahsediyor: ‘Işıktan varlıklar olduğumuzu imgeleyerek değil, ancak içimizdeki karanlığı bilinçli hale getirerek aydınlanabiliriz.’
Demek ki, içimize baktık, kendimizi tanımaya başladık. İçimizdeki güzelliklerle birlikte, karanlık noktaların da bilincine varmaya başladık, daha derin “kendimizi tanı”ma yönünde yolculuk devam ediyor. Ee, sonra? Yine Jung’un bir sözüyle cevaplayalım:
“Bilinç ve bilinçdışı çekişmesini şöyle de betimleyebiliriz: Örs ve çekiç arasında ‘demir hasta’, kırılmaz bir bütün, bir birey durumuna gelir. Bireyleşme sürecinden anlaşılması gereken, kaba çizgileriyle budur. Bireyleşmeyi sağlamış kişi, kendi özgün kişiliğinin farkında olmasıyla ve bilinçdışını kabullenişiyle, tüm canlılarla, hatta inorganik madde ve evrenle olan kardeşliğini gerçekleştirmiştir. (Jung; Analitik Psikolojinin ana hatları s:97).
Kendimizi tanıdık ta ne mi oldu? Daha ne olsun, avazımız çıktığı kadar yüksek sesle bağırabiliriz; “Durun, yapmayın, doğaya ve birbirinize kıymayın; siz hepiniz kardeşsiniz”.
|
|
|
|